28 Mart 2015 Cumartesi

Sharon Smith "Kadınlar ve Sosyalizm"

Yordam Kitap'tan çıkan, kadın çalışmaları üzerine bir kitap Sharon Smith'in yazdığı beş farklı makaleden oluşan bir kitap Kadınlar ve Sosyalizm.

Engels'in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı kitabını kaçıncı tekrar okuyuşum bilemem, ancak şu yazıyı yazarken bile masamın üzerinde duruyor ve yıllardır ara ara açıp okuduğum gibi, geçen hafta da bu kitaptan bazı bölümleri tekrar okudum. Kadınlar ve Sosyalizm'de de sıklıkla Engels'in kaleme aldığı ve Marksist teorinin yapı taşlarından olan bu kitaptan alıntılar göreceksiniz. 

Herkesin anlayacağı şekilde yazıldığı halde, karmaşıkmış gibi göründüğü için çoğunluğun uzak durduğu ve uzak duran bu çoğunluğun nedense fikir sahibi olmayı başardığı konulardan biri, Sharon Smith'in alıntılarla zenginleşen kitabı ile daha fazla insana ulaşabilir umarım.

Kadınlara uygulanan baskının doğuşu, sınıflı toplum yapısı ve emeğin sömürülmesi gibi konuları irdeleyen yazar, cinsiyete dayalı işbölümü ardından toplum yapısının geçirdiği değişime, aile kavramının ortaya çıkışı ve kapitalizm için nasıl bir ihtiyaç haline dönüştüğüne de değiniyor.

Ağırlıklı olarak ABD'deki kürtaj konusu üzerine farklı siyasi liderlerin görüşleri ve bu görüşler üzerine olan yorumlarıyla beraber, feminizmin başına gelenleri sorguladığı bir bölüme de kitapta yer veriyor. Naomi Wolf'un kapitalizm ve kadınlar konusundaki ilginç (!) yorumlarının yer aldığı bu bölüm, kitap üzerinde en fazla kenarına kendi yorumlarımı eklediğim bölümlerden biriydi diyebilirim. Biz ne diyoruz, sen ne diyorsun Wolf, demek istiyorum. Neyse.

Rus Devrimi içinde kadının konumu, kadın haklarının kazanımı (ancak Stalin'le beraber tekrar kaybedilmesi), Marx'ın kadın sorununu ele alışında feministlere eksik gelen noktalar gibi konuları irdelediği son bölümde Smith, özellikle Lev Troçki'den yaptığı alıntılarla kadına verilen önemin altını sıklıkla çiziyor ve bir yerde de Marksist feminizme yöneltilen eleştirilere cevap veriyor.

Gönül ister ki kitap hakkındaki fikirlerimi açık açık yazabileyim, katıldığım ve katılmadığım noktaları, hatta tarafsız bir gözle bakıldığında yazarın tarihi gerçekleri ve neredeyse aynı makalesi içinde okura yansıttığı tutarsızlıkları. Zira, özellikle bir konuda kesinlikle tutarsız bir makale kaleme almış; örneğin makalede Ortadoğu'nun siyasi - kültürel yapısı hakkında bulunduğu bir kaç çıkarımda kesinlikle ve kesinlikle tarafsız bir gözle bakmadan bir kaç yorumu mevcut. Ek olarak, aynı makalede bölgenin son yüz yıllık tarihi üzerinden kadınlara uygulanan baskı üzerine bir yola girmiş ancak sonunda ortaya attığı iddialar, makalesinin başında, hatta kitabın tamamında çizdiği tabloya zıt. Yanlış yoldan doğru sonuca varamamış gibi düşünün; bunun haricinde insanların neler düşündüğünü görmek için bence tutarsızlıklarla dolu bir makale de olsa okunmasında fayda var. Ayrıca tek bir makalede böyle bir tutarsızlık gördüm, bu da belki kaynaklarının yanlışlığındandır, bilemem. Taraflı tarihi kayıtları baz alarak incelemişse dönemi ve bölgeyi, böyle bir çıkarımda bulunması da normal. Kitabın geri kalanı konusunda bu yorumlarımdan bağımsız, cidden okunması gereken makaleler mevcut. 

25 Mart 2015 Çarşamba

Chris Impey "Evrenin Doğuşu"

Çocukken, belki çoğu çocuk gibi ben de "uzaya gitmek" istiyordum. İtfaiyeci olmaktan vazgeçtikten sonra bu hayale kapılmıştım. Zamanla, dönemin (ve o dönemden aklımda kalan tek) bilim dergisi olan dergiye denk geldikçe çoğunu anlamadan ama büyük bir dikkatle okuduğum evrene dair bilgilerin de ışığıyla biraz daha aklıma almaya başladıkça, yine aynı yayınla ilgili, çocuklar için hazırlanan kitapları okudum. Sonra o derginin çocuklar için olanı çıkmaya başladı, onu anlayabildiğim için rahat rahat okudum =)

Fen bilimleri yerine sosyal bilimlere yönelmemin ardından da bu ilgi sönmedi; çocukluk merakı yerini cidden bir ilgiye bıraktı; zamanla Stephen Hawking, Carl Sagan gibi hemen hepimizin bildiği isimlerin kitapları okumaya başladım. Aslında fen bilimleri ile araya bir sınır çekmeye gerek yok, tamamı "insan"ı içeriyor; örneğin Carl Sagan'ı herkes okuyabilir, okur, okumalı - gibi.

Şu an sıklıkla konuyla ilgili okumalar yapamasam da, Arizona Üniversitesi Astronomi Bölümü'nde profesör olarak çalışmalarına devam eden İngiliz uzay bilimci Chris Impey'in Evrenin Doğuşu adlı kitabıyla yeniden aklımın sınırlarını zorlayan sınırsız evrene dair bir şeyler okuma şansım oldu.

Ay'ın gezegenimiz ile olan ilişkisi, sıklıkla günlük hayata yansıyan ya da yansıdığı iddia edilen etkisi, insanlık tarihinden günümüze kalan tarihi kalıntılarda çıkış noktası olduğu kayıtlar gibi bilgilerle ilk bölümde okuru karşılayan yazar, güneş sistemi ve zaman konusu üzerinde durarak devam ediyor. Tarih boyunca zamanı ölçmek - belirlemek için girilen çabalarla beraber, Doppler ölçümü konusunu da işliyor. Gezegenlerin kütleleri hakkında bilgi sağlayan bu yöntem, konuyu merak edenlerin ilgisini çekebilir. Yani oturduğumuz yerden karşıdaki dağın kütlesini hesaplayamayacağımızı düşünürsek, evrenin bir ucundaki gezegenin kütlesinin nasıl dünya üzerinden hesaplanabileceği merak edilmemesi mümkün olmayan bir konu gibi, değil mi?

Genelde, konuyla ilgilendikçe beni benden alan ve bir süre gerçekten meraktan öldüren kara delikler konusu da elbette kitapta yer alıyor. Sırf bu konu için bile kitabı okuyacaklar arkadaşlarım var, eklemeden geçemeyeceğim =) Büyük yıldızların ölümü sonrasında oluşan ve gizem dolu olarak bildiğimiz kara deliklerin oluşumu hakkında kolay anlaşılır ve süreci adım adım anlatan bir açıklama veren Impey, maddenin kara delik içindeki konumu hakkında da okuru aydınlatıyor. Farklı bilim insanlarının kara delikler üzerine ortaya koydukları tezleri de metne dahil eden yazar, bir kara deliğin içine düşülmesi durumunda olacakları -imkansızın satırlara yansıması- da anlatıyor. Tabi tüm bunların sadece farazi olduğunu kendisi de belirtiyor zira bir kara deliğe o kadar yaklaşmak imkansız, diyor. Ardından, kara deliğe giren bir insanın görebileceği muhtemel şeyleri açıklayarak, hiç göremeyeceğimiz inanılmaz bir şeyi bizlere sunarak, kitabı okuduktan sonra dört duvar arasında olmanın dayanılmaz gerçekliği ile baş başa bırakıyor. Ya da şöyle diyeyim; dünyadan dışarı bir adım bile atamayacağız. O şanslı insanlar arasında bu blog'un yazarı ve okuyanları muhtemelen olmayacak. Olmayacak =/

Kara delik konusunu aşırı uzatmanın ötesinde, kitap gerçekten, elbette, bundan daha fazlasını ve aynı derecede ilgi çekici konuyu barındırıyor. Örneğin gerçekliği konusunda şüpheye düşüyorsanız, karanlık madde adlı bölümde detaylı incelenen bu konu hakkında alacağınız cevap; evet var, oluyor.

Neden Yokluk Değil De Varlık Var? adlı bölümde, adından da anlaşılabileceği üzere, hatta sırf adına bile bakarak bizleri ontolojinin kolların atıyor.

Diğer bölümleri tek tek yazmadım ancak Çoklu Evren adlı bölümde, zamanda yolculuk, Donnie Darko, paralel evrenler gibi konular jet hızıyla aklıma geldi ve o sırada büyük ihtimalle bölüm boyunca nefesimi tuttum.

Say Yayınları'ndan çıkan Evrenin Doğuşu, meraktan ölmek yerine bilerek ölmeyi tercih edenler için evrenin sırlarına sayfalar üzerinden bakmanızı sağlıyor.

21 Mart 2015 Cumartesi

Rollo May "Güç ve Masumiyet"

   "Masumiyetin en masum hali aslında deliliktir."
                                                                 Arthur Miller

Cidden yıllar önce "Rollo May'ın Yaratma Cesareti kitabı hakkında yazı ekleyeceğim blog'a" demiştim ve hala eklemediğimi bu yazıyı yazarken hatırladım.
Rollo May diyince benim aklıma insan psikolojisi geliyor. Bunun serbest çağırışım olmadığı da ortada aslında, kendisinin psikoloji doktorası ve klinik psikoloji alanında yaptığı çalışmalar doğal olarak bende bu fikri yaratıyor.

"Güç ve Masumiyet"te ilk olarak yazarın güç ve delilik üzerine yazdıkları karşımıza çıkıyor. Gücün, şiddetin var oluşu üzerindeki etkisi üzerine okuru düşünmeye iten yazar, şiddetin kaynağının tamamen güçsüzlük olduğunu belirtiyor. Bunun üzerine çok şey yazabilir, çok örnek verebiliriz diye düşünüyorum. Zira doğduğumuz andan itibaren muhtemelen bir çok "gücün" hedef tahtası olduğumuz (güç çeşitlerine de değiniyor ilerleyen bölümlerde yazar, o yüzden doğrudan "olumsuz" bir anlam yüklemek istemiyorum burada) ya da güçsüzlüğün yönelttiği şiddetin kurbanı olduğumuz anlar yaşamışızdır. Yani güç de güçsüzlük de şiddet de bizim için yabancı kavramlar değil; ancak çoğu zaman arada kaynayan onlarca durum ya da olay içinden bunların hangileri olduğunu anımsamak için ya olayların üzerine tekrar düşünmek ya da Rollo May'in bu kitabının sayfalarında yolculuğa çıkmak gerekiyor sanırım.

İnsanların güçle yüzleşmekten kaçınmasının sebebini aslında güçsüzlükleriyle yüzleşmekten korkmaları olarak açıklayan yazar, bir yandan da gücün kontrolü için bireylerin sakinleştiricilere yönlendirilmesi üzerinde de duruyor.

Masumiyet kavramını gücün bilinçli olarak elden çıkarılması olarak yorumlayan Rollo May, masumiyet çeşitlerini de okura sunuyor: Bir imgelem olarak, örneğin bir sanatçının bir çocuğunkine benzeyen masumiyetine benzer bir masumiyet ve ruhsal boyuttan daha uzak, saflığı çıkar uğruna kullanan ve sorunlu bir çocukluğa takılıp kalmaya benzer bir masumiyet.

Amerikan kültürü ile özdeşleşen "şiddet" ve "gücü" irdeleyen yazar, çoğu zaman bizim de filmlerinde ya da dizilerinde ya da kısaca kültürel anlamda kendilerini "nasıl görmek istedikleri" veya "nasıl gördüklerini" dünyaya yansıtan her şeyde sıklıkla karşılaştığımız duruma değiniyor. Okurken benim aklıma nedense katlettiği hayvanlarla, güya "spor" olan "avcılık" adlı katliamı gerçekleştiren ve bununla gurur duyan ünlü bir grubun solisti geldi... O durumdan haberdar olunca "tam bir Amerikalı" diye düşünmüştüm; bu konu hakkında bir kaç kişiyle konuşunca onların da aynı yorumu yaptıklarını görmüştüm.

Gücün anlamı, var olma gibi konularla devam eden kitapta Rollo May aynı zamanda terapi uyguladığı hastalarının isimlerini değiştirerek vakalarından birkaçını bizlerle paylaşıyor. Güç ve güçsüzlük üzerine paylaştığı bu gerçek hikayelere dışarıdan bakan biri olarak, konu hakkında günlük hayat üzerine bir çok çıkarım yapılabileceği kanısındayım.

Şiddet denildiğinde akla gelen saldırganlık, şiddet ve coşku hakkındaki fikirlerini aktardığı bölümlerle kitabı sonlandırmaya doğru ilerleyen Güç ve Masumiyet'te şiddetin çözümlemesine ayırdığı bir bölüm de okuru bekliyor.

Otorite, güç, masumiyet, kurban olma, kurban rolü, güçsüzlük, delilik, kontrol, saldırganlık... Toplumun içinde, toplumun içinde görebileceğiniz bu kavramlar ve daha fazlası hakkında Rollo May'in kaleminden çıkma bir eseri okumak isteyenler ve bu kavramlar hakkında biraz daha düşünmek isteyenler için güzel bir kaynak. Toplumbilim için bir kaynak.

19 Mart 2015 Perşembe

Kitaplıktan Kareler: Masadan Bir Kare


Bir perşembe günü böyle geçiyor. İlgi çekici bir yanı yok ama kitap blog'um olduğu için ve günün büyük bir kısmı kitaplarla geçtiği için bu fotoğrafı paylaşıyorum.

Karman çorman bir seçim gibi dursa da birinden biri atlayarak okuyorum. Kitap okumaya kitap okuyarak mola veriyorum, öyle anlatayım.

Bence okumanız gereken, okumak istediğiniz birden fazla kitap ve kısıtlı zaman varsa bence birini bitirip diğerine geçmekten daha az yorucu oluyor böyle okumak. Eskiden aynı anda olabildiğince az kitap okumaya çalışırdım ama sonunda bu son yöntemi kendi adıma daha işe yarar buldum.

Fotoğraftaki kitapların yazıları da yakın zamanda blog'da olacak; merak eden varsa eklemek istedim.

Ozzy'nin fotoğrafta görünen albümü de uzun zamandır gözümün önünde değildi, ortalığı düzeltirken fark ettim. Çok sevdiğim bir isim değil, özellikle son yıllarında kesinlikle açıp dinlemeyeceğim bir karaktere dönüştü gözümde. Fakat, albümün çok sevgili ötesi sevgili birinden hediye olması ve aslında "eski zamanları iyiydi" klasiği yüzünden dinliyorum. (Hala 1gb'lık bir mp3 çalar kullanan sayılı insandan biri olarak itiraf edeyim; mp3 çalarımda Ozzy'nin eski çalışmaları mevcuttur........)

Evet, Ozzy kötüleme ve kitaplar konulu gönderimizin sonuna geldik.

İyi okumalar, iyi dinlemeler.

Aşırı alakasız not: Mercyful Fate dinleyin.

18 Mart 2015 Çarşamba

G. Acar - Savran & N. Tura Demiryontan "Kadının Görünmeyen Emeği"

Gülnur Acar-Savran ve Nesrin Tura Demiryontan'ın derlediği Kadının Görünmeyen emeği, içinde dört farklı makale barındıran, yine herkese tavsiye edebileceğim bir kitap.

Özel mülkiyet kavramının ortaya çıkışı ve bunun ardından işbölümünün cinsiyetlere dayalı hala gelmesi ve bu süre içinde kadının toplum içindeki konumunun geldiği hal, ilk bölüm olan "Sınıflı ve Devletli Toplumların Kökenindeki Mülkiyet Biçimleri, Politik İktidar ve Kadın Emeği" adlı makalenin başlangıcında okuru karşılıyor.

Evlilik biçimlerinin değişen boyutunun, anayerli ve babayerli toplumların arasındaki etkileşim ve zamanla bu dengelerin nasıl değiştiği bu bölümde irdeleniyor. Değişen üretim tarzlarının ailenin temel yapısı olarak sürekli ve sürekli sunulan başta aile olmak üzere toplumun diğer alanlarına nasıl yayıldığının çıkarımını yapmak da burada mümkün.

Akrabalık bağına bağlı gelişen mülkiyet hakkının, akrabalık ilişkilerinin ve ailenin kadın aleyhine gelişen süreci içinde değişen sosyoekonomik ve politik değişim sonunda kadın emeğinin nereden nereye geldiği anlatılıyor.

Bir sonraki "Baş Düşman" adlı makalede kadınların ortak noktası olan "ezilmişliği" ilk vurgulanan konu. Ev emeğinin toplumsal üretim içinde makineleşme - kapitalizm ile birlikte uğradığı değer yitimi, kadın emeğinin makineleşme sonrasında uğradığı "şok" ele alınıyor. Ev içi işbölümü, ev emeğinin ve kadın emeğinin ücretlendirilmesi konularında hemen hepimizin de bir şekilde maruz kaldığı haksızlıklar makalede incelenen konulardan bazıları.

Üçüncü makale "Ev Emeği Tartışması ve Ötesi", Christine Delphy ve John Harrison üzerine Maxine Molyneux'nun eleştirilerini kapsıyor. Kadınların ezilmesinin emek üzerinden işlendiği bu makalede tartışılan konular daha önce konuya yazarla aynı ya da yakın pencereden bakan okumalar yapanların hatırlayacağı ya da katılacağı karşı çıkışlar ya da onaylamalarla işleniyor. Kamusal alan dışında ve makineleşme sonrasında iyice toplum dışına itilmiş kadınlar ev içi emeği, aile kurumu, kapitalizm, emeğin ücretlendirilmesi makalenin ana konuları içinde sıralanabilir. Burada şöyle bir nokta var ki değinmeden geçemeyeceğim; kapitalizmin kadını ücretsiz ev içi emeğe yönlendirirken bir taraftan da ailedeki erkeği kapitalizm için var gücüyle çalışmak zorunda oluşu konusu üzerine yazılan makalelere en azından ben çok az yerde denk geldim,bunun makalede yer alması bence çok iyi. Bence, zaten burada sorun toplumsal cinsiyet dayalı işbölümü. Kadını eve hapseden de erkeği dışarıda uzun saatler boyunca çalışmaya mahkum eden de eşzamanlı incelenmeli, tartışılmalı...

Son makale "Marksizmle Feminizmin Mutsuz Evliliği"  (Heidi Hartmann) hakkında bir yazım zaten blog'da mevcut; o yüzden sizi o yazıya yönlendireyim eğer merak ediyorsanız. Burada tekrar yazmak istemedim.

16 Mart 2015 Pazartesi

Hillary Jordan "Uyandığında"

Yine uzun zamandır okumak istediğim, aldıktan sonra ise bir türlü okumaya fırsat bulamadığım (bu klişe ifade hakkında açıklama: Okumaya zaman bulamadım değil, bu kitabı okumaya fırsat bulamadım. Açıklama yapmazsam kimsenin merak etmediği okuma alışkanlığım hakkında gereksiz detaylar veremezdim gibi, neyse) Uyandığında'yı dün, yani bir Pazar günü içinde bitirdim. Başından kalkmayıp sürekli okusam daha çabuk biterdi ama araya giren gündelik işlerle kitabı bitirmem akşamı buldu.

Distopyaları çok sevdiğimden kitap zaten varlığını öğrendiğimden beri dikkatimi çekiyordu. ABD'nin bir din devletine dönüştüğü ve her şeyin din temelinde yaşandığı/yaşatıldığı bir gelecekte geçiyor Uyandığında. Hillary Jordan'ın distopyasında suçlular, işledikleri suçun ağırlığına göre rengi ve süresi belirlenen, deri altına enjekte edilen bir yöntemle cezalandırılıyor. Ekonomik zorluklarla mücadele eden ABD'nin bu cezalandırma yöntemiyle aynı zamanda suçluların hapishane masraflarının yükünden de kurtulmayı amaçladığı okura sunulan romanda, toplum içinde "suçlu damgası yemek" ağır biçimde ele alınıyor; suçlular, Renkliler'e dönüşüyor ve ceza süresi boyunca mahkum edildikleri deri rengi ile her gün yeniden ve her yadırgayan bakışla beraber yeniden suçları toplum içinde yüzlerine vuruluyor.

Din devletine dönüşen Amerika'da aynı zamanda kürtaj da yasaktır; zira kadınların doğurganlığını ellerinden alan bir salgınla mücadele içinde geçen uzun yıllardan sonra çıkan kanunlarla kürtaj en ağır cezalardan birini gerektiren bir suça dönüşmüştür. Kasten adam öldürmekle aynı cezayı gerektirmektedir; bir "kırmızı"ya dönüştürülmek.

Baş karakter Hannah Payne'la kitabın ilk başlarında, renklendirilme işleminin ardındaki ilk gününde karşılaşıyoruz. Hannah, kürtaj yaptırdığı için artık bir "kırmızı"dır. Kürtajı yapanın ya da çocuğun babasının adını vermediği için cezası üzerinden herhangi bir indirim alamamıştır.
Dindar bir ailenin, kendi çevresinden başka bir dünya tanımayan genç kızı Hannah'nın kürtaj, kaybettiği çocuğu ve yaşadığı ilişkinin kendisi üzerine sorgulamalara giriştiği dönüştürüme işlemi sonrası otuz günlük esaret ardından renkliler için tehlikelerle dolu dünyaya dönüşü ise ayrı bir sorun olacaktır.

Din egemen bir toplumun rehabilitasyon merkezi olarak sunulan, ancak şansı biraz yaver giden renklilerin belirli bir süre için girebileceği, bir manastır gibi tasvir edilen bir yere sığınmasıyla beraber Hannah, bir kırmızı olarak yaşamaya resmen başlayacaktır.

Kürtaj üzerine, insan hakları üzerine, din üzerine, ahlak ve vicdan üzerine verdiği mesajları, işlediği konuları, sürükleyici bir hikaye içinde okura sunan yazar Hillary Jordan'ın ikinci romanı olan Uyandığında, günümüzü düşündürtmeden hiçbir okuru son sayfaya kadar götürmeyecektir.

Kitap hakkında çok şey yazılır, ancak çok beğendiğim bu kitap hakkında yazdığım şeylere kendi yorumumu belki gereğinden de fazla katacağımı biliyorum. İpucu da vereceğimi biliyorum. Bunun yerine, size Uyandığında'yı okumanızı tavsiye ederek yazımı bitiriyorum. 

14 Mart 2015 Cumartesi

H. G. Wells "Efendi Uyanıyor"

H. G. Wells benim en sevdiğim yazarlardan biri. 1886 İngiltere doğumlu yazarın edebiyat tarihinin ilk distopyası olarak adlandırılan eseri "Efendi Uyanıyor", siyaset, sosyoloji gibi konularla ilgilenen herkesin (aslında örnek olarak saydığım bu iki dalla ilgilenmeyen insanların olmasını da anlamıyorum - illa akademik olarak ilgilenmekten de bahsetmediğimi özellikle belirteyim) okumasında fayda olan bir kitap.

1899 yılında kitaplaştırılan Efendi Uyanıyor, uykusuzluk sorunu çeken, üniversitede sosyalist gruplara yakın olduğu yalnızca bir satırda belirtilen Graham'ın, altı günlük uykusuzluk ardından daldığı derdin uykudan, 203 yıl sonra uyanışını anlatıyor. Değişen toplumsal, siyasi, ekonomik yapı, gelişmiş teknoloji Graham'ın şaşkına çeviriyor ve her şeyin nasıl, neden bu hale geldiği merakı içinde bırakıyor. Ancak şaşkınlığını katlayacak olan bir başka şey daha vardır; Graham, yıllardır hesabında biriken para sayesinde artık dünyanın sahibidir. Dünya üzerindeki her şeye sahip olan Efendi, Uykucu Efendi, Graham'dır. Hiç beklenmeyen uyanışın gerçekleşmesinin şoku Graham'ın kişisel şokuna sebep olduğu kadar, toplum içinde de beklenmedik büyük bir hareketliliği neden olacaktır. Zira; aslında Efendi'ye neredeyse tapanlar, ona büyük umutlar bağlayanların bile aslında Efendi'lerinin uyanmasına inancı sandıklarından da zayıftır.

Toplumsal değişmenin fitilini ateşleyen bu uyanış ile Efendi uyuduğu müddetçe yönetimi idare eden Konsey ve düşmanları Ostrog'un iktidar savaşı başlayacaktır. Sözde Efendi'nin pasifleştirilerek geri plana itildiği bu dönemde Efendi'nin mecazi anlamda uyanışı da geciktirilecektir.

Kapitalizm eleştirisi olarak ele alınabilecek, bir yandan da "sosyalizm bir ütopya mıdır?" diye okuru düşündürtecek bir eser. Seçkinler Teorisi'ni (Vifredo Pareto ve Gaetano Mosca) akıllara getireceğinden şüphem yok eserin; zira daha iyi bir toplum hayaliyle yaşayan kitlelerin umut bağladıkları -yine- başka bir yönetici sınıfın iktidarının da yine halka uzak, yine "başka bir yönetici sınıftan ibaret" olacağı gerçeğinin eleştirisi Efendi Uyanıyor'da yapılıyor. Sol kanadı temsilen kitapta yer alan karakterin (Ostrog) işçi sınıfını ve halkı görmezden gelerek, Efendi'nin iktidarının temelsizliği üzerine kendi koltuğunu garantileme çabası okura sunuluyor.

Kadın ve aile kavramının değişimini karakter Graham üzerinden yadırgadığını düşündüğüm yazar, yuvanın kadını kamusal alandan dışlayıp eve hapsetmesi üzerine kurulu kandırmacanın savunusunu yapıyor gibi görünüyor.

Graham'ın uykuya daldığı dönemi tanımlayan, hayallerindeki ve zamanındaki saflığı, o dönemin gelecek tasvirini yaptığı ve uyandığı dönemde karşılaştığı dünya arasındaki farklar, distopyaların beni çeken yönünü özetler nitelikte: Her şeyin güzel olacağını size kim söz verdi?
Efendi Uyanıyor. Ancak Efendi'nin gerçekten uyanması lazım.

Dönemin çok çok ilerisinde teknolojik gelişmelerin günümüz dünyasına oldukça benzer şekilde tasvir edilmeleri de dikkat çekiyor. Bir de, yazarın teknolojik gücü elinde bulunduranın güçlü olacağı çıkarımını burada çok önemli bence.

Kitabın içinde kesinlikle beğenmediğim, yazarın fikrini baş karakter Graham üzerinden ifade eder gibi göründüğü, özellikle bir konuda sergilenen sert bir tutum var. Graham'ın ırkçı tutumu,  bir yandan da Wells'in (bu kitabın dışında yer alan) ırkçılık karşıtı ifadeleri ile de çelişiyor.  Kafa karıştıran ve okuru illa ki rahatsız edecek olan Graham'ın tavrını bu derece okurun gözüne sokmasının dönemin Avrupa'sına yapılan bir eleştiri mi yoksa Wells'in o dönemki düşünceleri mi olduğu sorgulanabilir.

Okuyun, okuyun derim. 

13 Mart 2015 Cuma

Karen Joy Fowler "Hepimiz Tamamen Kendimizi Kaybettik"

BİR AİLE OLMAK

"Hepimiz Tamamen Kendimizi Kaybettik", Amerikalı yazar Karen Joy Fowler'ın yarattığı ailenin benzersiz hikayesini çok güzel özetleyen kitabının adı. "Kendimizi kaybettik" ifadesi, normalin dışına çıkan bir ailenin bireyleri üzerinde yarattığı çok yönlü sonuçları da vurgular şekilde. Zira anlatıcı olarak karşımıza çıkan Rosemary Cooke karakterinin beş yaşındayken ayrı düşürüldüğü ikiz kardeşi ardından kendisini tamamlayan bir şeyi kaybetmesinin, diğer yarısını kaybetmesinin, ardından ailesindeki bireylerin içine düştüğü açmazla birbirlerinden uzaklaşarak birbirlerini "kaybetmelerini" işaret ettiği gibi, aynı zamanda dışarıdan bakıldığında, hikaye içindeki başka karakterlerin ya da hikayedeki toplumun gözünden bakıldığında da çizdikleri "farklı, kendini kaybetmiş gibi duran, garip" aile portresini pekiştirecek nitelikte. Buna ek olarak, okura sunulan hikayenin farklılığına da çok net biçimde vurgu yapan bir ifade.

Anlatıcı karakter Rosemary ile yola  çıkan okur olarak biz, hikayenin ortasından başlayarak ilk başta öncesini, daha sonra da sonrasını öğreniyoruz. Bu arada hikayenin ortasından da bağımız kopmuyor. Yani farklı bölümlerde farklı zaman dilimlerinin hikayesini öğreniyoruz, zaman üzerinde bir o yana bir bu yana kayarak Cooke ailesinin gizemli, karmaşık, sıra dışı yaşamının tozunu biraz daha silerek, gerçeğe, olan biteni kavramaya yaklaşıyoruz. Rosemary'nin susmak bilmeyen bir çocuk olmaktan, nasıl daha fazla susma haline geçtiği, sakin ve durağan hayatı içinde okura sunulan bir başınalığının sebeplerinin ne olduğunu yavaş yavaş öğreniyoruz. En nihayetinde okuru uzun sayfalar boyunca merakta bırakan sorulara cevaplar bulduğumuzda ise, sonrası için başka bir merak kümesinin içine düşüyor ve bir dramın içinde gezinmeye devam ediyoruz.

Anne, baba, abi ve ikiz kız kardeşlerden oluşan Cooke ailesinin bireylerinin arasındaki ilişki oldukça ilgi çekici. Ailede birbiri yüzünden "kurban" konuma düşmeyen birey neredeyse yok gibi. Sorumlu, en başta sürekli babaymış gibi sunuluyor. Aslında düşündüğümüzde ailedeki her bir bireyin diğeri üzerinde yıkıcı etkisi olduğunu görmemek de mümkün değil. Geçmişle olan hesabı asla kapanmayan bu ailenin birbiri üzerinde yarattığı yıkımın sonucunda yarattığı "mutsuzluk ve pişmanlıktan yakasını kurtaramayan bir hayata mecbur" bireyler; başta anlatıcı ve baş karakter Rosemary üzerinden rahatça görülebileceği üzere. Yıllar önce verdikleri bir karardan dolayı, verdikleri başka bir kararın arkasında duramayacak hale gelmelerinin etkisi, Cooke aile için yıkımın başlangıcı oluyor. Ve bu yıkım, kitabın başından sonuna dek her şeyin belirleyicisi oluyor.

Bu benzersiz ailenin her bir bireyin üzerine yapışan bir pişmanlık hali, kendinden memnuniyetsizlik ve saplantılarla dolu hayatları içinde karşımıza çıkan konu ise sadece bir aile hikayesi olmuyor. Evet, iletişim sorunları ve anlaşmazlıklar bir yana, mesafeler bir yana, ailenin gizemli biçimde ortadan kaybolan bireyleri bir yana, karşımıza çıkan bir diğer dram ise insanlar ve hayvanlar üzerinde yapılan deneyler oluyor. İnsan denekler ve hayvan denekler kullanılarak yapılan bilimsel araştırmalar, hayvan hakları kitap boyunca sık sık sorgulamanızı bekler biçimde karşımıza çıkıyor. Deneğin ve amacın birbirine karıştığı, amaçların sonuca varamadan gerçeklik karşısında yenik düştüğü durumlarda okurun bir yandan insan, bir yandan da hayvan hakları hakkında düşünmesini bekliyor Karen Joy Fowler.

2014 Pen - Faulkner Ödülü, 2014 California Edebiyat Ödülü sahibi ve 2014 Man Booker finalisti, Aylak Kitap'tan Türkçe ilk basımı 2015'in ilk ayında yapılan "Hepimiz Tamamen Kendimizi Kaybettik", okuru bekleyen büyük bir sürprizle kendisini merakla okutacak etkileyici bir hikaye sunuyor. 

Terry Pratchett


“Evil begins when you begin to treat people as things.” 

Terry Pratchett (28 Nisan 1948 – 12 Mart 2015)

10 Mart 2015 Salı

Kitaplıktan Kareler: Yeniler


Son bir haftada kitaplığa eklenenler... Kitaplıktan okunmayı bekleyenler yığınına katıldılar; ama o yığın öylece durmuyor elbette, okuyorum da - doğal olarak. Yoksa neden alayım zaten? Evet, neyse.

Yazıları zamanla blog'da olacak. İçlerinden birinin, Levent Mete'nin "Şizofreni" kitabı hakkındaki yazımı da geçen hafta paylaşmıştım, blog'da bulabilirsiniz =)

7 Mart 2015 Cumartesi

Yeniler: Sahaftan Çıkış


İzmir'e geldiğimden beri ders çalışmak, ders çalışmak, ders çalışmak ve bir şeylere yetişmeye çalışmak haricinde pek bir zamanım olmadığı için sıklıkla yakınlarından geçtiğim "sahafa" uğrayamamıştım.

En son 10 yıl önce gittiğim bir sahaftı. Yani, İzmir'den ayrılmaya yakın son ziyareti yapmışım. Ne kadar açıklayıcı bir cümle oldu. Dün de, Alsancak'taki bir takım işleri halletmeye gittiğimde uğrayım dedim.

Sahafın adını bilmiyorum ama bulmak çok kolay; Sevinç Pastanesi'nin orada, Kıbrıs Şehitleri Caddesi'ne girin. Sağda, köşede büyük bir ayakkabı mağazası var. Onun yanından hemen ayrılan, sağa sapan sokağa girin, 10 saniye falan sonra karşınıza çıkıyor.

Çok sevdiğim bir sahaftı zamanında. İçi çok düzenli; türlere göre çok da güzel ayırmışlar, ben aradığım şeyleri kolayca buldum. Bir de bir yığın kitapta gözüm kaldı; romanlara pek bakamadım ama sosyal bilimlerde kaynak olarak kullanabileceğim dolu kitaplar raflardan ardımdan gözyaşları döküyordu adeta. Ayrıca fiyatları da uygundu. Hala öyle. İstanbul'da yaşarken sahaflara ilk taşındığım dönem hariç pek gitmemeye başlamıştım çünkü gerçekten pahalı satıyorlardı. Burası, tam tersi. Çantam tıka basa dolu olduğu, o tıka basa çantayla saatlerce koşturmak zorunda olduğum için sadece 3 kitap alabildim.

Aranızda kıyaslama yapmak isteyen ya da merak eden olursa diye fiyatlarını da yazayım:
  • Simone de Beauvoir "Bir Genç Kızın Anıları" - 10 TL
  • Graham Greene "Komedyenler" - 5 TL
  • Vassily Krapivin "Diyalektik Materyalizm Nedir?" - 5 TL

Özellikle de Beauvoir'nın kitaplarını piyasada bulmak çok zor, bir dahaki gidişimde daha fazla zaman harcayıp başka kitapları da varsa bakayım diyorum hatta. İzmir'de ne kadar daha yaşayacağımı bilemediğimden, o sahafın civarından her geçişimde kararlı bir şekilde uğramaya karar verdim. 

5 Mart 2015 Perşembe

Levent Mete "Şizofreni"

Anaakım medya başta olmak üzere, etrafımızdaki insanlarca bile sıklıkla sadece "kötü", "yanlış" bir harekette bulunan, toplumun kendi (sağlıklı olup olmadığı tartışılır olan)  normları dışına çıkan ve yadırgamayı sevdiği her kişiyi tanımlamak için/suçlamak için sıklıkla kullandığı bir kelime "şizofren".

Geçtiğimiz haftalarda bir kadın cinayetinin medyada yer alması üzere, şizofren bir insanın suç işlediği durumlarda hastalığı göz önüne alınarak nasıl bir hukuki süreç yaşanacağı konusunda yapılan tartışmaların üzerine, Say Yayınları'nın Psikoloji Dizisi'nden beşinci baskısını yapan "Şizofreni", sırf kelimenin ne olduğu merak edenlerden tutun da konuya ilgisi olan insanlara dek her okur için el altında bulunası bir kaynak. Özellikle son zamanlarda ülkemizde meydana gelen akıl almaz cinayetlerin ardından da belki bilmeyen, merak edenler vardır: Şizofreni nedir? Şizofrenlerin hepsi potansiyel katiller midir? Bir insan nasıl şizofren olur? Şizofreni için bir tedavi mümkün müdür?

Psikiyatr Doç. Dr. Levent Mete'nin kaleme aldığı kitap, girişinde şizofrenlerle yapılan görüşmelerin kayıtlarının yer aldığı bir bölümle başlıyor. Görüşmeler sırasında yapılan bant kayıtlarının dökümü olan bu bölümler, bir hastanın içinde bulunduğu durumu net biçimde, kendi kelimeleriyle okura anlatıyor. Ardından ise Levent Mete, bu yorumları hastaya yaptıran nedenleri, kelime seçimlerini yönlendiren geçmiş yaşantılarının analizi yapıyor.

Şizofrenide bil kullanımının soyut ve bilinen dilbilgisi kuralları haricinde bir yol izlediğinin vurgusunu yapan Mete, bir şizofrenin zihninin derinliklerinde meydana gelen ve dışa alışılmadık biçimlerde yansıyan davranış, tutum ve ifadeleri anlatıyor.

Şizofreni tiplerinin analiziyle devam eden kitapta, özellikle irdelenen konu şizofreninin nasıl ortaya çıktığı. Genetik faktörler, aile, çevre.... Genler mi çevre mi, sorusu burada okurun karşısına çıkıyor. Her iki durum için de yapılan araştırmalara yer veren Mete'nin anlatımından benim özellikle dikkatimi çeken, üretim sistemlerinin kişilik bozuklukları ya da bu kitap çerçevesinde şizofreni üzerinde olan yadsınamaz etkisi. Kitapta da "bireyin üretim bandına yönelmesi"ne benzer bir ifadeyle yer alan durum, açıkçası insanın doğasına "yabancılaşmasını" sürekli ortaya koyan Marksist kuramı aklıma getirdi. Zira bu yabancılaşma sonucunda bilincin/bilinçaltının normalin dışına sapma ihtimali üzerinde düşünülmeye değer. İnsan üremesinin kapitalist sistem için daha fazla iş gücü ihtiyacını odaklanması aklıma ilk gelenlerden biri. Ek olarak, şehir hayatı ve köy hayatının şizofreni üzerindeki etkisi de bu savı destekler biçimde.

Şizofreni tedavisinde kullanılan ilaçlar, şizofreninin geçici bir hastalık olup olmadığı, geçen bir şizofreninin tekrarlama olasılığı ve tüm bu süreç üzerinde etkisi olan faktörler, metnin sonunda gerçek bir şizofreni hikayesinin Levent Mete tarafından öyküleştirilmiş özeti ile kitap sonlanıyor.

Hayatınızda hiç şizofreni ile karşılaştınız mı, karşınıza bu hastalıkla mücadele eden biri çıktı mı ya da siz şizofren misiniz bilemem ancak önyargılar karşısında, toplum içinde insanların birbirini kötülemek ya da dalga geçmek amacıyla "şizofreni" kelimesini kullandığında unutmayın ki etrafta o hastalıkla mücadele eden ya da mücadele eden birilerinin yaşadığı zorlukları yakından yaşayan birileri mutlaka olacaktır. Yaşamadan, yaşayanın yanında yaşamadan, onun çektiklerini karşısında oturup görmeyen birinin şizofreniyi anlamasının gerçekten zor olduğunu düşünüyorum. Ancak, hakkında bilinmeyenlerle dolu şizofreniyi yakından tanımak ve belki önyargıları yıkmak adına Levent Mete'nin kitabını herkese tavsiye edebilirim. 

1 Mart 2015 Pazar

Okunanlar: Şubat 2015


Attığım pek yaratıcı başlıktan da göreceğiniz üzere, her ayın ilk günü, bir önceki ay okuduğum tüm kitapları paylaşmaya karar verdim. (Berbat görselin konumuzla alakası yok, kitaplıklardan birinin bir bölümü tıkış tıkış ve bu vaziyette. Onun fotoğrafı. Ancak kendi çekmediğim bir fotoğrafı kullanma riskine de girmediğimden size bu yazıyı maalesef bu görselle sunuyorum. Sonuçta konuyla ilgili, çok da yadırgamamak lazım: Kitaplar!)

Bu liste gün içinde on kere açıp elli farklı bölümünden notlar aldığım, bir nevi "kaynak" olarak kullandığım diğer kitapları kapsamıyor.

Bir de Şubat ayına Terry Eagleton ile başlamış ve ayı aynı yazarla bitirmiş olmuşum ayrıca, şimdi fark ettim.
  1. Terry Eagleton "Marx Neden Haklıydı?"
  2. William Hope Hodgson "Sınırdaki Ev"
  3. Agatha Christie "Son Evdeki Tehlike"
  4. Erich Fromm "Psikanaliz ve Din"
  5. Karen Joy Fowler "Hepimiz Tamamen Kendimizi Kaybettik"
  6. Marx, Engels, Lenin "Marksizm, Kadın ve Aile"
  7. China Mieville, Mark Bould "Kızıl Dünyalar"
  8. Altay Öktem "O Adam Babamdı"
  9. Terry Eagleton "Hayatın Anlamı"
Siz de kendi listenizi paylaşmak isterseniz yorum olarak bırakabilirsiniz.

İyi okumalar, iyi Pazarlar.