17 Haziran 2018 Pazar

Ngaio Marsh "A Man Lay Dead"

Ngaio Marsh 1895 - 1982 yılları arasında yaşamış, Yeni Zelanda'lı bir polisiye yazarı. Kendi tarzında adı "great ladies" arasında Margery Allingham, Dorothy L. Sayers ve "kraliçe" Agatha Christie ile beraber anılıyor(muş). Agatha Christie'yle adı birlikte anılan bu hanımefendiyi daha önce okumamuştum; Sayın Agatha Christie'ye olan hayranlığım sebebiyle merak ettim. Elbette kimse bir Christie olamaz (benim için).... Bağnazım. Bağnazlığımdan çok memnunum. Öyle ki, Agatha Christie'nin bilmemkaçıncı kez okuduğum bir kitabını tekrar okuyup, peşine bu kitabı okudum. Önce saygılarımı sundum yani.

Evet neyse bu kısmı sonsuza kadar uzatabileceğimi ispatladığıma göre kitaba geçebilirim.

Marsh'ın 1934 tarihli A Man Lay Dead adlı romanı "Roderick Alleyn" serisinin ilk kitabı. Alleyn de Scotland Yard'dan. (Scotland Yard'dan Agatha Christie'nin karakterlerini tanıyor mudur acaba Alleyn diye bir an düşündüm, işte saplantı işte bağnazlık işte tutku............)

A Man Lay Dead, bir cinayet "oyunu"nun kurgulandığı bir davette, gerçek bir cinayet işlenmesini konu alıyor. Cidden yazmayım diye kendimi tutuyorum Agatha Christie Hanımefendinin de böyle bir eseri vardı. A Man Lay Dead'den kopmayalım, ne diyordum? Katil kim, onu arıyoruz doğal olarak. Öldürülen de hakkında çok az kimsenin net bilgi sahibi olduğu, okurun karakter olarak çok kısa süre tanıma şansı olsa da kurgunun geneline dair başka ipuçlarını da aslında veren bir karakter. Zaten iç içe geçmiş iki mevzu var, birinin boyutu daha uluslararası diyebilirim.

Polisiye anlatırken herhangi bir şeyi belli etmeden nasıl konudan bahsedebilirim diye düşünüp her seferinde bir şeye dokunmadan yazıyı bitiriyorum. Burada da konuya daha fazla değinmeye gerek yok; davetliler arasından biri mi, yoksa dışarıdan gelen biri mi cinayeti işliyor, bunun cevabını arayıp duruyor Alleyn. 

İkinci bir Christie değil henüz tek kitabını okumuş olsam da Marsh benim için ve Alleyn de Poirot değil şu an haliyle. Kurgu benziyor olsa da nedense Christie'nin karakterleri daha çok tanıyabiliyorum okurken, A Man Lay Dead'de bu o kadar mümkün olmadı. Ya da katili bir şekilde okurun da bulmasına imkan veren o güçlü ipuçlarını varsa da yakalayamadım ama katil iki tahminimden biri çıktı. Yani, kurguda çok gizli bir ipucunu keşfettiğimden ya da açık açık katilin kim olduğunu belli ettiğinden değil, sadece "olsa olsa şu işte bi iş var" dediğimden yaklaşabildim. 

Sıkılmadan okudum, sonlara doğru hikayede çözülen başka mevzularla da biraz klişeleşiyor gibi geldi ama kötü diyemem.

Biraz zaman geçsin, bir kitabını daha okurum. 32 kitaptan oluşan Roderick Alleyn serisinin ikinci kitabı "Enter a Murderer" ile devam ederim.

14 Haziran 2018 Perşembe

Terry Eagleton "Tanrı'nın Ölümü ve Kültür"

Aydınlanmanın, idealistlerin ve romantiklerin gözünden Tanrı'yı irdeleyen Eagleton, sonrasında modern dönem ve postmodern dönemdeki Tanrı ve kültür üzerinden devam ediyor. 

Aydınlanmanın karakterinde din karşıtlığı olmadığını, inanca yönelik eleştirilerle din karşıtlığının bir olmadığını vurgulayan Eagleton'ın bu vurgusu, aydınlanmanın din ile olan meselesini siyasal zeminde incelemek gerektiğini öne çıkarıyor. Mesela toplumsal yaşamdaki din kurumunun, Aydınlanma'nın siyasi kültürü içinde ele alınan bir kurum olduğunu böyle görmek mümkün.

Dinin, toplumsal alanda kültürün işlevine en yakın rolde olduğunu belirten Eagleton, Aydınlanma'nın da dini reddetmeyişinin altında Aydınlanma'nın dini yok etmemesinin, amaçları için dinin yokluğunun olumsuz olacağını çerçevesinde ele alıyor. Dinin rolünün ve sembolik gücünün tarih boyunca aşılamayacak bir noktada olmasının, Aydınlanma'nın dine karşı olmayışı ile beraber değerlendiriyor.

Dinin gündelik pratiklere aktardığı gerçeklerini, anlatılar ve mitle güçlendirdiğini ifade ederek, kültürü Tanrı'nın seküler hali diye tanımlıyor Eagleton. 

Eagleton, Aydınlanma sonrasında kültürün derinliğine ulaşmasında milliyetçiliğin rolüne değiniyor. Milliyetçiliğin seküler bir yapıda olduğunu vurgulayarak, yirminci yüzyıl ortalarından itibaren milliyetçiliğin yükselişe geçmesinin, milletin devlet olarak yüce bir konuma konmasıyla beraber halkın gündelik yaşamının da artık tanımlı bir statüye kavuşmasıyla eş zamanlı gerçekleştiğini belirtiyor. Gündelik yaşam pratikleri, halkın kültürünü yansıttığından, milliyetçilikle beraber gündelik yaşam, halkın değerleri de eskisinden farklı olarak onaylanmaya başlamasının bu dönemde gerçekleştiğini ifade ediyor. Yaşam tarzı olarak kültür, milliyetçiliğin kaynaklarından biri olarak ele alındığında da milliyetçilik ve kültür arasındaki ilişki görülebildiğinden, milliyetçilik kültür konusunda neden taraflıdır, bu anlaşılıyor. Yani; "millet" olarak soyutlanan kültür, safını alırken de kültür birliğinden aldığı güçle, milliyetçi bir damarla bu yüzden taraflıdır. Çatışma cephesinde, kimliğin yansıdığı bir gösterge olan kültür, bu yüzden taraf tutarak savunulur; böylece siyaset alanında da milliyetçilik, kültürün değerini yükseltir. 

Nietzsche'de, Tanrı'nın ölümünden sonra toplumsal alanda soyut kalan imgelemlerin somutlaştırılabilmesi için mitin, Tanrı'nın yerine geçerek, Tanrı'dan kalan boşluğun mitolojisi ile doldurulduğunu belirtiyor. Burada, kültürün Tanrı'nın olduğu zeminde bir ihtiyaç içinde olduğunun da itirafı gibi oluyor aslında. Nietzsche'nin kültürün toplumsal alandaki ortak anlamları oluşturma, bireyleri bir arada tutma, bağlama işlevini reddetmesine karşılık toplumsal alanda sanatın yeniden varolabilmesi için mitolojinin o boşluğun yerine geçmesi gerektiğini belirtiyor Eagleton; böylece sanat yeniden doğabilecektir.

Bu açık kapamaya benzer biçimde, kapitalizmde, Eagleton, orta sınıfların sembolik açığını kapamak için mitin kullanıldığını belirtiyor; Aydınlanma'nın sıradan vatandaşta dine karşı bir şüphe yaratmasına karşılık, oluşan yeni boşluğa da bir cevap sunması ihtiyacı bunun sebebi oluyor. 

Eagleton, Tanrı'nın ölümü sonrasında adeta bilinçdışında gelişen, diğer ikame formların oluşturulmasına değiniyor. Sekülerliğin aslında Tanrı'nın ölümü olmadığını belirterek, sahte din formlarıyla hala varlığının izini gösterdiğini söylüyor. Örneğin, modern tarihin Tanrı'nın yerine bir vekil arıyor oluşuna verdiği spor örneği gibi. Sporu dinin çağdaş versiyonu olarak değerlendirirken, sporun ikonlarına, geleneklerine duyulan saygıya, sembolik olarak yarattığı ve ürettiği bağa, dayanışmaya, kahramanlarına dikkat çekiyor. 

Tanrı'nın ölümünün modernizmde yarattığı etkiye (kutlama, travma, hakaret ya da acı gibi) karşılık postmodernizmin bu ölümden etkilenmediğini anlatıyor. Meta anlatılar karşısındaki postmodernizmin aslında Tanrı ölümü sonrasındaki bir kültüre denk geldiğini ifade ediyor. Postmodernizm, kendisinden önce Tanrı cevabını veren sorular yerine kültürü koymuştur. Burada kültürün bir aşkınlık barındırması gibi bir iddia da söz konusu değildir; Tanrı'nın evrenselliği, postmodernizmde reddedilmiş ve olduğu dönem itibariyle de "ölü" kabul ediliyorsa, kültür üzerinden verdiği cevaplarla Tanrı'nın toplumsal alandaki yerine cevap sunuyorsa, evrensellik iddiasından kopmuş bir kültürden postmodernizm artık söz edebilir. Postmodernizmin kültürü meta bir anlatı olarak almadığı, kültürlerden bahsettiğini düşünürsek, postmodernizm öncesindeki kimliklerin sabit halinin yitmiş olduğu gibi, akışkanlık kimliklerin olduğu yeni bir dönemi temsil ettiğini varsayarsak, kültürü de Tanrı yerine koyduğu sabit ve tek olmayan bir "kültür" olarak değerlendirebiliriz. Bu noktada, yokluğunu umursamadığı Tanrı ile, hiçbir şeye inanmayanlar için her şeye inanabilecek olanlar için kültürler/kültür olarak sunulmaktadır. (Eagleton'ın ifadesi tam olarak şöyle; "hiçbir şeye inanmayan bir pişkin, her şeye inanmaya hazır bir fantezici olur çıkar"). Buna verdiği örnekleri aktarayım; scientology, Hollywood ünlülerinin Hinduizm, Kabala merakı, ultra zenginlerin meditasyon, sufizm merakı... Eagleton bunları, postmodernizme mal ediyor; kültür/kültürler, Tanrı'dan boş kalan yerde böyle bir sonucu yaratıyor diye.