30 Ocak 2012 Pazartesi

Dean R. Koontz "Kükreyen Mağara"

Dean Koontz'a "False Memory" (Yanlış Hafıza) adlı, bitmek bilmeyecekmiş gibi görünen uzunluktaki kitabı ile (ki kitabı iki gün içinde bitirmiştim) başlamıştım. Okumak konusunda da, müzik konusunda olduğum gibi bağnazlığım doruklarda gezdiğinden, son bir yıl içinde Dean Koontz'u okuma sayım adeta "görenleri şaşırtmakta", hehe. Kükreyen Mağara (The House Of Thunder), genel olarak Dean Koontz kitaplarında şu ana kadar sıkça rastladığım, insan psikolojisi, beynin bize olan oyunları, beynin bize olan oyunlarının başkaları tarafından planlanması gibi örnekler barındıran bir başka kitabı. Susan Thorton adlı baş kahramanımız, tatil sırasında otomobili ile bir kaza geçirir. Yaklaşık yirmi gün yoğun bakımda kaldıktan sonra kendisine gelir. Hastanede gözlerini açmasıyla başlayan romanda, Susan geçmişini yavaş yavaş hatırlamaya başlar ancak bazı bölümler tamamıyla gitmiştir. Evini hatırlayabilmesine rağmen, evinden çıkıp işe gittiğini son günü hatırlayabilmesine rağmen, işine dair tek bir anı bile yoktur zihninde. Geçmişinde, üniversitedeki sevgilisinin "Kükreyen Mağara"da gözlerinin önünde öldürülüşüne tanık olmuştur; ve hastanede kaldığı iyileşme sürecinde sevgilisi öldürenleri, yıllar önceki halleriyle ancak farklı isimler altında görmeye başlar. Otuzlu yaşlarında olması gereken insanlar cinayet günündeki yaşlarında görünmektedir, ancak isimleri farklıdır. Hastanede garip olaylar yaşamaya başlar. Zihninin kendisine oyunlar oynadığı fikrinin anlatılmasına ve yaşadığı ona anlatılmaya çalışılsa bile, Susan olanların tamamen gerçek olduğuna inanmaktadır.

27 Ocak 2012 Cuma

La Pianiste

Michael Haneke'yi izlemek benim için kısmi işkencedir. Kusura bakmayın sevenleri. Ama La Pianiste'i severim. Kusura bakmayın sevmeyenleri. 2001 yapımı olan film, baş roldeki karakteri olan Erika'yı, ilk sahnesiyle kızı üzerinde manyakça bir baskısı ve (kırklı yaşlarındaki kızının da buna göz yumduğunu görmemizle beraber) etkisi olan bir annenin yönetiminde yaşayan bir kadın olarak tanımlıyor bizlere. Manyakçasına devam ettirdiği bu işkence gibi hayatının da etkisinden olsa gerek, buz gibi, mimiksiz, kendisini beğenmiş (bu histe annesinin etkisi olduğu anlaşılabilir), piyanosu ve işinden (zaten kendisi bir piyano hocasıdır) başka herhangi bir hayatı olmadığını görüyoruz Erika'nın. Kendini beğenmişliği yüzünden yanlış hatırlamıyorsam yıl sonu konserinde çalacak olan öğrencisini kıskanır ve kızın elini parçalamasına sebep olacak çılgınca bir şey yapar. Böylece konserde öğrencisinin yerini kendisi alcaktır. Yaşına rağmen bir evcil hayvandan daha fazla tutsak edilmiş olan Erika'nın elbette normal bir hayatı olamayacaktır; bu yüzden sapkın bir cinselliğin içindedir kendisi; örneğin bir sahnede evden annesini kandırarak çıkarak, arabalı sinemalarda onu bunu gözetlemesi ve bundan anormal bir zevk ve acı duyması. Çaldığı özel bir resitalde tanıştığı Walter Klemmer adlı genç, mimarlık eğitimi almasına karşın Erika'ya resitalde aşık olması sonucunda, onun uğruna eğitimini bırakır ve Erika'nın öğrencisi olabilmek için konservatuvar sınavına girer. Artık Erika'nın kendisine aşık bir öğrencisi vardır. Ancak Erika'nın hayatında en ufak bir duygu kırıntısı kendisine yer bulabilmişse bile, yanlış ve sapkınca bir yerdir bu. Genç Walter'dan beklentisi ise ona vurması, ağzını burnunu parçalamasıdır (ben böyle dosdoğru anlatmayı seçtim, siz mazoşizmle özetleyebilirsiniz aslında). Karşısında bir an mazoşist ve hasta bir kadın bulan Walter ise tek kelimeyle Erika'dan "tiksinmiştir". Devamını yazmayım, sonunu bilerek izlemektense "acaba" diyerek izlemek daha güzel. Zira Walter'ın tiksintisi filmin sonunu vermiyor bize, bence. Hastalıklı bir aile, manyak bir anne, deli bir kız, dışardaki normal dünyadan kopuk, izole bir hayat ve içindeki benzersiz zihinsel hasarlar. Tüm bunlara rağmen mükemmel bir piyanist.

Ondskan (2003)

2003, İsviçre - Danimarka yapımı olan, yönetmenliğini Mikael Hafström'ün yaptığı Ondskan (Evil), oldukça yalın anlatıma sahip, gerçekçi bi film. Filmin kahramanı Erik Ponti adında, 17 yaşındaki bir lise öğrencisidir. Erik, filmin başında gördüğümüz üzere sadist bir üvey babaya ve olan bitene ses çıkaramayan bir anneye sahiptir. Filmin ilk beş dakikası içinde suratınıza yumruk yemiş gibi olabilirsiniz, sebebi ise gayet somut, yani yalın bir acı değil bizzat burnunuzun ortasına bir yumruk, karnınıza tekme ya da sırtınıza indirilen kemerin tokasının dayanılmaz "hafifliği"! Okulda ağız burun girişerek bir arkadaşını enkaza çevirmesinin sonucunda, okuldan atılır. Erik artık hiç bir devlet okuluna kabul edilmeyecektir. Oğlunun üvey baba dayağı karşısında yapabildiği tek şey piyanosuna sarılarak (e arkadaş gidip çocuğunu kurtarsana, demek istiyorum sana ey ana kadın!) işkenceye eşlik etmek olsa da, Erik'in annesi oğluna iyi bir gelecek yaratabilmek için seferber olur (evden satılan tablolar vs vs vs) ve Erik'i özel bir okula yazdırır. Oğlu burada hır gür çıkarmaz ve mezun olmak zorundadır zira ikinci bir şansı olmayacaktır. Sadece haftasonları eve gelebilecek olan Erik, bu yatılı 0kula gider. Görünürde "elit"(!) çocukların okuduğu bu okulda, öğrenciler arasında, okul yönetiminin görmezden geldiği bir başka "okul yönetimi" mevcuttur. Üvey babasının kapalı kapılar ardındaki sadistliğini aratmayacak görüntülerle burada, öğretmenlerin hemen yanı başında uygulanan "öğrenci kuralları" ile karşılaşır Erik. Bu garip düzene ses çıkarsa bir türlü, çıkarmasa bir türlüdür. Ya okuldan atılmayı ve annesini hayal kırıklığına uğratmayı ve almak istediği hukuk eğitiminden vazgeçmeyi göze alarak bu düzen içinde karşı olduğunu her yoldan gösterecek ya da kendisine ve okuldaki diğer öğrencilere uygulana vahşete göz yumacaktır. Kötü ve kötülük üzerine, beni etkileyen bir film.

Agatha Christie "Sevimli Örümcek"

Janie Cox. Papazın dul karısı, kendisine miras kalmış, yoksul bir mahalledeki, yine yoksul bir evde oturmaktadır. Misyoner olarak gittikleri diyardan dönüp, yeniden İngiltere'ye gelmiştir. Papazın dul karısı, iş aramış, ancak bulamamıştır. Durum öyle görünmektedir ki, bulamayacaktır da. Ona da şans verilseydi, ona da ta en başında şans verilseydi... Anılarından başka hatırlayacak ya da yaşayacak güzel bir şeyi olmayan papazın genç ve dul karısı, çocukluk yıllarına, okul yıllarına döner. Hatırladığı bir arkadaşı, bu arkadaşıyla yazışmalarından kalan mektuplar ve mektuplarda saklı kalan yılları anımsar. Gazetede bir haber vardır. Nelere sebep olacaktır. Papazın dul karısı, yoksul semtinden ayrılır ve okul arkadaşını, hatta hayattaki tek arkadaşını ziyaret etmeye karar verir. Janie Cox, Florance Bravo'yu ziyaret etmeye karar verir. Kitabın sonunda, katilin kim olduğunu öğrenmekten başka bir süpriz daha var. Onu da kitap hakkında pek fikri olanlar alırsa eğer diye, söylemiyorum. Agatha Christie yine dahiliğini ispatlıyor, insan ruhunun derinlerinde saklı en çirkin, en çıkarcı duyguları yüzünüze vuruyor. İnsan olmanın doğasının asla masumiyetten ve iyilikten oluşmadığını düşünenlere, yeni fırsatlar veriyor bu fikirlerini güçlendirmek için. Sevimli Örümcek'de sinsiliğin, çıkarcılığın, aç gözlülüğün neler yaptırabileceğini görüyorsunuz. Pişmanlığın, umutsuzluğun azabını da duyuyorsunuz. Boşa geçen hayatların, telafisiz yılların, nasıl can acıtarak kendilerini sürekli anımsatmaya başladığını, "başkalarının" müdahalesiyle boşa harcanmış olduğu iddiasıyla kişinin nasıl kendisini rahatlatmaya (ama sonucu değiştirmeyen bu gerçeğin yalın acısını yine hissederek) çalıştığını görüyorsunuz satırlarda. Telafi edilecek bir hayat için yanlış zaman, yanlış insanlar ve yanlış yöntem. Aslında yanlış düşünmeye başlamanın, çözüm üretme umuduyla çırpınmanın en başında; bir şeyler için artık geç olduğunu fark etmek en büyük kurtuluştur.

Agatha Christie "Roger Ackyord Cinayeti"

1926, Büyük Britanya'da ilk kez basılan bu efsanevi Agatha Christie kitabı, yazara bir kez daha hayran kalmama sebep olmuş, üzerine bir kitap yazılmış bir romandır. (Bahsi geçen kitap "Roger Ackyord'u Kim Öldürdü?" isimli Pierre Bayard'ın bir kitabıdır. Kitaba dair bir yazıyı ilerleyen günlerde bu blogda bulabilirsiniz.) Olaylar ise Hercule Poirot'un emekli olduktan sonra "kabak yetiştirmek" için yerleştiği King's Abbot köyünde geçmektedir. Bir yasak aşk hikayesi; kocasını öldürdüğü iddia edilen bir kadın; yasak aşkın diğer tarafı olan Roger Ackyord'a yapılan şantaj... Akabinde Ackyord'un evinde, çalışma odasında öldürülmesi. Tüm bunlar her şeyin çabucak duyulduğu, gizlinin saklının aslında apaçık bilindiği küçük bir kasabada geçmektedir. Elbette Poirot'un dahil olmaması diye bir ihtimal bile yoktur; katilin kimliğini ortaya yine o çıkaracaktır. Fakat. Romanın konusu bir yana, bu kitabı okurken kesinlikle normal bir Agatha Christie kitabını okurkenki halinizden daha dikkatli bir halde okumak zorundasınız. Neden mi? Katili bulmak için, son sayfaya gelmeniz yetmeyecek. Katili öğrendikten sonra kitabı tekrar okumanız ve katilin neden "o" olduğunu anlamanız gerekecek. "Roger Ackyord'u Kim Öldürdü?" adlı kitaba dair hiçbir bilgiyi ise bu kitabı (Roger Ackyord Cinayeti'ni) okumadan okumayın, özellikle kaçının. Kitabı bir kez okuyun, katili öğrenince yine okuyun. Sonra biraz düşünün, alın elinize kalemi sorulara bulun, tekrar tekrar cevaplayın. Sonra, Pierre Bayard'ın "Roger Ackyord'u Kim Öldürdü?" kitabını arayın, bulun, gerekirse gidin orjinalini bulun ama sakın bu sondan kendinizi mahrum bırakmayın. Çünkü benzersiz bir roman, benzersiz bir "son" ve Agatha Christie'nin aslında, bence, espirili bir mirası bu kitap ve katil bize.

26 Ocak 2012 Perşembe

Agatha Christie "Nil'de Ölüm"

Okuduğum ikinci Agatha Christie kitabı. Yaş yine 12 iken, İzmir Kemeraltın'daki bir kitapçıdan almıştım. Sonra eve döner dönmez, kitaba yapışıp, sade nane şekeri ve su eşliğinde, çocukluğumun ve hayatımın büyük kısmının geçtiği odamdaki yatağa oturup okumaya başlamıştım. Daha sonra okuduğum onlarca Agatha Christie kitabı içn okuma "ayini" de böylece şekillenmişti; nane şekeri ve su! Sağlık, sağlık, sağlık diyorum. Az şeker yiyin ama asıl amaç kitap okumak, zorlamayın =) Kitap yine kin, nefret ve intikam gibi hayatımda her daim yer eden kavramlar üzerine kurulu. Bir önceki Agatha Christie kitabı hakkındaki yazılarda da benzer sözcükleri kullanmış olmam yanıltmasın, bunlar bu dahi yazarın bahsettiği yegane konular değil. Kıskançlık, para, hırs, zevk, yanılgı gibi bir çok sebepten ötürü işlenen cinayetleri bulabilirsiniz kitaplarında. Kin, nefret ve intikamın tarafımca sıklıkla anılması ve özellikle bu kitaplara air yazılar yazmam ise benimle ilgili bir durum. Devam edersek. Yakın arkadaşının erkek arkadaşını çalıp evlenen zengin bir genç kadın, Mısır'da, Nil'de bir seyahate çıkar. Olayların başlangıçtan sonra geçtiği coğrafya da Mısır'dır. Kitaptan bahsetmeyeceğim, çünkü bu kitabı okumamış ama bu yazıya denk gelmiş birine yapabileceğim büyük bir kötülük bence. Agatha Christie'ye duyduğum derin saygı da var tabi sebeplerimiz arasında. Ek olarak, Nil'de Ölüm adlı bir albüm için "Ridgeway" isimli bir parça kaydetmiştim. Albüm hiç yayınlanmadı, şarkı da öyle. Gün gelir de tamamlarsam, eminim Noel'de Cinayet için bir albüm hazırlığını da peşinden getirecek kadar gaz verecek bana =)