Samuel Bjork, Norveçli Frode Sander Oien'in yazarken kullandığı takma isim. Bu kitap da şu ana kadar dört kitaptan oluşan Holger Munch&Mia Kruger serisinin ikinci kitabı. Nasıl bir süreç sonunda elimde ilk iki kitap olduğu halde ikinci kitaptan okumaya başladım seriyi gerçekten hatırlamıyorum. İlk kitap I'm Travelling Alone da var bende ama ikiden başlamış bulundum. Çok büyük bir kayıp ya da farklılık olduğunu sanmıyorum bu arada. İlk kitapta olanlara dair sık sık, fazlaca hatırlatma yapmış yazar. Okumuş kadar oldum. Cinayet hariç, Munch ve Kruger karakterlerinin ilk romanda yaşadıklarına fazlaca yer vermiş. Bunun nedeni de, Kruger karakterinin psikolojik olarak sıkıntılı bir durumda olması. Kardeşini kaybettikten sonra içinde düştüğü buhran, kardeşini kaybetme şekli, hayata başlama şekli derken karakteri yıkık yaratmaya çalışırken tüm kozları ortaya koymuş yazar sayesinde hayli kasvetli. Kendisini hissetmek istemez gibi, çılgınca içerken ya da intiharın kıyısında sürekli dolaşırken bir yandan da işini başarıyla yapan bir karakter Kruger. Ben böylesine karakterleri artık yorucu buluyorum, klişeleşmiş alkolik, boşanmış, çocuklarıyla ya da eşiyle sorunlu, intihar eğilimli vb. Birkaç tipleştirme var, sık sık soğuk diyar polisiyelerinde belki de okuduğum polisiyelerin genelinde karşıma çıkıyor. Munch karakteri de boşandığı eşini hala seven ve boşanmayı aşamamış bir karakter mesela. Benim için bu tipleştirmelerin zirvesi ve göze batmayan örnekleri Kurt Wallander, Harry Hole ve Erlendur'dur. Hiçbiri de gözüme batmaz, yormaz, kurgunun dışında, kurguyu hissettirecek kadar üzerlerine yüklenmiş özellikleri taşımaktan sıkıldıklarını okura yansıtmaz. Ama bahsettiklerim zaten işin zirvesindeki isimler, onlarla kıyas yapmadan okumaya çalışıyorum. Yine de bence artık yeterli. Polisiye okumaya Agatha Christie'nin muhteşem, düzenli, tertipli, kaya gibi Hercule Poirot'suyla başladığım için, tekrar eden özelliklerin itekleme varlığı daha da batıyor bana.
Ne çok yazdım. Ama genel bir yakınma oldu bu, kitaba özgü değil yalnızca. Romandan devam edeyim; ormanda, bir ritüelin parçası gibi öldürülmüş, pentagramın içine yerleştirilmiş genç bir kız bulunuyor. Kızın, sorunlu çocuklar için bir bakımevinde yaşamış olduğunun ortaya çıkmasıyla oklar oraya dönüyor; nerede ne döndüğünü anlamaya çalışan ekiple birlikte hareket ediyoruz. Bunu sevdim; özellikle katile ekiple aynı ipuçlarıyla yaklaşabilme imkanımız oluyor okurken. Dışarıdan izlermiş gibi okumayı, ortaya birden çıkan katil ya da çözümleri sevmediğim için ipuçlarını takip etme imkanı vermesini sevdim romanın. Hatta katilin kim olabileceğini anlama fırsatı da var.
Romanda sevdiğim şeylerden biri bu ipuçları, diğeri de şaşırtmacaların yormadan oradan oraya atmasıydı. Birkaç katil adayına TAMAM BULDUM dedikten sonra yine başka bir ipucuyla başka çözüme yönlendiriyor. Ancak, okuru hem ayık hem de ilgisini soruşturmada bu kadar tuttuktan sonra cinayetlerin nedeni için ortaya koyduğu neden de, katilin motivasyonu da bana çok havada geldi. Açıkçası bağlayacağı yeri yazar sanki sıkılıp üstünkörü geçiştirmiş gibi. Gayet gerçekçi ilerleyen roman birden fazlasıyla ayakları yere basmayan biçimde sonuçlandı.
Serideki ilk romanı da okurum, kolay okunan, klişeleriyle yormasına rağmen polisiye kurgusu olarak bence başarılı olan, ancak şu katile biraz daha zaman ayırsa olmaz mıydı dedirten bir romandı...