29 Eylül 2021 Çarşamba

Efterforskningen

Kareler ve Sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turu devam ediyor ancak bu sefer bir dizi paylaşmak istedim. 

Efterforskningen (The Investigation) adlı Danimarka yapımı dizi, kaybolan İsveçli bir gazetecinin, Kim Wall'ın cinayet soruşturmasını kapsıyor. Ben izlerken farkında değildim ancak dizi gerçek bir olayı, gerçekten Kim Wall cinayetini anlatıyor. Dizinin posterinde tepede yazdığı halde bu bilgiyi görmeden izlemeye başlamışım. 6 bölümden oluşan kısa bir dizi, 50 dakika gibi her bölümün süresi. Yemek yerken bi şey izlemek zorunda olduğum için soğuk diyar polisiyelerini mecburen keşfetmiş oluyorum ancak uzun dizilerden de nefret ettiğim için, böyle dizileri seçiyorum.

Kısaca bahsedeyim ve spoiler vermeyim. Ancak dizi, bildiğiniz tüm polisiye dizilerde, filmlerde hatta romanlarda yani kısaca tüm kurgularda görmeye alıştığımız, görmediğimizin olmadığı iki unsuru asla göstermiyor. Katil ve maktul. İlk bölümde görmediğimi çok geç fark ettiğim halde bir süre sonra yokluğunu hissetmesem de arada ifadeleri gündeme geldiğinde göreceğiz sanırım dediğim katili asla görmüyoruz. Adını duymuyoruz. Maktulün de öyle, bir fotoğrafları dahi gösterilmiyor. Ancak Kim Wall'ı ismen duyuyoruz. 

Cinayet de oldukça garip bir yerde, gerçekten dikkat çekici biçimde işleniyor. Bir denizaltında. 

Gerçek bir hikayeden uyarlandığını da dikkate aldığımızda bazı şeylerin ekranda asla gösterilmeme sebebini de anlıyoruz. 

Öldürülen Kim Wall, genç bir gazeteci. Dikkat çeken bir eğitim hayatı olmuş, dünyada gitmediği yer kalmamış, Çin'e taşınmak üzereyken öldürülüyor ve öldürüldüğü yer de onu katleden de oldukça ilginç. Diziyi izledikten sonra merak edip bakacağınızı düşündüğüm için yazmıyorum; izlemeyecek olanlar için de bu bilginin bir manası yok. Ancak kesinlikle bilinmezlerle örülü bir hikaye. Mesleği nedeniyle iki ismin de tesadüfen bir araya gelmesi ve dizideki açıklamalardan ibaret bir cinayet nedeni olacağına insan inanamıyor. Sanırım, finalde birkaç cevap bulunabilmesi adına işaret edilen bir noktanın varlığı da bu soru işaretini izleyenlerde uyandırmak. 

Oldukça acı bir hikaye, korkunç ve vahşice işlenmiş bir cinayet ve tam anlamıyla gerçeği yüzeye çıkarmaya çalışmanın hikayesi.

Son olarak oyuncular çok tanıdık; muhteşem oyunculukla durağan gider gibi görünebilecek ya da sık sık çıkmazlara girerek izleyeni ekrandan koparabilecek bir hikayede izlediğim 40-50 dakika cidden akıp geçti. Bron, Forbrydelsen gibi İsveç ve Danimarka polisiyelerini izleyenler hatırlayacaktır oyuncuları. Sade, normal, estetiğe boğulmamış oyuncularla, kıyafetleri ya da beden ölçüleri konuşulmayan yapımları çok seviyorum; ekranda normal insanlar, bir cinayeti aydınlatmaya çalışıyor. 

24 Temmuz 2021 Cumartesi

Eva Björg Ægisdóttir "Girls Who Lie"

Kareler ve Sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turu, İzlanda'dan yeni bir yazar ve seriyle sizleri yani blog'u okuyan kimse olmadığı için kendi kendisini selamlıyor. Selam. 

Eva Björg Ægisdóttir'in şu ana kadar iki kitaptan oluşan Forbidden Iceland serisinde The Creak on Stairs ve Girls Who Lie adlı iki kitap var. İlk yayınlandıkları tarihi kontrol etmedim ama yakın zamanda, mesela 2015'ten sonrasında kendi dillerinde ilk kez okuyucularla buluşmuşlardır tahminen. Öyle düşünüyorum; öyle düşünüyorum diye öyle olacak değil, kesin ve net bilgi isteyenler için kullandıkları arama motorlarına yönelmeleri iyi bir çözüm olacaktır.

Akıl vermem ve seriden kısaca bahsetmem bitti. Şimdi neden ilk önce birinci kitap olan The Creak on Stairs yerine Girls Who Lie adlı ikinci kitabı okuyarak seriye giriş yaptım, buna bir açıklama getireyim. Bende o vardı. Ancak diğeri de sanırım varmış ve ben gözden kaçırdım; çünkü yazarı uzun zamandır merak ediyordum ve ilk kitabı çok kez aradığımı hatırlıyorum ama olan oldu. Şimdi ikinci kitabın ardından ilk kitabı da okuyacağım için sorun yok. 

Romanın ve serinin baş kahramanı Elma adlı kadın polis/dedektif. Diğer dedektif de Saevar adlı bir bey. Ancak ekip elbette ikisinden oluşmuyor; küçük bir ekip olsa da hiçbir karakter gereksiz klişelere boğulmadan, kenara köşeye de atılmadan, gerçekten kurgu içinde bir işe yaramak dışında hikayeye dahil olmuyor. Ne kalabalık var ne boşluk. Öyle güzel bir kurgu, tam bir soğuk diyar polisiyesinin, özellikle İzlanda'daki polisiyelerin övülesi bir örneği. İzlanda polisiyelerinde mesela İsveç polisiyelerinde olmayan bir şey var; bunu adanın ve yalıtılmışlığın, doğanın insan karşısında hala egemen yanının İzlanda'da daha çok hissedilmesine bağlıyorum. Elbette bunlar benim çıkarımlarım. Doğanın ihtişamlı, ürkütücü ve güçlü kaldığı, insanların yaşamlarına doğayla cebelleşmenin verdiği "azıtmama" halinin yaşam tarzında genel bir unsur olarak bulunduğu, yalnızlık ve soğuğun yazarlara ve kelimelerine kesinlikle sindiği bir tarz oluşturuyor İzlanda polisiyeleri - bence. İsveç örneğinden devam ederek kapayım; İzlanda karşısında İsveç polisiyeleri her ne kadar Amerikan işi polisiyelere kıyasla ya da bizim yaşamımıza kıyasla daha durağan ve mesafeli görünse de, kesinlikle karanlık, kötücül, kaotik bir yana sahip. İşte İzlandalı yazarların polisiye romanlarına dair kafamda oluşan bu imaja, Girls Who Die da dahil oldu.

Blog'a bir önce eklediğim ve neredeyse polisiye türü için bir zaman kaybı olan (bir önceki blog yazısını merak edenler, buyursun okusun) romandan sonra Girls Who Lie'ı ne kadar beğendiğimi anlatamam. Küçük bir şehirde, Akranes'te geçiyor olaylar. Bir önceki romanda Akranes'e döndüğü ilk dönem var sanırım Elma'nın. Başından geçen üzücü bir olay sonrasında doğup büyüdüğü yere geliyor Elma. Burada sakin, sessiz bir şekilde genelde ufak tefek hırsızlık ve trafik kazaları olacağını umuyor ancak öyle olmadığı belli - on beş yaşında, babasına dair bir bilgi olmayan Hekla adlı bir kızı olan, biraz sorunlu bir hayatı olan Marianna adlı kadın kaybolduktan yedi ay sonra cesedi, uzakta bir bölgede, bu volkanik bir arazide, terk edilmiş halde, bir mağarada tesadüfen bulunuyor. Kaybolduğu gün kızına özür dilediğini belirten bir not yazdığı ve hem kızıyla hem de kendisiyle sorunlu bir hayatı olduğu için intihar ettiği sanılıyor, kayıp vakası olarak düşünülüyor ve araştırma buna göre yapılıyor. E, işin cinayet olduğu ortaya çıkınca her şey baştan, yeniden başlıyor ve artık bir katil aranıyor. 

Bu arada, on beş yıl öncesinden başlayan bir hikaye de geri-dönüşler olarak ayrı bölümler olarak karşımıza çıkıyor. Yalnız bir anne, artık hayatta olmayan bir adamdan olan, istemeyerek doğurduğu çocuğu ile genç yaşında bir hayat kurmaya çalışıyor. Ne annenin, ne de çocuğun adını biliyoruz. Yaşıtlarından farklı olan bir çocuk ve annesinin onunla olan zorlu ilişkisini okuyoruz.

Öte yandan, soruşturma devam ediyor. 

Devamı romanda. 

Dediğim gibi, blog'da bir önceki yazıda o bahsettiğim roman ne kadar kötü bir polisiye örneği ve soruşturma nedir, nasıl yapılır bilmiyorsa, Girls Who Lie da uzman bir dedektifin yazdığı bir kurgu elbette değil ancak o kadar "bilinçli" yazılmış ki, yazarın bilmediği işe hiç girişmeden, elindeki bilgiyle polisiye kurgulamaktaki ustalığı olmuş. CSI tarzı kurgulardan hoşlanmam, zaten o yüzden soğuk diyar polisiyesinin peşindeyim ve bağımlısıyım. Yazar kesinlikle gereksiz hiçbir hikaye, detay yaratmamış. Dertli karakterlerin hiçbirinin hikayeye yedirilmeyecek ve bağlanmamış olan hiçbir derdini, efkarını öğrenmiyoruz. Karakterler üzerinde laf salatası olsun diye giydirilmiş fazladan hiçbir hikaye yok, klişeler elbette var ancak bunları şöyle okuyoruz; gündelik hayat zaten böyle. 

Umarım bu yazar ve bu seri dikkat çeker ve Türkçe'ye de çevrilir. İlk kitabı okumaya da bugün başlayacak biri olarak bu da hiçbir okuru olmayan, soğuk diyar polisiyesine adanmış bu blog'un ülkemiz yayınevlerine çağrısıdır. Ne kadar ciddi yazdım.

19 Temmuz 2021 Pazartesi

Camilla Läckberg "Deniz Kızı"

Kareler ve Sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turu, bu turun değerli yaratıcısı ve tek takipçisinin yani benim işim gücüm yüzünden ve yarım küremizin içine düştüğü yaz mevsimi denen rezalet yüzünden durakladı bir süredir. Yeni romanlar okumaya, yeni yazarlar bulmaya devam ettim ama bir kitabı okumak onun hakkında yazmaktan daha kolay çünkü yazmak için sıcakla boğuşarak klavye başına geçmem lazım. Onu yapacak gücüm yok Altan...O kadar sıcağa karşı dirençli olsam teze üç satır daha eklerdim ama neredeyse bir aydır cebelleştiğim sıcak denen rezil hava durumu elimi kolumu bağladı.

Hemen kitaba geçiyorum; Camilla Lackberg'in Patrick Hedström serisindeki altıncı kitap. Galiba dört kitabını ya da beş kitabını okudum bu serinin, emin değilim. Blog'a eklemediğim kitaplar da var çünkü; onları da kısa zamanda ekleyim. 

Lackberg hem çok popüler hem de çok kazanan bir yazar sanırım, ekonomi mezunu olması ve alanda çalışması da iyi yatırımlar yapmasını sağladı galiba, geçen gün ne kadar kazandığını biraz s*da s*ayan havasıyla paylaştı hesabından. Neyse; Lackberg'i Mankell'le kıyaslıyorlar, kendisi gibi bir isveçli oluşu dışında bu yorumlara sakın inanmayın. Mankell dünyanın en iyi soğuk diyar polisiyesi yazarıdır; Lackberg ise kendisini okutan romanlar yazmasının yanında aslında iyi bir polisiye yazarı olmadığı gibi, iyi bir polisiye yazmak için hiçbir çaba göstermeyerek bir şey anlatmaya odaklanmış bir yazar. Bunu yaparken de gittikçe daha çok klişeye boğuluyor. Hem polisiye için yetersiz, hem de klişelerden kendisini kurtarmadan yol alıyor ama bir yerde tükenecektir sanırım. Bu arada Lackberg, ilk eşinin kendisine doğum gününde yazarlık kursu hediye etmesiyle yazarlığa başlayan bir isim; eşinin de beraber oldukları sürenin tamamındaki yayınlar üzerinden hala pay alıyor olmasına da hayret etmiştim bu arada, İsveç yasalarında böyle bir hak varmış. Yazan kadın ama adam hala pay alıyor inanılmaz.

Neyse. Deniz Kızı'ndan kısaca bahsedeyim; olaylar Patrick Hedström serisinin başından beri gerçekten minicik bir İsveç kasabası olan Fjallbacka'da geçiyor. Patrick, Erica Falck adlı yazarın kocası olan dedektif. Erica da baştan beri her olayın direkt içinde; ikilinin serisi bu aslında öyle düşünün. Gerçekten bir dedektif ne yapar, ne eder hiçbir şey bilmediğinden artık emin olduğum Lackberg'in bu romanı da aynı yerde devam ediyor. Bir önceki romanda ilk romanını yazan Christian adlı kütüphaneci, bu romandaki ana karakterler arasında. Deniz Kızı adlı romanı yeni çıkan, kütüphanede çalıştığı ve eşinin, çocuklarının adı dışında aslında hakkında kimsenin bir şey bilmediği Christian bir gerilimler içinde. O arada da aylardır yakın bir arkadaşı olan Magnus kayıp. Olaylar böyle başlıyor; sonrasında Magnus'un cesedinin bulunmasıyla ortada birden fazla kişiye yönelmiş bir tehdidin varlığı açığa çıkıyor. 

Ama bu nasıl çıkıyor? Karakolda gittikçe her kitapta daha da polisin ne olduğundan haberi olmayan karakterleriyle karşılaşıyoruz Lackberg'in. Ya şöyle örnek vereyim size; desem ki Umut Erdoğan (benim bu arada, selamlar, nasılsınız?) hakkında bir araştırma yapın, kimdir bu nedir ne değildir? Sanırım BİLGİSAYAR, İNTERNET, EMNİYET ARŞİVİ, KİMLİK NUMALARI ÜZERİNDEN KAYDEDİLEN VERİ gibi basit adımlar derhal herkesin aklına gelir. Yok valla, Lackberg'in romanlarında gelmiyor. Hatta sadece birkaç adımla bulunabilecek olan EVLİLİK KAYDI gibi şeyleri bile bulamıyorlar. Kimsenin aklına gelmiyor. Bulunması günler alıyor? Rezalet ya kusura bakmayın. Teknik hiçbir bilgi yok. Ancak otopsi raporu ne zaman gelecek yahu, seviyesinde girişimler var. Olay yeri, olay yeri inceleme hak getire, hatta olay yeri incelenmiyor bazen. Nereye Mankell olmuş diyorlar Lackberg'e gerçekten anlamıyorum ya.

Hikayede merak unsuru var mı, var. Katili tahmin etmeniz için mantıklı biçimde iyi kötü yerleştirilmiş ipuçları var mı, var. Ancak polis mi Erica mı burada POLİS işte onu anlamıyoruz. Ayrıca karakterlerin üzerine yapıştırılmış özellikler o kadar klişe ki, bari klişelerden biri DEDEKTİF klişesi olsaymış da Patrick ya da koca karakoldan birkaç kişi EN BASİT ŞEYLERİ, ÇOCUĞUN AKLINA GELECEK BİLGİLERİ bulma girişimi gösterseymiş. Erica ikizlere hamile haliyle atlıyor zıplıyor zıp orada zıp burada bilgi topluyor. Eeee, biz tam olarak ne okuyoruz? Patrick neden var? Polisler neden var? Bir açıklama yok. Berbat klişeler ile işlevsiz kıldığı birçok polis karakteri böylece Erica karakterini öne çıkarmak için akıl almaz biçimde kenara atıyor. Lütfen okuyun kendiniz de görün.

Bir de Henning Mankell'in Wallander serisinden bilirsiniz, Nyberg karakteri vardır olay yeri incelemeci. Onun taklidi olan bir olay yeri incelemeci yaratmış Lackberg, yapma bunu işte. 

Evet kitabı elinize alsanız bir iki günde bitirirsiniz, merak ederek hem de. Ama bir yığın yan hikaye, bir yığın karakter, zorlama ilişkiler kurulmuş karakterler ile sonunda aslında kitabı kapattığınızda aklınıza gelen finali yazmakla hikayenin başını düşünmek dışında aslında hiçbir şeye çaba göstermemiş, ne yazsam artık satar diye düşünen bir yazarın kitabını okumuş olmanız.

Gerçekten, bir polisten de destek alınabilirdi akıl ermiyorsa. Ya da hiç bulaşılmayabilirdi. 

Bir de eklemek istiyorum, kitaplar Türkçe'ye çevrildikten sonra son okumalar dikkatsiz yapılıyor sanırım. O yüzden Türkçe okumaya yanaşmıyorum. Bu kitapta da karakter adları birçok kez karışmış. Değişen sahneler arası boşluklar atlanınca bazı yerlerde anlatılanlar iç içe girmiş. 

9 Nisan 2021 Cuma

Arnaldur Indridason "The Shadow Killer"

Kareler ve Sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turu yine Arnaldur Indridason ile devam ediyor. Erlendur serisinin ardından devam ettiğim Reykjavik Wartime Mystery serisinin ikinci kitabı, The Shadow Killer. 

İlk kitabın, shadow district'in yazısı da blog'da var, hemen merak edip bakarsanız ilk sayfada bulursunuz. Yok sonra okurum meh derseniz yapacak bir şey yok, medial temporal lobunuz iyi çalışıyor olmasını dilemekten başka bir şey gelmez elimden.

Bu serinin kahramanları Flovent ve Thorson, bu kitapta da ikili olarak çalışıyor. Vakaların sürekli İzlanda'yı aslında işgal etmekte olan Atlantik güçleriyle de bağlantılı oluşu nedeniyle askeri polis de İzlanda polisiyle birlikte çalışma ihtiyacı duyuyor. Bunu da Thorson'u görevlendirerek yapıyor, kendisi Kanada'ya göç etmiş İzlandalı bir anne ve babanın çocuğu olarak dil sorununun olmamasıyla Flovent'in yanına gönderilecek olan en doğru kişi oluyor. Sonraki romanda ne olacak ben de merak ediyorum muhtemelen yine ikili beraberdir, anladığım kadarıyla seride iki ismi birbirinden pek ayırmıyor da Indridason. Hem karakterleri öne çıkarma konusunda hem de karakterleri okuyucuya yakınlaştırmak konusunda oldukça eşit davranıyor. 

The Shadow Killer'da bir adam vurulmuş ve kafasına kendi kanıyla swastika çizilmiş halde bir dairede ölü bulunuyor. Dairede oturan kişinin bu adam olmadığının anlaşılmasıyla da ölü adamın ve ortadan kaybolan dairenin sahibinin peşine düşüyor ikili. Kaçan katil midi, bir başka kurban mıdır, cinayetle bir alakası var mıdır, varsa bu nedir ve bu adam kimdir sorularıyla başlıyor roman. İsimsiz kurbanı vuran silahın da Amerikan ordusuna ait olduğunun anlaşılmasıyla Thorson ve Flovent'in yolu da bu roman dahilinde böylece yeniden kesişmiş oluyor. Hikayenin İkinci Dünya Savaşı sırasında geçtiğini de hatırlatmak isterim. Böyle olunca ikili bir ajan kurban ya da ajan katil çıkma ihtimalini de düşünmeye başlıyor. 

Ari ırk saplantısına sahip naziler, İzlanda'nın naziler için anlamı, Almanya ve İzlanda arasında konuşlanmış Amerikan askerleri üzerinden yaşanan gerilim derken hikayenin içinde tarih daha da karşımıza çıkar hale geliyor. Her zamanki gibi Indridason'un İzlanda'nın kapalı bir tarım toplumundan İkinci Dünya Savaşı ve Amerikan, İngiliz askerlerinin ülkeye gelmesiyle bir tüketim toplumuna, kültürel yapısının bozulmasına dair düşünceleri de sıklıkla karakterler üzerinden okura yansıyor. Ancak bu romanda casus romanlarının havası biraz hissediliyor, okurun kafasında da cinayete dair sorular şekillenirken ihtimaller bu havayı artırıyor. Öte yandan olaylar tek boyutlu olmadığı için, yalnızca casus romanı gibi okunmuyor. Indridason bilinmezin ve farklı duyguların çok olduğu bir roman sunuyor.

Soğuk diyar polisiyesi turu için seçtiğim kitapları ancak tüm işlerim bittikten sonra yani gece yarısından sonra okuma imkanım oluyor. Okunacak çok fazla şey olduğu için gözlerimin ve frontal korteksimin son çabaları gün içinde bunları okumak oluyor. Ona rağmen birkaç günde bitecek kadar akıcı, kendisini okutan, uykumu açan kitaplar. Daha önce de dediğim gibi, Indridason'un bu serisini de sevdim. Bulursam üçüncü kitabı da okurum ve paylaşırım. Şimdi Erlendur'un 28 yaşına denk gelen bir romanı okuyorum, onu da haftaya eklerim herhalde.

21 Mart 2021 Pazar

Arnaldur Indridason "Strange Shores"

2021'de Kareler ve Sayfalar Soğuk Diyar Polisiyesi (özel) Turu, Arnaldur Indridason özel turuna dönüştü şu ana dek. İstikrarlı bir durum. Bundan bir yıl önce de sanırım Ragnar Jonasson özel turuydu. Benden başka kimsenin umursamadığı bu tur için azimle yola devam ediyorum; o yolda Strange Shores'dayız şimdi de. Arnaldur Indridason'un Erlendur serisinin on birinci kitabı. Bundan sonra yazılmış bir Erlendur kitabı daha yok bildiğim kadarıyla, yazar ne yapacak ne edecek onu da bilmiyorum. O yüzden son roman olduğunu kabul ederek yazmaya devam edeyim.

Strange Shores'un zamanlamasını spoiler olmasın diye özellikle belirtmeyeceğim ama spoiler olur mu olmaz mı bunu belirtmek ondan da tam emin olamadım. Bu roman, başka romanlarla da çakışıyor çünkü. Okuyunca anlarsınız. Okursanız tabi, bu satırları da okuyan varsa. 

Erlendur serisinin tamamı, geçmişteki bir kaybıyla ilerliyor. Dedektif Erlendur'un hangi kitabından bahsetsem bunun için de bir paragraf olmuştur muhakkak. Küçük yaştayken, babası ve kardeşi ile birlikteyken tipide kardeşini kaybetmesi, hayatının tamamını etkileyen tek olay sanırım. Evliliğinin bitişinden çocuklarıyla olan ilişkisinin sınırlılığına, çalışma hayatında araştırdığı vakalara dek gördüğümüz şey, Erlendur'un yanı başında duran şey işte bu kaybın yarattığı his, durum. Araştırdığı vakaların yanında bir cold case'in de her zaman hikayelerde bize eşlik etmesi, bu vakaların peşine düşmedeki hırsının geride kalanlarla kurduğu empatinin şiddeti her romanda vardı. Erlendur'u takip eden, bulunamayan kardeşin yarattığı boşluk, polisiye bir romandaki katil kim sorusu kadar okurun da yakından takip ettiği bir şey oldu hep. 

Serideki roman, Strange Shores'da da, nihayet Erlendur olayın gerçekleştiği yerde, ailesinin yaşadıkları acı olaydan sonra terk ettiği, artık harabeye dönüşmüş olan o evde. Peşinde olduğu yeni bir vaka olmamakla birlikte, Erlendur yeniden bir bilinmezin peşine düşüyor. Yıllar önce, Erlendur'un çocukluğuna denk gelen dönemde, fiyortlarda kaybolan genç bir kadının hikayesinin peşine düşüyor. Öte yandan, İzlanda'nın ve Erlendur romanlarına sinen kendine has yaşam tarzı ve onu yaratan doğanın da peşine düşüyor. Bunun nedeni ise, kardeşine ne olduğunu hala bilmek istemesi. Evinden çıkıp ailesine gitmek isteyen genç kadının ortadan yok olmasına bir cevap bulmak için o günlerde hayatta olanlarla, ailenin yakınlarıyla, konuya en ufak teması olanlarla konuşarak geçmişin gölgesine ışık tutmak istiyor. Erlendur, kardeşiyle ilgili ulaşamadığı gerçekler gibi, başkalarının da aynı gerçeklerin yokluğu ile "geride kalmasına" aslında dayanamıyor; geride kalanlar için çırpınması, artık unutulmaya yüz tutmuş bir kaybolma hikayesinin peşine düşmesi de her zamanki gibi aynı nedenden.

Odalarının çökmeye başladığı o eski harap evde yatıp, soğuğa rağmen geceler boyunca düşünürken Erlendur adım adım ilerlemeye başlıyor. Hem kayıp kadın Matthildur'a yaklaşıyor, hem de kendi geçmişine...Ve kardeşinin ardında bıraktığı bilinmeze dair ufacık da olsa cevaplara.

Serideki en yavaş ilerleyen roman gibi geldi başlarda, bir de yeni bir vakayla ilerlemiyor oluşunu da hesaba kattığımda diğerlerinden tek farkı da bu olmadı. Zaten okursanız, romanın serideki konumun da benzersiz olduğunu görürsünüz. Sonunda her şeyin başladığı yerdeki bir Erlendur, hayatında ilk kez nefes almak ister gibi aslında. 

18 Mart 2021 Perşembe

Arnaldur Indridason "The Shadow District"

Kareler ve Sayfalar Soğuk Diyar Polisiyesi (özel) Turu tüm hızıyla devam ederken siz bu turu yavaş ya da hareketsiz sanmış olabilirsiniz ama elbette yanıldınız. Bir başka Arnaldur Indridason romanı görmek sizi kesinlikle yeni bir şey ile karşılaşmadan ilerlediğimi düşündürtmüş olabilir ama hayır, oldukça yenilikçi bir adım attım ve... Bu seri Erlendur serisi değil. İşte yenilikçilik. Yazılım öğrenin. İnovasyon inovasyon inovasyon. Arnaldur Indridason'un Reykjavik Wartime Mystery serisinin ilk kitabı The Shadow District ile hızla devam ediyor kareler ve sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turu. 

Erlendur serisini bu hafta itibariyle bitirdim. Okuduğum son kitabı hakkında yazıyı da üşenmezsem bu hafta yazarım. The Shadow District'i daha önce okumuştum gerçi ama ancak şimdi hakkında yazabilecek zamanı buldum. İzlanda'daki Amerikan varlığının soğuk savaş dönemindeki bir tablosu Indridason'un hemen her romanında vardı. Erlendur serisinin kurgu itibariyle şimdiki zamandaki bir cinayet/kayıp vakasına ek olarak bir de çözümsüz kalmış eski bir dosyayı içererek ilerlemesi yüzünden bu durumu yazar hep aktarmıştı. Bu durum neydi; geleneksel karşısında Batı. Geçmişiyle olan ilişkisi nedeniyle İzlanda'nın kültüründen doğasına, aslında tüm İzlanda'nın kendisine has yapısıyla arasında sıkı bir bağ olan Erlendur'u okuduk hep. Eskiye özlemle karışmış eskiyle yaşama hali. Can acıtan hikayesiyle gördük bu durumu hep. O yüzden Amerika'nın İzlanda'daki varlığının karşısında duran, tüm kültürel yozlaşma noktalarında geçmişi (aslında İzlanda'yı) temsil eden dedektif Erlendur'u okuduk. Şimdi, Reykjavik Wartime Murder serisi ile anladığım kadarıyla şimdiki zamandan tamamen kopup, soğuk savaş dönemine dönüyoruz. Artık bahsedilecek bir geçmişin gölgesi varsa, tahmini 1900'lerin başına gelecek.

İzlandalı bir dedektif Flovent ve Amerikan askeri polisini temsil eden Thorson başkarakterler. Vakanın askeriye ile bağlantısı olduğundan, Thorson da temsilen var ancak galiba üç kitaplık serinin üç kitabında da iki karakter birlikte.

İkinci Dünya Savaşı'nın son zamanlarında Reykjavik'te genç bir kadının cesedi bulunuyor. Cesedi bulanlar ise toplumun ve ailesinin aslında onaylamadığı "amerikan askerlerinden biriyle" gizlice buluşan kız ve asker olan erkek arkadaşı. Yazarın ilk değindiği konu, amerikan varlığının geleneksel yapı karşısındaki yozlaştırıcı etkisi. İkili ilişkilerde, tüketim alışkanlıklarında değişimi yaratan bu "şey" ile tanışıyoruz. Dediğim gibi bu sık sık Erlendur serisinde de vardı ancak yazarın hikayenin geçtiği zaman dilimini değiştirmesi konuyu daha yakından işlemesine imkan vermiş. 

Indridason'un romanlarında sanırım sürekli göreceğim; bu romanda da geçmişin gölgesi var. Geçmişten bir mesele, bir gizem, bir vaka yine var. Bir bilinmez yine var. 

İzlanda ve Amerika arasında uyumlu bir çalışma diyebileceğimiz Flovent ve Thorson'un beraber çalışması da şaşırtıcı küçük detaylarla hikayede var. Ben bu ikiliyi çok sevdim bu arada Erlendur'un hüznünü ikiye bölüp iki ayrı karaktere yedirdiğini düşünün, işte bu ikisi o iki karakter olur. Hüznün her birinde başka bir noktaya ağırlığını verdiğini düşünüyorum bir de. Yazarı gerçekten gittikçe daha çok seviyorum. 

Ama hala bir Wallander değil kimse, çünkü bu imkansızdır. 

Devam edeyim. Soğuk diyar polisiyesi dediğim his bu romanda var aslında çünkü Flovent ve Thorson'daki hüzün kadar dönemin savaşılan bir dönem, cinayetin ardındaki hikayelerin peşinde ilerlediklerinde sürekli yeni bir çatışma var. 

Cinayeti kimin işlediğinin peşinde, yıllara yayılmış bir hikayenin yavaş yavaş gün yüzüne çıkmasıyla, İzlanda'nın halk anlatılarıyla, hiçbir zaman değişmeyeceği belli olan vicdansızlıkla örülü, beni kendine çektiği için ikinci kitabına da başlamış bulunduğum bir soğuk diyar polisiyesi serisinin ilk kitabı. Tavsiyedir.

13 Mart 2021 Cumartesi

Arnaldur Indridason "Into Oblivion"

Arnaldur Indridason'un Erlendur'unu bu kadar benimseyeceğim aklıma gelmezdi ama aklıma gelmeyen her şey olduğu gibi bu da oldu. Keşke bu cümleden sonra biraz modernite ve mevcudiyet metafiziği sövsem ancak Kareler ve Sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turu beklemez. 

I drove all night çalıyor radyoda şu an, Trt Radyo 3. Daha önce de Black Velvet çaldı bu bilgiyi ne yapacağız acaba diye homurdanıyorsanız size ancak şunu söyleyebilirim; bu şarkılar nasıl geçmişe bir dönüş ruhuyla beraber kulağınıza geliyorsa her duyduğunuzda, Into Oblivion da öyle. Hadi bakalım. Bağladım değil mi? Bu arada kesinlikle iki şarkıyı radyoda duyunca benden başka pek kimse böyle geçmişe dönmüyordur. Mesela Bach dinlerken de geçmişe dönüş diyebilirdim ama hayır, çünkü o dönem yaşamıyordum. Ancak eserin icracısının döneminde yaşıyor olabilirim. Bu yüzden icracıyı bilmek gerek. Evet. İşte nörogelişimsel bozukluk mağdurlarından bir kuple.

Into Oblivion'a geçelim. Bu roman Erlendur serisine dahil ancak "Young Erlendur" serisi olarak dahil. Bu seride de üç roman var, henüz birini okudum o da bu. Bundan sonra birini daha okuyacağım böylece son ikisi bitmiş olacak ancak ilkini yine okumamış olacağım. Artık ben de bıktım bu sırasız okumadan Erlendur konusunda ama yapacak bir şey yok, onu sonlara doğru toparlamıştım. Neyse. Bu romanda Erlendur da benim gibi 33 yaşında. İnsan Erlendur'un da bir zamanlar genç olduğuna inanamıyor. Erlendur'un genç olduğuna mı inanamıyorum yoksa kendi yaşlılığıma mı bilmiyorum, tüm bunlar da seriyi neden her yeni romanla beraber daha çok sevmemle ilgili.

Anladığım kadarıyla Amerika, İzlanda'nın toplumsal hafızasında Soğuk Savaş'ın ötesine geçen bir yere sahip. Arnaldur Indridason'un Erlendur'unda İzlanda'nın kendi halinde yaşayan ve toprakla, doğayla uyum içinde çalışarak geçinen, bu yüzden aslında vahşi ve acımasız bir coğrafyaya sağladıkları uyumun Batılı bir darbe alışını okuduğumuzu düşünüyorum. Black Skies'da bu vardı mesela, diğer karakteri öne çıkararak Erlendur'un karşı olduğu her şeyi, kaçtığı her şeyi sunmuştu yazar. Into Oblivion ise 1979'da geçiyor. Reykjavik'teki Amerikan varlığının yazar ya da karakter için her anlamda işgal olduğunu okuyoruz. Bunu da, bir gölde bulunan kimliği belirsiz bir erkek cesedinin peşinden Erlendur ve o zamanlar hayatta olan, kendisine çok benzer yönü olan üstü Marion Briem ile yollarının Amerikan üssüne çıkmasıyla okuyoruz. 

Evet, o zamanlarda da Erlendur'un geçmişin gölgesinde yaşadığı açık; devam etmekte olan hikayenin gizemine bir de geçmişteki bir kayıp olayı eşlik ediyor. Erlendur her romanda olduğu gibi geçmişteki bir cold case'in de peşinde, bir kayıp. Kimliği bilinmez bir cesedin peşinden yollarının çıktığı Amerikan üssü Erlendur'un karşısına geçmişteki bu kayıp vakasının peşinden gittiğinde de yeniden çıkıyor. Genç bir kızın yıllar önce okula giderken kaybolduğu bu vakada, kızın yolunun geçtiği yer de aynı yerdir. 

Sembolik olarak yazarın Amerika'ya hiçbir olumlu şey yüklemediği açık ancak romanda düşmanca bir tavırdan kaçınmak için ben ırkçı değilim mesajını vermek için de The Office tarzı bir yola girmiş. Bu cümlelerim de ırkçı sayılmaz umarım.

Her zaman aynı şeyi söyleyip bir sonraki kitabını okumaya atlarcasına gittiğimi düşünürsek, şu yorumumum romanın iyi ya da kötü olmasıyla ilgili değil; bu romanda da katilin kim, cinayetin neden olduğu sorularını bulmak için okur inanılmaz çıkmazlara, diken üstünde toplanan ipuçlarına muhtaç değil. Hemen hemen geçerli cevapları bulmak okudukça okur için kolay. Ancak, soğuk diyar polisiyesi dediğim tanıma uyan romanlar çoğu. Into Oblivion'da da insanı şoke edecek sonu olan bir polisiye okumuyorsunuz ama bulmanın zor olduğu soğuk diyar polisiyelerinden birini okuyorsunuz ki ben de bunun peşindeyim.

22 Ocak 2021 Cuma

Arnaldur Indridason "Black Skies"

Kareler ve Sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turu 2021'in ikinci olarak yine Arnaldur Indridason dedi. Bunu diyen benim yani. Yazıları maksimum üç kişi falan okuyor herhalde o yüzden yeni yazarlarla bu tur genişleyecek planımı sevdiğim yazarların kitaplarının hepsini bi okuyayım, tur sonra genişler olarak değiştirdim. Bu yüzden, Erlendur serisinin onuncu kitabı Black Skies ile devam edeyim. 

Hem seride hem blog'da bir önceki kitap olan Outrage'de olduğu gibi Black Skies da alışılageldik Erlendur romanlarından farklı. Bir öncekinde ekipten tanıdığımız Elinborg önplandaydı, şimdi de Sigurdur Oli. Sebebi süpriz. Hatta bir süpriz daha var ama söylemek korkunç bir spoiler olmayacaktır, Black Skies'daki olaylar aslında Outrage'deki olaylarla aynı dönemde geçiyor. 

Black Skies ne anlatıyor peki? Sigurdur Oli'ye bir arkadaşı gelip bir arkadaşının başının kötü durumda olduğundan, şantaja maruz kaldığından bahsediyor. İşin ucunda işini kaybetme riski ve rezil olma ihtimali olan insanlar var. Bu şantajın içeriğini de okuyunca öğrenirsiniz. Pek hoş karşılanmayacak bir şeyle şantaj yapılan arkadaşı için şantajcı ile gidip konuşması için Sigurdur Oli'ye ricada bulunuyor arkadaşı. Durumu yadırgıyor olsa da Sigurdur Oli de şantajcı ile görüşmeye, aslında şöyle bir uğrayıp bu yaptığının suç olduğunu söylemeye gidiyor ve... Gittiğinde şantajcının cinayetinin birkaç saniye sonrasına denk geliyor. 

Kız arkadaşı ile ayrılan ve ayrı yaşamaya başlamanın, hayatındaki büyük değişikliğin bunalımı içinde olan Sigurdur Oli bir de nasıl ve neden orada bulunduğunu açıklamakla ilgili zorluk yaşayacağı bir olayın içinde kalıyor. Çünkü kafasına göre bir iş yapmaktaydı. İşte bu kafasına göre daldığı için içinden en az zararla hem kendini çıkarmak, hem de katili bulmak zorunda olan Sigurdur Oli'yle beraber olaya dahil oluyoruz. 

Klasik Erlendur romanlarından Outrage de farklıydı ama bu daha farklı geldi. Konusu ve olay itibariyle ve karakterlerden bir başkasının gerçekten Erlendur olmadığının altını çizmesiyle. Başka biriyle arkadaş oluyoruz ve diğeri ile tanışıklığı dışında aslında gerek yöntemleri gerek kafa yapısıyla tamamen farklı. Eğitim aldığı abd'nin gündelik yaşamındaki bazı seçimlerinde etkisini çok fazla gördüğümüz Sigurdur Oli, muhafazakar İzlandalı Erlendur ile iki ayrı uç. Amerikn kahvaltısı, Amerikan sitcom'ları, amerikanın sporu.. Öte yandan evinde oturup İzlanda'nın halk hikayelerini okuyan Erlendur. Bence yazar hem Outrage ile hem de Black Skies ile bir riske girmiş ve iyi de yapmış. Erlendur serisine dahil olsa da serinin genelinden çok farklı iki kitabı seriye dahil olarak yayınlamış ve bu aslında sırıtmamış.

Dediğim gibi, konusu da Erlendur ve Sigurdur Oli kadar farklı ancak severek okudum.

1 Ocak 2021 Cuma

Arnaldur Indridason "Outrage"

2021'in ilk yazısı. Kareler ve Sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turunun azimli ilerleyişini gösteren bir yazı olarak, 2020'de en çok okuduğum yazarlardan biri olan Arnaldur Indridason'dan geldi: Erlendur serisinin dokuzuncu kitabı, Outrage. Yeni yılın ilk kitabı olarak da serinin onuncu kitabını okuyorum, birkaç güne onun yazısını da yazarım. Black Skies. 

Yazar hakkında, seri hakkında blog'da yazarın kitapları hakkındaki yazılarıma kısaca baksanız bir fikir edinirsiniz. Özetle, geçmişin hüznünü ve ağırlığını bir türlü üzerinden atamayan ve hayatı artık bu ağırlık ve hüzün ile geçen, yaptığı işe de bu sinen bir dedektif Erlendur. İzlanda'da, Reykjavik'te geçen serinin dokuzuncu kitabı da aynı yerde geçiyor. Ekip de aynı, Erlendur'un çalışma arkadaşları Sigurdur Oli ve Elinborg.

Bu kitap benim için sürprizler içeren bir kitap oldu. Sürprizi bozmadan anlatmak istiyorum konuyu. Reykjavik'te bir adam evinde boğazı kesilmiş halde bulunur. Buraya kadar üzücü olan tablo, detaylarıyla üzüntünün yerini nefrete bırakan bir biçimde genişler. Ölen kişini boğazına kadar bir ilaca da boğulmuştur. Bu hap, tecav*z hapı olarak da bilinen, aslında uyku bozuklukları için kullanılan ve reçetesiz elde edilmesi mümkün olmayan bir haptır. Ölen kişinin evindeki tablo ve otopsi ise adamın kısa bir süre önce ilişkiye girdiğini göstermektedir. İlaçların varlığı da gözönüne alındığında, ortada hem bir katil, hem de bir mağdur mu vardır?

Hikaye, bu sorunun peşine takılmakla başlıyor. Ölen adamın fazlasıyla kendi halindeki iş ve özel hayatı ortaya ipucu çıkarmak için yeterli imkanı sunmaz. Ancak hapın varlığı, önceden gerçekleşmiş bir tecav*z olayının mağduruna ulaşmak için kanıt da sunar. Ölen adam çok tanınmasa da, bir yerlerde elbette bir geçmişi vardır ve bu geçmiş bir şekilde yolunun Reykjavik'te tecav*z hapına boğulup boğazının kesilmesine dek giden yolu da yaratmıştır. 

Bu romanda diğer romanlardakinin aksine Elinborg'u biraz daha yakından tanıma imkanı veriyor yazar okura, ancak değişmeyen bir yön olarak alıştığım "geçmişin günümüzdeki etkisi, gücü" bu romanda da her romandakiyle aynı. 

Ülkenin kendisinde bir hüzün varmış gibi geliyor bana, İzlanda'dan okuduğum her yazarda bu böyle. Sadece polisiye türü için de söylemiyorum. Outrage'i okurken de romandaki mekanların tamamında, karakterlerin hemen hepsinde aynı hüzün varmış gibi. Bir yolda mı gidiyorlar, o yolda da hüzün var. O yolu gören gözde de hüzün var. O arabaya şöyle uzaktan baktığımız da hüzün var. Hiç de sırıtmıyor bu. Yapmacık değil, üzerinde zaten olan bir şey o coğrafyada, o ülkede, o neredeyse işte. Üzerinde olduğu için, içindekilerin hepsinde de görülüyor. Her hikayeye, her satıra siniyor. Onun olmadığı bir mürekkep, bir dijital iz olmuyor sanki.