23 Kasım 2024 Cumartesi

Lina Areklew "Death in Summer"

Kareler ve Sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turunda bugünkü konuk İsveçli polisiye yazarı Lina Areklew ve Ulvöserien dizisinin ilk kitabı olan Death in Summer.

Yazarla ve serinin ana karakteri Sofia ile tanışmamı sağlayan roman, Stockholm'deki kariyerini biraz üzücü ve karmaşık olaylar sonrası bırakıp, kendi memleketine dönen Sofia'nın dönüşüyle birlikte karşılaştığı beklenmedik gelişmeler ve elbette bir cinayet ile başlıyor. Sofia'nın yaşadığı tesadüf ise, romandaki bir diğer öne çıkan karakter olarak Fredrik'in hikayesiyle kesişiyor. Fredrik, ailesini kaybettiği bir gemi kazasının ardından yaşadığı travma sonrası stres bozukluğuyla yirmi beş yıldır cebelleşen, kazadan sağ kurtulduğunu düşündüğü kardeşinin izini sürmeyi takıntı haline getirmiş bir karakter. Bu takıntı onu, kardeşiyle konuşurken gördüğünü iddia ettiği Adam Ceder'i takip etmesiyle sonlanıyor, yolu Sofia'nın yaşadığı adaya düşüyor ve Adam aynı gün ölü bulunuyor. 

Öte yandan herkesin yolunun çıktığı bu ada, 1979'da yaşanmış garip olaylara da ev sahipliği yapmış. Romandaki çoğu karakterin bir şekilde bağı olan bu olaylar, dini bir fanatiğin evinde yazın bir araya gelmiş sorunlu çocukların hayatlarının kalanını ele geçirecek izler bırakmış. Sofia ve Fredrik için bilinmeze dönüşen geçmiş içinde, bu hanede yaşanan şüpheli bir ölüm de merkezi konumda.

Adam'ın peşinde olduğu bir izin keşfi, bir yandan Fredrik'i kardeşini bulmak için giriştiği yolda çözmesi gereken bir bulmacaya dönüşürken, bir yandan da Sofia ve ekibinin Adam cinayetini soruşturmasıyla paralel gitmeye başlıyor. Bu takip sırasında, Sofia ve Fredrik'in yıllar bir ilişki yaşamış olması da hikayenin karakterlerin cinayetle bağında yer yer soruna dönüşüyor. 

Karakterlerin işlenişi güzel, gereksiz dramadan uzak, klişeleri ustaca kullandığı için yormayan ve sonuna kadar hızla kendisini okutan bir kitap. Olayları çözmek ve katili tahmin etmek için dozunda ipuçları olmasına karşılık finalde şaşırtmayı başarabiliyor. Bana okuduğum bir romandaki iki kardeşi hatırlatan kurgu nedeniyle sonuç beklediğim şaşırtmayı yaptı ve katili doğru bilmiş oldum. Buna fırsat veren romanları da seviyorum, Death in Summer da bu nedenle iyi bir polisiye roman örneğiydi benim için. Tavsiye ederim.

16 Kasım 2024 Cumartesi

Eva Björg Aegisdottir "Boys Who Hurt"

Aylar sonra blog'da Kareler ve Sayfalar Soğuk Diyar Polisiyesi (özel) turu devam ediyor. Geçen süreçte dolu roman okudum, bir kısmı da soğuk diyar polisiyesiydi ancak blogspot'daki hesap yerine instagram'dan yorumlarımı paylaşmaya yöneldiğim için burası çorak kaldı biraz. Hareket gelsin diye geçen Mart ayından beri okuduğum ilgili romanları yıl bitene kadar kısa kısa da olsa eklemeye çalışacağım.

Bunlardan biri geçen ay okuduğum Boys Who Hurt. İzlandalı polisiye yazarı Eva Björg Aegisdottir'in Forbidden Iceland serisinin son romanı, en azından İngilizce'ye çevrilmiş olan son romanı. Yeni bir romanı da çıktı çıkacak galiba. 

Seriyi severek okuduğum, baş karakter dedektif Elma'yı sevimli bulduğum için, her romanın sonunda bir sonraki romanı bekletmek için yazarın okura küçük ipuçları vermesini beğendiğim için, Boys Who Hurt'te de aynı durumla karşılaşmış olmaktan memnunum. Fakat ilginçtir, romanlarını birkaç günde bitirdiğim bu yazarın en uzun sürede okuduğum romanı Boys Who Hurt oldu. Nedense kurguda bir hız eksikliği vardı, üstelik polis prosedüründe sıkıştığı ya da yetersiz kaldığı, atladığı noktalar olduğu hissini üzerimden atamadım. Bu konuda belirli bir okur kitlesi edindikten sonra, özellikle Lackberg'de hep eleştirdiğim üzere yazarlarda bir koyverme hali oluyor sanki. Bilemedim.

Romanın konusuna gelirsek; Akranes'teki küçük bir kasabada, ortak bir sırrı paylaşan ve bu sır etrafında sessizlik sarmalı oluşturan bir arkadaş grubu, romandaki bilinmezin hattını oluşturuyor. Roman ise, küçük bir dağ kulübesinde ölü bulunan bir adamla başlıyor. Elma ve ekibi, bıçaklanarak vahşice öldürülmüş adam ve başucuna kazınmış bir mesajın ardındaki gizemle karşılaşıyor. Mesaj, İncil'den bir alıntı. Günahlarla ilgili bu alıntı, adamın günahının ne olduğunu düşündürüyor. Bu nedenle soruşturma, kapalı bir toplumsal grup içinde dönüp dururken, bir yandan da bilinmezleri sezip peşinden koşmaya çalışıyor.

adamın çocukluğundan bu yana dahil olduğu küçük, hatta neredeyse kopmaya yüz tutmuş bağlardan oluşan arkadaş grubu ve kim olduğuna dair kimsenin net bir bilgisi olmayan kız arkadaşı, araştırmaların merkezinde. Ekibin kız arkadaşı bulamaması, kimliği bilinmeyen bir insanın İzlanda'da bu kadar bulunmaz olabileceğine dair bir kurgunun nasıl yazıldığı benim aklıma pek yatmadı ama neyse.

Adeta silik bir adamın fazlasıyla "göze batan" bir ölümle sonlanan hayatında, neyin bu silik görüntü ardında kaldığını araştıran bir soruşturma süreci. Polis prosedüründeki yavaşlık beni yer yer yavaşlattı, buna rağmen ters köşe yapmayı yine başardı yazar.

17 Mart 2024 Pazar

Sally Hepworth "Darling Girls"

Kareler ve Sayfalar gizem/gerilim romanları (biraz) özel turu devam ediyor: Sally Hepworth'ten okuduğum ikinci kitap olan Darling Girls ile. Geçen yaz Soulmate'i okumuştum, yazısı blog'da var, ilgilisi varsa tavsiye edebileceğim bir gerilim romanıydı.

Darling Girls, birbirinden dramatik çocuklukları içinde ailelerinden ayrılmak zorunda kalan ya da ailesiz kalan üç kızın, yerleştirildikleri koruyucu ailenin/kadının yanında yaşadıkları çok boyutlu ve sinsi istismarın hikayesi. Öte yandan tüm bunlara, bilinmez bir ceset de eşlik ediyor. Nasıl mı?

Gerçek bir ruh hastası, gerçek anlamda ruh hastası ve muhtemelen psikopat olan Miss Fairchild, yanına sorunlu geçmişleri olan küçük yaştaki kız çocuklarını alarak onları "kurtarmaya" kendisini adamıştır. Bu imajın yalnızca gerçeği örtmek için uydurduğu hastalıklı bir yol olduğunu ise üç kızın geçmişe dönük anılarını okuduğumuz bölümlerden öğreniyoruz; Alicia, Norah ve Jessica. Onlu yaşlarının başında yolları koruyucu anne adı altındaki manyakla kesiştiğinde kızkardeş olmaya söz veren üç kız. 

Fairchild manyağının evinden neden ve nasıl ayrıldıklarını romanın sonuna kadar bilmiyoruz; ancak romanın başında öğrendiğimiz üzere orada geçirdikleri son günün üzerinden 25 yıl geçmiştir. Ve aldıkları bir telefon sonucunda hepsi yeniden oraya dönmek zorunda kalır. Zira eskiden yaşadıkları evin arazisinde gerçekleşen inşaat sürecinde, bahçede insan kemikleri bulunmuştur. Kızlar ise, polise geçmişe yönelik bilgi vermek amacıyla soruşturma kapsamında çağrılmaktadır.

Birkaç günden ibaret romanda geri dönüşlerle neredeyse günümüze kadar geliyoruz; bir manyak, kimliği belirsiz bir ölü ve üç kız. Tüm bunların yanında, Fairchild manyağının ağzından da bir geçmişi dinlediğimiz bölümler mevcut.

Roman birkaç şaşırtmaca yapmayı başarıyor olsa da bunlar finali kendi adıma tahmin edilebilir kılmaktan kurtarmamış; küçük ters köşelerde roman başarılı olmuş. Ancak finali, gerçekten son sayfalarda okuru bekleyen finali karakterleri biraz tanıdıkça çözmek mümkün. 

Gerilim/gizem/polisiye türünü seviyorsanız bir günde okuyup bitirebileceğiniz bir roman; insanı şoke etmese de su gibi akıp giden bir anlatım var.

9 Mart 2024 Cumartesi

Hannah Richell "The Search Party"

Kareler ve Sayfalar polisiye/gerilim/gizem turu Hannah Richell'in 16 Şubat 2024'te okurlarıyla buluşan romanı "The Search Party" ile devam ediyor.

Şu sıralar denk geldiğim ve bazılarını okuyup blog'da da paylaştığım romanlarla benzer bir tarz; çok satacak, çabuk okunacak, okuru merakta bırakabilecek, okuru şaşırtabilecek, kısa bölümlerden oluşan bir şablon üzerine oturtulmuş romanlardan. Bu biçimle sanırım "binge reading" denilen faaliyeti gerçekleştirmekte insan hiç zorlanmıyor; yazarken yazar açısından durum nedir bu türün yazarları için bilmiyorum ancak gerçekten bir şablonun varlığı, ne kadar ilerledikten sonra okura neyin, nasıl verileceğinin de önceden "şablonda" yer aldığı muhakkak.

İşte The Search Party de bu türün bir örneği. Özellikle Lucy Foley'nin romanlarında aynısını görmüştüm. Bu romanda da The Hunting Party tadında bir hikaye bekliyordum; kısmen yanılmadım. Üstelik beğendim; daha önce de bahsetmiştim bu türü okurken Tolstoy ya da Proust okumayacağınızı anlamk zorundasınız; hatta daha benzer türden örnek vereyim, bir Agatha Christie ya da Henning Mankell de okumayacaksınız. Bunu kabul ederek okumak gerekiyor.

Üniversiteden arkadaş grubu, içlerinden bir çiftin yeni açtığı kamp alanında bir hafta sonuna davet edilir. Eşlerin ve çocukların da geleceği bu tatil, ilk saatlerinden itibaren planlanan "sakin ve keyifli bir hafta sonu" olmayacağının ipuçlarını vermeye başlar. 

Asıl gerilim ise, bir kayıp ve kimliği belirsiz bir ceset bulunmasıyla yaşanmaya başlar.

Tüm bunlar, romanda cuma-cumartesi-pazar-pazartesi günleri arasında daimi bir hareketle okura sunuluyor. Her bölüm başında hangi karakterin gözünden olayları göreceğimizin ve tarihin bilgisi yer alıyor. Böylece bir yandan kayıpla bir yandan da cesetle karşılaşmamız için romanın ilk bölümleri yeterli oluyor. Finale giderken de bilinmezler artarken çözüme de yaklaştığımızı seziyoruz.

İnsanı şaşkınlıkta bırakacak bir roman değil, birkaç twist de içeriyor, beklentilerinizi karşılayacak kadar bilinmez ve sürpriz var. En beğendiğim yanı, klişelerin üzerine fazla yük bindirse de yazar kullandığı tüm klişeleri okuru sıkmayacak biçimde romana yedirmiş. Akıl almaz bir konu ya da karakter derinliği yok. Olaylara tanık olurken karakterlerin varlığını okura uzak değil yakın tutacak kadar da yeterli biçimde işlenmiş karakterler var. Bu tür bir roman için bence başarılı. 

Türü sevenlere gerçekten tavsiye ederim.

8 Mart 2024 Cuma

Agnes Ravatn "The Guests"

Kareler ve Sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turu için seçtiğim bir yazar Agnes Ravatn. Fakat okumaya başladıktan sonra anladığım üzere Norveçli yazarın The Guests adlı romanı, soğuk diyar polisiyesinden daha çok "soğuk diyar psikolojik gerilimi".

Anlatıcımız Karin ve eşi Kai, kendi hallerinde bir çift anladığımız kadarıyla. Tesadüfen yaşadıkları bir karşılaşma sonucunda ise normalde güçleri yetmeyecek bir hafta sonu tatiline çıkıyorlar. Karin'in gençliğinden pek de severek hatırlamadığı bir arkadaşıyla yaşadıkları tesadüfi karşılaşma sonunda hukuk alanında birkaç öneri isteyen arkadaşı, karşılık olarak kendi "havalı" kabininde bir hafta sonu için onları davet ediyor. Karin ve Kai'nin bu eve ulaşmasıyla başlıyor roman. İkisi başbaşa, bir hafta sonu geçirip evlerine dönecekler.

Komşuları ise ünlü bir yazar ve onun az ünlü yazar olan kocası. Karin'in şansına, okuyup sevdiği bir yazar.... Ancak komşularıyla karşılaştıkları bir anda yaşadığı psikolojik durum ve Karin'de yarattığı etki nedeniyle karı koca, birden kendilerini uydurdukları bir gerçeklik içine atıyor. Komşularıyla bir sonraki karşılaşmalarında kendilerini zengin ev sahipleri gibi göstermeye başlıyorlar, ancak yalan yalanı doğuruyor ve romandaki gerilim artıyor.

Bu, gerçekten psikolojik bir gerilim ve Karin'den okura da yayılıyor. Evlilikleri, yaşantılarının gidişi, karşılaşmanın tesadüflüğündeki absürtlük, bir yandan Karin'de bir gerilim yaratıyor, bir yanda da komşulara atılan yalanların sorumluluğu çiftte, özellikle Karin'de artan bir gerilimle sonuçlanıyor. 

Romanda Haneke filmlerindeki boğulma hissini yaşadım, aynı tür bir gerilimi yer yer hissettiriyor. Psikolojik bir gerilim olan psikolojik bir analizin tablosu da romanda var. Neden olmadığımız biri gibi davranma ihtiyacı duyarız? Klostrofobik bir yanı da olan roman, ağırlıklı olarak tek mekanda geçiyor. Gerilim, iki hanede geçirilen birkaç saate yayılıyor ve toplamda iki günden ibaret. 

Psikolojik gerilim sevenler beğenebilir ancak insan psikolojisinin bir resmini okuyacaksınız, yüksek tempolu bol bilinmezli şaşırtmaca üstüne şaşırtmaca vaadi olan bir roman değil.

3 Mart 2024 Pazar

Monika Kim "The Eyes Are The Best Part"

Kareler ve Sayfalar polisiye/gerilim/gizem turu, Amerika'dan bir yazarla devam ediyor: Monika Kim'in Haziran 2024'te satışa sunulacak olan kitabı The Eyes Are The Best Part ile.

Güney Kore'den Amerika'ya göç etmiş iki insanın iki çocuğundan biri olan Ji-Won'un hayatı, babasının başka bir kadın için evden ayrılmasıyla sallanmaya başlamıştır. Annesi, girdiği psikolojik yıkımla cebeleşşirken, gözlerle tanışıyoruz. Balığın gözleri yendiğinde hayattaki şansın artacağına dair olan geleneksel bir Güney Kore inancıyla tanışıyoruz. Bu gözler, romandaki gözlerle olan ilişkinin henüz rayından çıkmadan kurulduğu gözler.

Anlatıcımız Ji-Won, Güney Koreli bir ailenin Amerika'da yaşayan iki genç kızından biri olarak öncelikle bir sosyal yalnızlık içinde; bir de roman ilerledikçe görüyoruz ki davranış bozukluklarına sahip. Bir türlü sağlıklı bir arkadaşlık kuramamış gibi görünen Ji-Won ve 15 yaşındaki kız kardeşinin hayatı, babalarının terk etmesinden sonra her ikisinde de annelerinin yıkımının da eklendiği bir çöküş yaratmıştır. Ama en büyük çöküşe sürüklenen Ji-Won'dur. Bu çöküşü hızlandırıp şiddetlendiren ise annelerinin hayatına giren, biraz da kim olduğu belli olmayan "beyaz adam"dır. Annelerinin sevgilisinin tüm açıklarına rağmen annelerini yeniden yıkılmış görmemek için susan iki kardeşin yükü de Ji-Won'dadır. 

Öte yandan okulda, sağlıksız bir iletişim kurmaya başladığı başka bir erkek de aynı dönemde karşısına çıkar. Kadın düşmanlığı ve örtük ırkçılığın saçma bir birleşimi olarak karşılaştığımız bu durum, sinsi bir zorbalığa da anlatıcımızı maruz bırakmaya başlar.

Romanda karşımıza çıkan kadın karakterler ve erkek karakterler tamamen karşıtlık temelind. Bu karşıtlığın kadınlar lehine tarafı ise "gözlerin gücüne" yüklediği metaforik anlamla doğmaya başlayan yeni seri katil Ji-Won.

Hastalıklı bir zihnin intikam hikayesi olan roman, çabuk okunuyor. Klişe temalar üstüne kurulmuş olsa da temposunu sonuna kadar koruyan bir roman olmuş. Amerika'da ötekileştirilmenin birden fazla boyutuyla farklı kombinasyonlarda karşılaşan karakterlerin işlenişi ne sıkıcı ne de abartılı.

1 Mart 2024 Cuma

Sue Fortin "The Missing Wife"

Kareler ve Sayfalar soğuk diyar polisiyesi olmayan polisiye/gerilim/gizem türündeki romanlar turu devam ediyor. Kendi halindeki blog turu kapsamında okuduğum son kitap,16 Şubat 2024 tarihinde okurlarıyla buluşan Sue Fortin'in "The Missing Wife" adlı romanı oldu. Gallerli yazarla da bu vesileyle tanışmış oldum.

Adından da anlayacağınız üzere roman, kaybolan bir eş ile ilgili. Romanda anlatıcımız ağırlıklı olarak çoğu bölümde Siobhan; diğer bölümlerde ise farklı karakterlere dışardan baktığımız, onların gözünden olaya bakma şansı bulabildiğimiz bölümler. Siobhan kim? Romana adını veren "kayıp eş" İrlanda'da yaşamakta olan Kathleen Walsh'ın üç kız kardeşinden biri. Kızkardeşleriyle geçirdikleri biraz kavgalı gürültülü bir geceden sonra Kathleen, aniden ortadan kaybolmuştur. Evli ve bir çocuk annesi olan kadının eşini başka biri için terk ettiği düşüncesi gittikçe herkesin kafasına daha da yerleşmiş, bu nedenle de arama çalışmaları kısa bir süre içinde sonuçsuz biçimde sönüp gitmiştir. Kathleen'in ardından ücretsiz izne çıkarak gazeteciliğe de ara veren Siobhan'ın evliliği de sallantıya girmiş, kocası evden ayrılmıştır. Freya adlı 15 yaşındaki kızıyla yaşayan Siobhan, anlayacağınız zor zamanlar geçirmektedir. Ancak...

Kathleen'in kaybından altı ay sonra, Brighton'da yaşamakta olan Siobhan'a bir telefon gelir. Telefon, Kathleen'in cüzdanının bulunduğunu haber vermektedir. Arayan kişinin kimliğine dair bir fikri olmayan Siobhan, cüzdanın içinde kendi adı ve soyadı yazdığını duyunca meraklanır. Neden Kathleen'in muhtemel cüzdanı içinde kendi adı yazsın? Cüzdanın teslim edilmesi için İrlanda'da yaşayan kardeşinin adresini veren Siobhan, sonrasında kızını da yanına alarak İrlanda'ya, ailesinin de yaşadığı yere döner. Aklında bir plan vardır; Kathleen'e ne olduğunu bulursa evliliğini de yeniden toparlayabilecek, işine geri dönebilecektir. 

Olaylar, yalnızca bir kayıp eş vakasından öte, birden fazla suçun iç içe geçtiği bir organizasyonla temas ediyordur. Bu olaylar ne, Kathleen'in geçmişindeki sır ne, ortadan kaybolması bir cinayet mi yoksa bir yerde saklanmakta mı? Tüm bunların cevabını bulabilmek için Siobhan hem kendi hayatıyla hem de Kathleen'in geçmişiyle yeniden yüzleşmek zorundadır. Bu nedenle de yola çıkar; kayıp kız kardeşinin çalıştığı kurum ve evliliğini, kocasını irdelemeye başlar.

Küçük bir topluluk olmasına rağmen Siobhan, kardeşinin başına gelenleri anlamak için bu küçük topluluktaki tüm sır, gizem, karmaşa ve çıkar ilişkileri ağına da temas etmektedir. Böylece kendisi ve istemeden sevdiklerini de yavaş yavaş tehlikeye yaklaştırmaktadır.

Romanda beğendiğim özellikler; kolay okunan, sıkmayan bölümlerden oluşması ve tek bir anlatıcı olmamasına rağmen bölümler arasında dikkati dağıtmaması. Fakat sonlara doğru tempo hızlanmışken, boşuna biraz uzamış gibi hissettiren bölümler vardı. Kurgu, bir polisiye için okuru merak ettirmeyi başarıyor. Çok farklı, benzersiz bir konusu ya da fazla kompleks bir olay örgüsü yok. Ancak bir seferde oturup elinizden bırakmadan okumak isteyeceğiniz türden bir roman. Bu nedenle polisiye/gizem sevenler için tavsiye ederim.

Netgalley ve Storm Publishing'e teşekkür ederim ayrıca.

19 Şubat 2024 Pazartesi

Riley Sager "The House Across The Lake"

Kareler ve Sayfalar psikolojik gerilim/polisiye/gizem özel turu devam ediyor: Riley Sager'in geçen haftalarda okuduğum The Last One Left adlı romanını çok beğendiğim için yine aynı yazardan bir roman okumaya karar vermiştim. Blog'da yazısı var; bu yazıdan birkaç yazı öncesi. Orada da söylemiştim, sanırım yazarın en iyi romanıyla yazarı tanımış oldum diye. Doğru tahmin ettiğimi görmek üzdü; zira The House Across The Lake de muhtemelen yazarın henüz iki kitabını okumuş olsam da en sevmediğim kitabı oldu galiba. Zirvede bırakıp, The Last One Left'ten başka romanını okumasa mıydım acaba...

Ancak romana çok hevesli başladım; klişe bir olay örgüsüyle başlayan romanda anlatıcımız 35 yaşındaki oyuncu Casey Flether, aylar önce eşinin de boğularak hayatını kaybettiği gölün kıyısındaki evlerinde tek başına alkole boğulmuş halde yas tutmaktadır. Bu tür bir klişe için zaten hazırlıklıydım; yalnız, depresif bir baş karakter gerekliydi zira o kadar boş zamanı olmalı ki, karşı komşularının evini gözetleyecek imkanı olsun. Romanın adından da anlaşılacağı üzere zaten bizi bekleyen şey bir klişe: "cinayeti gördüm" tarzı bir şey olacağı belli, penceredeki kadın gibi bir kurgu geleceği belli, içine biraz da haneiçi şiddet gireceği de belli. Tüm bunlar, okumaya başlamadan beklediğim ve rahatsızlık vermeyen ipuçlarıydı. 

Casey, gölün karşısındaki eve yeni taşınan komşularından, eski bir manken olan Katherine'i boğulmaktan kurtardığı gün, yas ve alkolle dolu günlerinde yeni bir dönem başlıyor. İki kadın arkadaş olmaya doğru giderken, bir gece Casey'nin evi resmen dikizlemekle meşgul olduğu bir anda tanık olduğu karı-koca kavgası ve şüpheli birkaç durum ardından Katherine kayboluyor. Casey de, bu kaybı oldukça şüpheli buluyor. Şüphelerini desteklemek için yazarın kurguya dahil ettiği detaylar çok itekleme, hatta gereksiz, yetersiz, klişelerin ötesine geçemediği gibi zorlanarak ipucu haline getirilmiş. Romanda Casey'yi Katherine'i araştırmaya götüren yol, popüler bir gerilim/gizem yazarı için hazlasıyla hafif kaçmış. En azından editörün müdahale ederek geliştirmek için yönlendirebilmesini beklerdim. Hem popüler, hem çok satan hem de çok okunan bir yazarın "nasılsa okunur" girdabına yakalanması sorunu romanda var; bu yüzden rahatsız etmeyeceğini bildiğim klişeleri içerdiğinden emin olarak başladığım roman, sıradanlıktan ve zoraki bir metin olmaktan kurtulamamış. 

Bir gerilim/gizem/polisiye romanı olarak başlayan The House Across The Lake, nasıl bir riski göze alarak yazar tarafından birden doğaüstü detaylarla hareketlendirilmeye çalışılmış bilmiyorum; romanda benim için en kötü yan buydu. Spoiler vermeden yazmaya gayret ediyorum ancak romanın ilk yarısı zaten klişeler ve zorlamalarla doluyken, ikinci kısmı yaşadığı tarz değişikliği nedeniyle kötü bir cin filmi etkisi yarattı bende. Sadece bitirmiş olmak için okudum. 

Elbette böyle kurguları da seven vardır; ancak süprizlere kapalı, klişeleri işlerken klişelerden kurtulamayan, finalde de oldukça sıkıcı bir sona bağlanan bir roman. Muhtemelen yazarın bundan daha beğenmeyeceğim romanı yoktur; o yüzden bir şans daha verip başka bir eserini yine okudum. Fakat bu kitabın şu an sinemaya da uyarlanmakta olduğunu okumak... Umarım bir polisten destek alarak olayları baştan, incelikle kurgularlar. Yoksa bu filmin yazarın hatrına izlenecek olması haricinde bir başarısı olacağını sanmıyorum.

17 Şubat 2024 Cumartesi

Minka Kent "Imaginary Strangers"

Kareler ve Sayfalar gerilim/gizem hatta polisiye romanlar kısmi özel turu devam ediyor: Bugünkü konuk 23 Temmuz 2024'te okurlarıyla buluşacak bir roman, ilk kez okuduğum bir yazar olan Minka Kent'in "Imaginary Strangers"ı.

Imaginary Strangers'ı geçen hafta okudum, anlatıcı karakter Camille Prescott, dışarıdan baktığımızda kendisine düşkün doktor bir eş ve iki çocuğuyla üst gelir grubunda yer alan, Amerikan rüyası olarak pazarlanan aile yapısının bir örneğini sunan, güzel, akıllı, ailesine düşkün bir kadın olarak karşımıza çıkıyor. Ancak tüm bu ışıltının altında yatan, Camille'e dair kimsenin bilmediği bir gerçek bir gerçek de var. Bu gerçek hem Camille'de vücut bulan kusursuz anne ve eş imajının yaratıcısı, hem de onu kaybetmemek için ortaya çıkmasını engellemek zorunda olduğu bir gerçek: Camille, bir sosyopat. Hayli yüksek işlevli, sosyopat olduğunun farkında ve uzun süre terapi görmüş bir sosyopat olarak Camille. Eğer hayatınızda bir sosyopat ile tanıştıysanız, sosyopatiyi doktor bir eşin bile fark etmediği bir durumda Camille'in kendisini gizlemekte ve her şeyi kusursuz, rayında tutmak için girdiği çabaya hayran kalırsınız. Oldukça ender olduğunu düşündüğüm bu durum, bir kurguda karşıma çıktığı için fazla sorgulamadım.

Camille'in neden sosyopat olduğuna dair bir fikir edinmem için romanın ilk sayfalarını okumam yeterliydi: Camille, annesini küvette boğmaya giriştikten sonra annesinin bir daha kendisiyle karşılaşırsa onu öldüreceği tehdidinin ardından 17 yaşında annesiyle yaşadıkları evden çekip gidiyor.

Camille bir sosyopat, ancak sosyopat olması doğuştan gelen bir sorundan ziyade, insan eliyle "inşa edilmiş". Anlatıcımız, ihmal edilmiş, bu nedenle istismar mağduru bir çocuk olarak büyümüş. Camille'in hayatını mahveden ise bizzat onu doğuran kişi olan annesi. Camille, daima yok sayılan, görünmezmiş gibi davranılan bir çocuk olarak temel insani ihtiyaçlarını bile gidermekten yoksun bırakılarak annesi tarafından daima şiddete uğramış. Tüm bunlara dair detaylar ise romandaki geri dönüşler aracılığıyla Camille'in terapisti ile olan görüşmelerine dair bölümlerde yer alıyor. Sosyopat tanımayanlar için tekrar edeyim, romanda da sıklıkla karaktere dair bir detay olarak yer alıyor zaten: Sevme kabiliyeti, empati, üzüntü gibi duygular maalesef sosyopatlarda yok. Peki Camille nasıl iyi bir anne ve eş oluyor derseniz; toplumsal normları analiz edip, keşfedip, tiyatro sahneler gibi amacına ulaşmak için üstlenmesi gereken rolleri çok iyi bir performansla ortaya koyarak. Ve koruma içgüsünü de oldukça zekice ve kontrollü biçimde kullanarak, ender görülecek bir tablo sunan Camille, çocukları ve ailesi için ölmek ve öldürmekten asla kaçınmayacak halde. Ama dediğim gibi, aslında Camille'de annelik duygusu yok, yalnızca koruyor, onlar uğruna çabalıyor ancak bu hissi güdüleyen, klasik bir anne ya da eş sevgisi değil. Çünkü hissedemez. 

Kendi yaşadığı hiçbir şeyin çocuklarının yaşamaması için uğraşan Camille, küçük kızının anaokulunda edindiği önce hayali bir arkadaşla kurduğu aileye yönelen bir tehlikeyi seziyor. Ardından, hayatını mahveden en büyük suçluya dair anılarında yer alan detaylar, kızının okulda edindiği bir başka "gri saçlı arkadaşı" aracılığıyla Camille'e ulaşmaya başlıyor. Bu noktadan sonra, tehlikeyi bulup imha etmeye yönelmiş güdümlü bir füze olarak Camille var karşımızda; birkaç haftaya yayılan roman, Camille'in bu gizemli arkadaş ve ardındaki sırra dair arayışları, hatta takıntıya dönüşecek iz sürmesini okuyoruz.

Imaginary Strangers her ne kadar "sosyopat bir anne" ile öne çıkıyor olsa da aslında karşımızda hiçbir şeyin ne tam siyah ne de tam beyaz olabileceğine dair bir tablo ile sonlanıyor. Bir yanda kötü bir anne olmamak için her şeyi yapmaya hazır, sosyopat bir Camille, diğer tarafta korkunç bir anne olarak Camille'in annesi Lucinda bir "olgu" olarak roman boyunca bizimle. Ancak kitabın finalinde, anne olmanın bir başka yanını, Camille'in hissedemediği yanını da görüyoruz. Camille ve ailesine yönelik tehdit, bir annenin sevgisiyle mi yoksa nefretiyle mi şekillenmiş?

Kesinlikle okumanızı tavsiye ederim, umarım dilimize de kazandırılır. 

10 Şubat 2024 Cumartesi

Riley Sager "The Only One Left"

Kareler ve Sayfalar pskiolojik gerilim, gerilim, polisiye türleriyle yer yer temas eden kitaplar kısmen özel turu devam ediyor. İlk kez okuduğum bir yazar olan, çok popüler bir "mystery", "thriller" yazarı olan Riley Sager'in yine 2023 yılında çok adı duyulan romanıyla. The Only One Left. 

En baştan belirtmem gerekli; sanırım Sager'ın en iyi romanıyla yazarla tanışmış oldum. Amerikalı yazarın, tam da 1980'lerde geçen, kendilerine has bir korku temasıyla izleyenlere polisiyenin kendi diyarlarından en iyi örneklerini vermiş filmlerine ve romanlarına benzer tatta yazdığı bir roman The Only One Left. Kitap kapağının yaptığı çağrışım da öyle, yaşı benim gibi YAŞLI olanlar hatırlayacaktır; o dönemden bahsediyorum. Keza romandaki hikayenin üslubu ve kurgusu da aslında eski tatta bir olay. Ancak çok iyi işlenerek klişelerin bile ne kadar iyi kullanılabileceğinin de örneği olmuş roman.

Romanda anlatıcımız Kit, hastabakıcı olarak çalışan ancak bir hastasının ölümündeki ihmal yüzünden altı aylığına mesleğinden uzaklaştırılan genç bir kadın. Annesinin ölümü üzerine babasıyla yaşadığı evde oldukça bunalmış durumda olan Kit, kendisine önerilen ilk işe evet diyerek işe geri dönüşünün adeta bir cezayı andırmasına rağmen Maine'deki en kötü itibarlı evlerden birinde işe başlar. Bu evin kötü itibarı, evde işlenen üç cinayetten kaynaklanmaktadır. Anne, baba ve bir kızlarının öldürüldüğü evde, sağ kalan diğer kız ise cinayetle suçlanmasına karşılık onun katil olduğuna dair hiçbir ley ispatlanamamıştır. Ancak sağ kalan kız, Lenora Hope, hayatına yatağa mahkum halde devam etmekte, yalnıza sol elini kullanarak basit iletişimlerde bulunabilmektedir. Konuşması, hareket etmesi ise artık mümkün değildir. Bu nedenle Kit, istemeyerek de olsa bir katilin bakıcısı olmuştur. İçten içe, kendisi gibi "katil" gözüyle bakılan bir kadınla ortak bir kaderi paylaştığı düşüncesi, romanda Kit'in suçluluk duygusu ve yalnızlıkla bir benzerini bulup onu anlama imkanına kavuştuğunda geçeceğini düşündüğü bir hisle, bir umutla sarılı.

Romanın tamamının neredeyse tek mekanda geçtiği bu evin adı ise, romanla muhteşem bir uyum içinde olan Hope's End'dir. Bir yandan umut bir yandan da karamsarlıkla çevrili bu evin sahipleri ve evle neredeyse temas eden herkesin hayatındaki umutlar ve bu umutların nereye kadar nasıl hayatta kaldığına, nasıl sonlandığına ya da yok edildiğine dair aydınlanmayı ise romandaki geri dönüşlerle anlatılan hikayeyle okuyoruz. Bu hikayenin yazarı ise yatağa mahkum Lenora. Elini zorlukla kullanan Lenora'nın bir daktilo aracılığıyla asla aydınlatılamayan, aslında katili asla bulunamayan cinayetlerin işlendiği o gece aslında ne olduğunu itiraf etme çabasıyla Lenora, bir yandan Kit'in merakını gidermeye bir yandan da süregelen bir dramı aydınlatmaya girişiyor.

Romanda birçok klişe olay, yerinde kullanılarak sürükleyici ve usta işi ters köşelerle dolu bir kurguya dönüştürülmüş. Yazarın bundan daha iyi bir kitabı var mı bilmiyorum, ancak bu romandan sonra tüm kitaplarını okumaya karar verdim. 

Kesinlikle gerilim, korku, polisiye unsurlarına karşı bir düşkünlüğünüz varsa atlamayın The Only One Left'i.

9 Şubat 2024 Cuma

Alice Feeney "I Know Who You Are"

Kareler ve Sayfalar psikolojik gerilim & polisiye çok satanlar, çok okunanlar, çok konuşulanlar, çok göz önünde olanlar turu devam ediyor. Yine tanıdık bir isim var; Alice Feeney. Bu yaz çılgın gibi her gün bir kitap bitirdiğim dönemde okuduğum, binge-reading denilen faaliyet için de oldukça uygun kitapların yazarı olan isimlerden biri kendisi. Tutturduğu anlatım tarzı, olay kurguları ile 500 sayfalık bir kitap da yazsa yalnızca bir gün içinde bile bitirebileceğiniz bir tarzın neferi. O yüzden genelde dediğim gibi, bir Wallander serisi romanı ya da iyice abartarak söylersem Ecinniler beklemeyen herkesi tatmin edebilecek bir ürün örneği I Know Who You Are.

Kimsenin nereden tanıdığını net çıkaramadığı ancak gözünün sürekli bir yerden ısırdığı, adından ziyade tahmini rolünün geçtiği eserin anımsandığı oyuncu tipi vardır ya, işte anlatıcımız Aimee Sinclair de öyle bir "az ünlü" oyuncu. Biraz daha fazla adından söz ettirebileceği bir filmin çekimlerinin son günlerinde de ise romanımız başlıyor; Aimee, setten döndüğü bir gün aslında kocasının evde olmadığını fark ediyor. 

Yalnızca kocasının kaybolduğunu değil, kocasının pek fotoğraf çektirmeyi sevmeyen bir adam olmasına karşılık birkaç fotoğraflarından birinin de kaybolduğunu fark ediyor. Geride yalnızca telefonu, cüzdanı ve pasaportu kalan bu adam nerededir, neden gitmiştir, işin en kötüsü de Aimee'nin zaman zaman yaşadığı fügler nedeniyle yeniden hafızasında bir boşluk mu oluşmuştur acaba? Ve acaba, o boşluk, kocasının ortadan kaybolmasıyla doğrudan ilgili bir şey sonucu oluşan travma sonrası bir vicdan azabıyla mı tetiklenmiştir?

Aimee'nin hayatındaki tek sorunun bu olmadığını ise geriye dönüşlerle okura aktarılan bölümlerle hikayenin sonuna dek izliyoruz; romanın sonunda tüm açıklamalar geçmişten başlayıp günümüze gelen ve günümüzde devam etmekte olan olaylarla kesiştiğinde ise biz finali okuyor oluyoruz, her şey aydınlanmış oluyor. Aimee'nin, aslında evden kaçıp kaybolan bir kız olduğunu ve neredeyse kimsesiz olduğunu da böylece görüyoruz. Peki bu kızın başına ne geldi?

Roman, Feeney'nin alışılageldik güvenli alanı içinde bir yazar olarak hareket ettiği bir başka romanı aslında; yine bir kadın karakter, anlatıcı, karakterlerin geçmişi gizemli, ortada net olan neredeyse hiçbir şey olmadığını fark ettiğimiz bir zirve noktasından sonra yavaş yavaş çözülmeye ve tanınmaya başlanan karakterler. Yer yer zorlama olduğu belli bir kurgu. Ancak çok hızlı okunan ve kendisini sonuna dek merak ettirmeyi başararak binge-reading için ideal bir eser olma özelliğini de koruyan bir roman.

Finali ise oldukça eleştiri almış, ki bu eleştirilere ben de katılıyorum. Okurken bile rahatsız olacağınız birden fazla sahnenin yer aldığı romanın finali, gerçekten midenizi ağzına getirecek bir sona sahip.

30 Ocak 2024 Salı

Kate Brody "Rabbit Hole"

Kareler ve Sayfalar psikolojik gerilim kısmi özel turu, Amerikalı yazar Kate Brody'nin 18 Ocak 2024'te yayınlanan ilk romanı Rabbit Hole ile devam ediyor. İlk olarak NetGalley'de audiobook olarak dinlemeye başladığım kitabı kindle'dan okumaya geçerek teknolojinin tüm imkânları sayesinde okumuş oldum. 

Roman, anlatıcımız Teddy Angstrom'un babasının başlangıçta bana bir hayli şüpheli görünen "intiharı" ile başlıyor. 30lu yaşlarının başındaki Teddy ve annesinin yaşadıkları ilk acının bu olmadığını ise aileye dair geriye dönük her detayda göreceğimiz üzere anlıyoruz. Zira on yıl önce, Teddy'nin kardeşi Angie de ortadan kaybolmuştur. Travmatik bir olay olarak bu kayıp, Teddy'nin hayatının merkezinde olduğu gibi romanın da asıl meselesi. 

Angie'ye ne olduğunu anlamaya çalışması hikayesinin yanında süregiden ve ağırlığını finale doğru daha fazla hissettiren nokta ise Teddy'nin hayatında bu kaybın yarattığı yıkım, hayatını kaplayan bir travmanın etkileri. 

Öğretmenlik yapan Teddy, babasının ölümü ardından internette kardeşiyle ilgili aramalar yapınca Reddit'e adeta "düşüyor". Bundan sonrası, Teddy'nin internette Angie'ye dair bir şey bulma umuduyla takıntılı birine dönüşmesi halini alıyor. Bir yandan babasının hayatından bir yandan da Angie'nin hayatından insanlarla iletişime geçerek ya da karşılaşarak ya da istemsizce yollarının kesişmesi sonucunda Teddy'nin geçmişinden bu güne hayatını kaplayan yıkık ailesiyle yüzleşiyoruz. Ailenin başlangıcından beri ortada sağ olan hiçbir şey aslında yok.

Ancak kitapla ilgili yanlış bir strateji izlenmiş bence; bu romandaki psikolojik gerilim/polisiye unsurlarından ziyade öne çıkan bir dram var. Bu bir yas ve takıntı romanı; hatta mental health falan yazsalar daha doğru olurmuş gibi geldi. Bence. Biz Teddy'nin dramını okuyoruz; yalnızlığını, umutsuzluğunu, ortadan kaybolmasından önce Angie'nin Teddy üzerindeki etkisini, babasının içinde olduğu ruhsal durumun başlangıcından beri aileye etkisini, annesinin kısmen pasifliğiyle gelişmiş çarpık bir hayatı okuyoruz. Bu nedenle finali, aslında bir psikolojik gerilimden ziyade bir dramın çözümüne benziyordu.

Roman ortalarına dek gizem unsurlarını ortaya çok yavaş ve bazen bana göre gereksiz uzatmalarla sunuyor; sonrasında tempo biraz daha yükseliyor ancak metin sanki tür değiştiriyor; gerilimin biçimi değişiyor. Bunda Teddy'nin ruhsal durumunun değişmesi de etkili. 

Finale kadar merak ettiriyor mu, evet. Çözüme dair ipuçları veriyor mu? Hayır, zira okurken şüphelendiğim karakterler ya da aklıma gelen açıklamaların hiçbiri karşılık bulmadı çünkü dediğim gibi, bu romanın finali bir polisiyenin finalinden ziyade bir kadının hayata dönme gayesiyle ilgili.

Tavsiye ederim yine de.

26 Ocak 2024 Cuma

Bea Setton "Berlin"

Kareler ve Sayfalar literary-fiction, popüler hafif psikolojik gerilim içeren binge-reading kitaplar pek de özel olmayan turu devam ediyor. Bea Setton'dan Berlin ile. İlk kez okuduğum bir yazar, goodreads'teki yorumlara bakarak seçtiğim kitaplardan biriydi, pişman olmadım, hatta beğendim.

Anlatıcı karakterimiz Daphne, Fransa'da doğmuş, sonrasında Oxford'da okumak için İngiltere'ye yerleşmiş ve anladığımız kadarıyla lisansüstü başvuruları reddedilmiş genç bir kadın. Ailesinin hala okuduğunu sandığı, hatta felsefe alanında lisansüstü öğrenim gördüğünü düşündüğü Daphne, ailesine "felsefe çalışmalarında hayli yardımcı olacağını düşündüğü" için Almanya'da Almanca öğrenmeye gitmek istediğini söyleyerek Berlin'e gelmiş. Söylediği tek yalanın bu olmadığını sayfalar geçtikçe anlamak mümkün; neredeyse kendisi hakkında söylediği her cümle bir yerden bir yalana bağlanıyor. Kesinlikle hastalıklı bir yalancılığın ardındaki bozuk psikolojiyi yazar sade biçimde çok güzel vermiş. Bir önceki yazıda da bahsettiğim gibi, Avrupa'nın içinde olduğu dekadansın ve nihilizmin bir örneği de Daphne adlı anlatıcımız. Kronik yalancılığı imkan verdiği kadar tanıyabildiğimiz anlatıcımız, amaçsızlık ve konfor batmasıyla karışık bir ruh halinde. Ailesinden gelen maddi destekle çürümesine devam etmek için kaçtığı bir yer olarak da kendisi gibi kaçaklarla dolu Berlin. Ve kendisi gibi, dekadansın haleti ruhiyesi gibi tekinsiz bir Berlin.

Kiraladığı dairenin önce camında bir çatlak, ardından da daireye yönelik bir saldırı olduğunda anlatıcımız gerçekten dehşete düşüyor; kime ne yaptığını bilmiyor, neden hedef alındığını bilmiyor, dil okulundan insanlarla kurduğu yalancı ve yüzeysel iletişim hariç Berlin'de geçirdiği zamanda edindiği takıntılı bir eski sevgiliden başka neredeyse kimsesi bile yok.

Daphne'nin zihnindeki çöküşü karşımıza Berlin'de geçen bir psikolojik gerilime çevirmekte yazar bence başarılı olmuş. Bergman filmlerindeki bir gerilimin benzerine ya da en sevdiğim filmlerden biri olan Victoria'daki Berlin'e benzer bir tekinsizlik romanı sarıyor. Bir yanda yine bedensel yıkımla ruhsal yıkımını örtmeye çalışan genç bir kadın var; bir yanda da Avrupa'nın karakterler üzerinden yüzümüze vuran buhranı.

Çok beğendim, yani neden çok beğendim; bu kadar yalın biçimde aslında hiçbir özelliği olmayan bir insanın kaçışı ve çöküşünü, gizemli bir şekle sokarak gerilimin hakkını vermek zor olsa gerek. Yazar bunu başarmış bana göre.

25 Ocak 2024 Perşembe

Megan Nolan "Acts of Desperation"

Kareler ve Sayfalar, literary-fiction, novel, goodreads'te sürekli karşılaşılan popüler kitaplar, pek de özel olmayan turu okumayanın tutuklandığı bir kitapla devam ediyor: Acts of Desperation. Megan Nolan'ın yeni kitabı çıktı (Ordinary Human Failings) ama yazarı ben daha yeni okudum; büyük bir kayıp olarak görmediğim gibi, bir kazanç beklentim de olmadan okuduğumdan ortada sorun yok.

Burada yine literary-fiction üzerine cinnet geçirmeyeceğim, ilk paragraf bunun önüne geçtiğim zihinsel durumumu, okuma kararımı etkileyen süreci aktarıyor bence. Bu türü, beklentisiz okuyorum. Bir günlüğüne bir yere gitme amacı olmadan otobüste ya da trende kulaklığa müzik takıp son istasyona kadar gidip geri dönmek gibi. İnince migren olmamak tek beklenti. İşte bu kitap da, beklentisizliğin bulunduğu migren olmamak yeterli seviyesindeki amaca uygun, sonunda migren olmadım.

Anlatıcımız olan kadın karakterin Dublin'de Ciaran adlı gençle tanışması ve ilk görüşte aşık olmasıyla başlayan, insanın anlatıcıyı tutup "kızım sen napıyorusun" diyerek sallama isteğiyle dolduran roman, adını tam anlamıyla hak eden bir roman. Anlatıcının içinde bulunduğu durum, dünyayı sarmalamış çöküş ve çürümenin bir göstergesi. Elbette fazlasıyla bireysel bir metin okuduğumuz hissi bizi terk etmiyor ancak küresel bir çürümenin anlatıcı ve yaşadığı ilişki üzerinden okunabilen yönü sanki tüm metin. Zihinsel olarak tükenmiş, ruhsal anlamda sorunlu, gelecek, geçmiş ve şimdiki zaman arasında bir bağ kurma ve kendini koruyabilme gaye ve gücünden arınmış bir "yığının" yansıması bizim anlatıcımız da. Böyle baktığımızda acts of desperation'ı yalnızca anlatıcının Ciaran'la karşılaşmasıyla gelişen yıkım üzerinden daha yüksek bir irtifadan bakarak da okuyabiliriz; karşımızda, ülkemizde ya da dünyanın muhtemel köşelerinde karşılaşacağımız belirli bir yaş grubu ve yaşam biçimi tipi var.

Bu tip, romanda yer aldığı haliyle, hastalıklı ruhsal durumun Ciaran adlı gençle ilişkisi üzerinden daha da tetiklenerek kötü bir hal almasıyla anlatıcının aşkı yaşamasının kendine yönelik şiddet için bir araca dönüşmesi şeklinde yaşayan bir tip. Kendini tüketerek var olmanın yok olmaya alternatif sanıldığı dekadans portresi. 

Kesinlikle umutsuz, karanlık, hastalıklı ve insanı okurken bile rahatsız eden bir metin; bunu kitabı kötülemek için değil, aksine yazarın bu çöküşü oldukça yalın biçimde anlatma kabiliyetini tanımlamak için yazıyorum. 

21 Ocak 2024 Pazar

Matt Wesolowski "Changeling"

Kareler ve Sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turu, tam olarak soğuk diyar olmasa da hava sıcaklığının kuzeye gidildikçe düşmesine bağlı, havası daha soğuk olan, kışları daha sert, bahaları ve yazları da daha yağışlı geçen bir yerden devam ediyor: Konuğumuz Birleşik Krallık'tan Matt Wesolowski ve Six Stories adlı serisinin üçüncü kitabı Changeling.

İlk kez okuduğum bir yazar ve seri; serinin birinci kitabından değil de üçüncü kitabından başlamış oldum. Geçen hafta sonu çok acilen bir günde okunacak bir polisiye lazım bana ve soğuk diyarlı olması lazım diye evde dolanırken okumaya başladım. Bir günde de bitecek bir romandı, ancak iki günde bitti. 

Podcast formatında yazılmış bir roman; nasıl mı? Anlatıcımız Scott King, çözülmemiş vakalar ya da genel olarak işlenmiş suçlarla ilgili vaka odaklı bir podcast serisi sunmakta olan bir araştırmacı-gazeteci. Six Stories ismi de podcast'te altı farklı açı ve kişiden yorumlarla, röportajlarla incelemekte olduğu konuyu ele almasından geliyor. Haliyle Changeling'te de araştırdığı kayıp vakasına dair altı kişiden altı farklı görüş ve nihayetinde King'in olaya dair vardığı sonuç yer alıyor. 

Changeling'deki konu ise, King'e ulaşan bir mektupla birlikte 1988 Noel'inden bir gece önce babasıyla eve dönmekte olan Alfie Marsden'in kaybolması vakasının King tarafından yeniden araştırılmaya başlanması. Kaybolduğu dönemde 7 yaşında olan Alfie, babasıyla birlikte annesiyle yaşadığı evden ayrılmış, babasının evine doğru yol almaktadır. Wentshire ormanından geçerken arabasından gelen sesler sonucu kenara çeken baba, arabada uyumakta olan oğlunun birden kaybolduğunu fark eder. Ancak yapılan hiçbir arama sonuç vermez, yıllardır anlatılagelen masallarla oldukça ürkütücü hikayelerle donatılan Wentshire ormanında, Alfie kaybolur ve olaydan neredeyse 30 yıl sonra Scott Kinh, konuyu aydınlatabileceğinin umulduğu bir mektupla geçmişi sorguladığı yeni bir podcast serisinde kaybı araştırmaya başlar. Biz de Alfie'ye ne olduğunu öğrenmeye çalışırken King'in görüştüğü kişilerle olayın derinliklerine inmeye başlıyoruz.

Medyada anlatılanın, çizilen resmin ötesindeki korkutucu bir şeyle yüzleşmeye de böyle başlıyoruz; olayın taraflarına dair bilgiler ortaya çıktıkça, Alfie'nin içinde olduğu yaşamın sıradışılığının zehriyle yüzleşiyoruz. Bir yandan da belirmeye başlayan sosyopat portresiyle karşılaşıyoruz; manipülasyon yeteneği ve bir canavarın doğuşunu okuyoruz. 

Sürükleyici, sonundaki sürprizi okura tahmin imkanı vererek ilerleyen bir polisiye. Beğendim.

Maud Ventura "My Husband"

Kareler ve Sayfalar literary-fiction turu devam ediyor: Maud Ventura'nın insanı aşktan soğutacak, evlilikten kaçıracak romanı "My Husband".

My Husband'da anlatıcımızın adını bilmiyoruz; kocasının da adını bilmiyoruz, çocuklarının da adını bilmiyoruz. 40 yaşında, bakımlı ve alımlı olduğunu anladığımız kadın anlatıcımız kocasına sapıkça aşık. Aslında aşık olduğu şey aşk olgusu, zira ilerleyen zamanlarda gördüğümüz üzere önceki ilişkilerinde de benzer şeyleri yaşamılş. Ancak takıntılı kadın anlatıcımız, bu sefer içindeki anormalliği ilişkilerinin başından beri kocasından saklayarak ilerlemeyi seçmiş. Bir de böyle denerse, ilişkisinin kendi durumu yüzünden bitmeyeceğine kanaat getirmiş. Muhtemelen kendince doğru bir taktik uygulayarak, iki çocuklu, Fransa'da bir banliyöde geniş imkanlar içinde yaşadığı bir evlilikte yıllarını doldurmuş.

Sapık anlatıcımız, romanın aslında bir aşk romanı olmadığını da yüzümüze sürekli vuruyor, ilk bölümlerden itibaren böyle. En büyük korkusu kocasını kaybetmek olan anlatıcımıza kocasının "konuşmamız gerek" demesiyle başlayan bir gün, romanın da başlangıcı. Anlatıcımız, kocasının kendisini terk edeceği gerilimiyle doluyor. Biz de, bu cümleden tam bir hafta önceye giderek, finalde yeniden bu cümlede buluşup devamını duyacağımız güne geri dönüyoruz. Böylece sapık anlatıcımızın bir haftasını yaşarken, onu da yakından tanıma fırsatı buluyoruz.

Gerçek bir psikolojik gerilim içinde kendisi. Haftanın günlerinin belirli renkler ve duygu durumlarına göre düzenlendiği zihninde, aldığı her nefesin, attığı her adamın "kocasına olan aşkı" ve "onu kaybetme korkusuyla" gerçekleştirildiği ve tüm bu organizasyonun kendisi dışında herkesin bilgisinden saklandığı günleri, anlatıcımızın iç dünyasını görüyoruz.

Tamamen çlgınca, insanı başına gelmesinden korkutacak kadar saplantılı bir "aşka aşık olma" arzusunun yıkımını da görüyoruz.

Finalde muhteşem bir ters köşe var, oldukça beğendim, bir günde okunacak, okurken kendisine çekecek bir roman.

9 Ocak 2024 Salı

Lucy Foley "The Hunting Party"

Lucy Foley, başladığım ve bitirdiğim zaman arasında içinde bulunduğumuz yılın değiştiği "The Hunting Party" ile ikinci kez Kareler ve Sayfalar'da konuk. 

Kareler ve Sayfalar popüler gerilim kitapları özel olmayan turu Ağustos 2023'ün aksine zayıfladı şu aralar, çünkü çılgın gibi o türden neredeyse her gün bir kitap okuyunca sonrasında duraklama dönemine girdim, çerez yemek gibi, bırakmak gerektiğini fark edip bırakamamak, bırakınca da uzun bir süre el sürmemek. Bu arada çerez sevmem. Boş iş.

The Huntig Party, Noel tatilerinin son günlerinde yeni yılı karşılamak üzere İskoçya'nın ücra bir köşesinde terk edilmiş, sonraları restore edilerek turistik amaçlı kullanıma açılmış, biraz da üst gelir grubuna hitap eden "butik bir otel"e giden arkadaş grubunun başına gelenleri, yani içlerinden birinin öldürülmesini anlatıyor. Ancak, Foley'nin okuduğum ilk kitabında olduğu gibi, bu kitapta da aynı kalıp uygulanmış. Öldürülenin kim olduğu kitabın sonuna dek bilmiyoruz. (Gerçi yazılma sıralarına göre bu kitap, "You Are Invited"dan önce sanırım. Bu kitap hakkındaki yazıya da blog'da ulaşabilirsiniz; ne demek istediğimi anlarsınız.)

Arkadaş grubunun her biri anlatıcı konumda, her biri ayrı bölümlerde olayların iki gün öncesinden itibaren anlatmaya başlıyor. Zaman bazen ileri de gidiyor, mesela bazen cinayet işlendikten sonrayı okuyoruz, bazen bir gün önceyi, bazen iki gün önceyi. Her bölüm başında zaman belirtildiği için sıkıntı yok. 

Üniversiteden beri birbirilerini bir şekilde tanıyıp ilişki kurmuş oldukları için beraber takılan bu arkadaş grubu, içten içe birbirinden pek de hoşlanmayan insanları da kapsıyor. Sakladıkları sırlar, birbirlerinin arkalarından çevirdikleri işler, kendi iç dünyalarındaki ürkütücü detaylarla zaman ilerledikçe karşılaşmaya başlıyoruz. Kitapta iki karakter ise bu grubun dışında, biri otelin idaresi ile ilgilenen karakter, diğeri ise yine otelin işleriyle ilgilenen ve oldukça gizemli biçimde ücra bir köşede adeta saklanmakta olan eski bir asker karakter. Yalnızca bu karakter anlatıcı rolünde karşımıza çıkmıyor, onu hep dışardan izliyoruz.

Yazarın sürekli uyguladığı bir kalıpla yeniden karşılaşmış gibi olduğumu hissettiğim an nedense kitaptan sıkıldım, en başta, günde belki beş on sayfa okuyarak ilerledim, bir ara hiç okumadım, kitabın kalan kısmını ise dün bitirdim. Böyle yani, ne beklediğimi az çok kestirmeye başlamıştım, ancak romanda yazarın baştan beri arada sırada hatırlattığı küçük detayları göz önüne almayı geçen zaman içinde unuttuğum için katili bulamadım, ters köşe yaptığı yerde ben de şaşırdım. Yani tüm bunlara rağmen iyiydi, ancak tamamen beklenmedik değildi, fazla kompleks de değildi. Zaten kitabın yarısına kadar o kadar fazlalık var ki, sanki sayfa dolsun diye yazılmış. Beni başta soğutan özelliklerinden biri buydu kitabın.

Benzer karakterler, benzer gelir grubundan benzer yaşam tarzından ve benzer meselelerle örülmüş hayatlara sahip karakterler diğer romanlarında da var mı bilmiyorum, muhtemelen vardır ve merak ettiğim için bir tane daha okurum, neden olmasın. Zaman geçsin diye okunacak türün hakkını biz de böyle verebiliriz. Tolstoy okumayı beklemeden okunacağından, verim alınacak bir yazar.

4 Ocak 2024 Perşembe

Andrew James Greig "The Girl in the Loch"

Kareler ve Sayfalar'da 2024'ün ilk konuğu doğrudan bir soğuk diyar polisiyesi olmasa da, pek de sıcak olmayan bol yağışlı diyar polisiyesi diyebilirim. Andrew James Grieg'den "The Girl in the Loch", yazarın Private Investigator Tearlach Paterson serisinin 26 Ocak 2024'te yayınlanacak olan ilk romanı. Yazarı ilk kez okudum, bundan sonra da okurum diyerek romana dair düşüncelerimi paylaşmaya başlayayım.

Glasgow'dan uzakta, sessiz sakin bir kasabada Lily Masterson adlı üç yaşındaki kız, bahçelerinde oynadığı sırada annesinin birkaç dakika kendisini yalnız bırakması sonucu kaybolmuştur. Küçük kıza dair hiçbir ize rastlanmayan araştırmalar sonucunda Lily'nin ölü ya da sağ olduğuna dair hiçbir bilgiye de ulaşılmamıştır. Kaçırıldı mı, kaçırdıysa kim kaçırdı? Öldü ise cesedi nerede? Yaşıyorsa, kiminle ve neden? Tüm bu sorular, Lily'nin mafya diyebileceğimiz babası Tony Masterson için bir bilinmez olarak, içini kemirmeye devam etmektedir. Olaydan yıllar sonra Masterson'un "Lisbeth Salander"ı diyebileceğimiz çalışanı Dee, olay gününden kısa süre sonra kaybolan Lily'nin bakıcısının öldürüldüğü bir videonun izini bulur. Bilinmezlerin sayısı birden artmaya başlar, olan bitene dair hiçbir açıklamaya ulaşamayan Masterson, yeniden kızının bulunması sürecine eğilir. Bu nedenle yolu, özel dedektif Tearlach Paterson ile kesişir; Tony, kızına dair ne bulabilirse bulmasını talep ettiği Paterson'a her tür araştırma için de izin verir. Bunun arından Paterson, olayların gerçekleştiği kasabaya hareket eder. 

Dee ve Paterson'un kısmi ortaklığıyla iz sürülmeye başlanır; o sırada Lily'nin kaybolduğu yerdeki gölde bir ceset bulunur; ceset kimdir, neden oradadır? Yoksa, kayıp kıza dair bir ize sonunda ulaşılmış mıdır? Araştırmalar derinleştikçe karmaşık bir ilişkiler ağı ve üstü örtülmeye çalışılan kaotik bir yapıya doğru uzanmaya başlıyor hikaye.

Yazar hiç sıkmadan, bunaltmadan, karakterler üzerinden gereksiz yan hikayelere girmeden güzel bir polisiye yazmış. Karakterlerle bağ kurmanıza imkan verecek kadar yakınlaştırıyor, ancak detaylarla ya da klişelerle boğmaya yaklaşmıyor. Hızlı okunan, merak ettiren, sonunda şoke etmese de birkaç güzel ters köşe yapabilen bir polisiye. Tavsiye ederim.

24 Aralık 2023 Pazar

Ottessa Moshfegh "My Year of Rest and Relaxation"

Ottessa Moshfegh'in bu kitabını sanırım yayınlandığı zamandan beri okumak istiyordum ve her seferinde erteliyordum. Genelde soğuk diyar polisiyesi okuyunca kendimi daha iyi hissettiğim için olabilir; kitabın yayınlandığı 2018 yılından beri nedense doom metal tadında bir azap yaşıyor gibiyim, gibiyiz, genel, biz... 

Büyük bir cahillikle bu türü adlandıramayıp uzun cümlelerle tanımlamaya çalışıyorum, blog'da son zamanlarda yer verdiğim o türden bir roman yine. Goodreads'te bu kitabın tanıtım kısmındaki etiketlere bakarsak "mental health", "literary fiction", "contemporary" gibi etiketlere uyuyor; fakat bu literary fiction benim için hala sıkıntılı bir sınıflandırma. Bunu uzun uzun, boş zamanlarımda kendi kendime kafamın içinde tartışıyorum ve buraya yazmaya gerek yok, herkes evinde tartışsın.

Romana gelelim. Geçenlerde Ruth Madievsky'nin "All Night Pharmacy"sini okuyup burada da hakkında yazmıştım; eğer o roman bir şeyin olmamışıysa, olmuş hali My Year of Rest and Relaxation diyebilirim sanırım. Fakat şu mesele bu türden herhangi bir eser okurken aklınızda sürekli dönmeli sanki; literary fiction... ve fabrikasyon Amerikan x y z artık hangisindense eser, o gruba ait tüketim malı okuduğunuzu atlamadan okumanız lazım, beklentileriniz ona göre olmalı; bir virginia woolf beklerseniz mesela, ya da ne bileyim scarlett thomas gibi bir ustanın kaleminden bir şeyler beklerseniz, sadece kitabı fırlatıp duvara atarsınız. Ancak düşük beklentiyle okursanız, türün güzel örneklerinin ardındaki pazarlama başarısıyla elinizde sonlanan yolculuğu nedeniyle cinnet geçirmezsiniz.

Romanda anlatıcımız buz gibi bir aileden çıkma, iyi bir eğitim almış 20li yaşlarının başında, okulu yeni bitmiş, New York'ta rahat ve konforlu bir hayat süren ve kendisine bir yıllık bir "dinlenme uykusu" peşinde olan, muhtelif psikiyatrik bozukluklara sahip genç bir kadın. Ailesinden kalan mirastan gelen kazançla hayatta kalmak için para kazanma derdi olmadığı için, kendine gelmek için böylesine bir işe girişebilecek konfora sahip. Bulduğu ilgisiz bir psikiyatriste suistimal etmek için yazdırdığı psikiyatrik haplarla kendisini yarı komaya sokup bir yılın geçmesini bekliyor; dönüp dönüp gördüğümüz rutin ve hayat bu. Gerçekten, dediğimi anlatabiliyor muyum, bu literary fiction işinin sınırsızlığı ürkütücü bir boyutta...

Roman hakkında uzun uzun analizlere girenler ne sonuçla çıkıyor bilmiyorum; 300 sayfa kadar dünyadan elini ayağını çekmiş bir zengin kızının elindeki yegane derdin boyutuna bakarak derdin dönüştüğü şeye teslim olmasını okuyoruz. Bu kadar, bu romanı sadece okumak için okursanız, o arada da kötü ve zorlama bir metin olmasın arzunuz varsa okuyun.

Mesela böylesine bir dünyadan el çekmenin sayfalara yansıdığı, ne bileyim dostoyevski'nin beyaz geceler'de, kısacık bir eserde verdiği iç dünyanın derinliğini görme ihtimaliniz yok, bunlar niye yok mesela, literary fiction... Biz derinliği olan her şeyi yitirdik, elimizde de literary fiction olarak sadece bunlar var. İşte neden bunlar var, bu romandaki anlatıcının yazıp okuduğu ürettiği ve talep ettiği "şeyler" dünyasından mürekkep bir hayat yaşanıyor, o yüzden var.

Küreselleşmeden nefret ediyorum.

21 Aralık 2023 Perşembe

Ragnar Jónasson "Winterkill"

Kareler ve Sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turu devam ediyor yine. Arnaldur Indridason'la beraber en sevdiğim İzlandalı polisiye yazarı olan Ragnar Jonasson'un Dark Iceland serisinin 6. kitabı olan Winterkill ile devam ediyor hem de. En sevdiğim yazarlar olunca, yedekte okumadığım bir kitapları da oluyor, zor günlerde sığınakta okuyarak hayatta kalma yolları gibi düşünün. Bu da onlardan biriydi; her zamanki gibi tam tadında, serinin tamamı kadar beğendiğim bir başka Ari Thor romanı oldu.

Ari Thor'un Siglufjordur günleri devam ediyor Winterkill'de. Başarısız evliliğinin bitmesinin ardından eski eşi ve oğlu İsveç'e taşınmış bir Ari Thor var karşımızda. Paskalya'da kendisini ziyarete gelecek eski eşi ve oğluyla ilgili planlar yapan Ari Thor, tüm planlarının ve belirli belirsiz umutlarının boşa çıkacağı bir Paskalya geçireceğinden habersiz, hayatına devam etmekte. 

19 yaşındaki genç bir kız, neden orada olduğu anlaşılamayan biçimde kendi evi olmayan bir evin balkonundan düşerek hayatını kaybettiğinde sakin, sessiz bir İzlanda kasabası olan Siglufjordur'da hayat da kendi ritminde devam etmektedir. Gencecik bir kızın hayatının baharında intihar etmesi, üstelik annesiyle yaşadığı hayatında ve okulda hiçbir sorunu olduğuna dair iz bulunamaması oldukça şüpheli görünür. Annesi ya da çok da yakın olmadığı fakat en yakın olduğu arkadaşı da şüpheli ölümünü kabullenemez; Ari Thor da bu denli beklenmedik bir ölümün yalnızca intihar olmadığını düşünmeye başlar. Araştırmaları, Dark Iceland serisindeki diğer romanda olduğu gibi bir yandan çetin İzlanda doğası kadar keskin ve karanlık, diğer yandan görünürdeki sükunetinden hiçbir koşulda taviz vermeyen bir atmosferde devam eder. En sevdiğim yanı, bu soğuk diyar polisiyesi tanımına uyan yanı Ragnar Jonasson'un romanlarındaki bu hava; bazen zayıflasa da aslında bu hava kaybolmuyor. Bir şekilde siz de soğuk, karanlık, hüzün sinmiş bir yerde buluyorsunuz kendinizi okurken.

Gereksiz tek bir karakter, olay, cümle yok. Ari Thor'un eski karısıyla ya da oğluyla ilişkisi hiçbir klişeye saplanmadan aktarılıyor; yazar asla polisiyenin soğuk diyar havasını bozacak bir üsluba kapılmıyor. Çok yalın ve başarılı bir polisiye yazarı olarak yine kendisi gibi yazmış.

Dediğim gibi üslup benim için önemli; kurgunun ya da hikayenin değerini yazarın üslubuyla birleştiremezsem beğenmiyor. Burada ne imkansız bir kurgu, ne akla hayale gelmeyecek bir polisiye olay ne de beklenmedik sonlarla oradan oraya savuran bir roman var. Okur da tahmin edebilir; okur da anlayabilir, süprizlerinin geleceğini hissedebilir. Finalde de beklenmedik, okurun ağzını açık bırakacak hiçbir şey yok. Ama Jonasson'un devam ettirdiği bir gelenek varsa, kendisinden başka yeni bir örneği de yok.

Bu nedenle denk gelirseniz seriyi atlamayın, tavsiyedir.

13 Aralık 2023 Çarşamba

Daisy Alpert Florin "My Last Innocent Year"

Kareler ve Sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turu olmayan turu devam ediyor. Turun şimdiki adı goodreads'te çok reklamı yapılan kitaplar turu gibi bir şey olabilir. "My Last Innocent Year" da sıklıkla öneriler arasında denk geldiğim, bu yazın hemen her listesinde bir şekilde karşıma çıkan romanlardan biriydi. Kesinlikle beklentisiz biçimde okumaya başladım. Sanırım bu "coming of age" denilen türün endüstri içinde çılgın bir payı var; seri üretimdeymiş gibi benzer karakterlerle benzer hikayeler dolu. Bu da onlardan biri, ancak ne akılda kalacak çarpıcı bir eser ne de okurken okuru tırmalayacak sivriltmeler, abartılar ya da pazarlama kolaylığı için ayarsızca sömürülmüş kimlikçilik kaygıları var. Tüm bunları dozunda kullanmış roman; bakın yok demiyorum, var. Sadece yazar başarılı biçimde, kontrollü olarak işlemiş işleyeceği biden-obama-harris'çiliği ya da lena dunham-variliği.

Olaylar 1998'de geçiyor; anlatıcımı Isabel Rosen. Bu türün standardı gereği sanırım yine anlatıcımız kadın, yine bir genç kadın, yine bir Amerikalı Yahudi kadın. Yahudi kimliği ve Amerika'daki orta sınıf Yahudiler'e dair hayatta kalma çabası içinde ömrün nasıl geçtiğine dair Rosen ailesi üzerinden bir okuma mümkün; dediğim gibi yazar romanda ne bir konuya ne diğer konuya çok yüklenmiş. Wilder Collage'daki son yılında Isabel'le tanışıyoruz; annesini kaybettikten sonra daima adıyla hitap ederek bahsettiği babasıyla birlikte yaşayan Isabel, babasının büyük özverileri sonucu oldukça pahalı bir okul olan Wilder'da okuyor, edebiyat alanında öğrenim görüyor. Klasik bir gençlik romanındaki tüm özellikleri sanırım kampüs hayatı içinde görüyoruz. Son yılı oldukça kötü başlıyor; başka bir Yahudi erkek öğrenciyle yaşadığı tecavüz mü değil mi kafasında karar veremediği iğrenç bir deneyimle aslında. Ancak ilişkilere ve erkeklere dair düşüncelerini daha da etkileyecek, yine sıkıntılı bir durumda kendisini buluyor: Aldığı derslerden birini veren hocasının evliliğindeki sorunlar yüzünden geçici bir süreliğine derslerini yürütecekleri eski şair R.H. Connelly ile de romanın adından da anlayacağınız üzere yasak bir ilişki yaşamaya başlıyor. Son yılı bir yandan hayatının geriye dönük analizi, bir yandan geleceğin planlanması ve nereye varacağı belli olmayan yasak bir ilişkiyle geçiyor. Bunların hepsini yazar tadında bırakarak anlattığı için de roman bir çırpıda sıkılmadan okunuyor.

Romana dair yazabileceğim şeyler bu kadar, şöyle kafam dağılsın, öylesine açılmış bir filmden tesadüfi hoşlanmanın tadı gibi bir roman okuyayım derseniz okuyun. 

6 Aralık 2023 Çarşamba

R. F. Kuang "Yellowface"

Goodreads'in ve bloggerların çılgınca övmesi sonucu, yine bir pazarlama ürünü olduğunu bilerek okumaya karar verdiğim, kararımdan da hiç pişman olmadığım bir roman oldu Yellowface. Okumayı düşünen varsa direkt okusun, yakında da Türkçe yayınlanır eminim.

Anlatıcımız June Hayward, pek de yakın olmadıkları okul arkadaşı ise çok ünlü bir yazar, çok satan, Netflix'te de bir romanının uyarlaması dizi olacak olan, NYT'nin en çok satanlar listesini alt üst etmiş genç yazar Athena Liu. Aralarında yakın bir dostluk yok. Hatta ikisi de ayrı uçlar ve yaşamlardalar. Buna rağmen, ikisi de birbirinden yalnız iki insan var karşımızda; biri başarılı bir yalnız diğeri başarısız bir yalnız. Bu nedenle okuldan kalmış tanışıklığın üzerine beraber zaman geçirmekten ibaret, oldukça da yüzeysel bir iletişim kurmuşlar. Athena'nın Netflix ile bir uyarlama için anlaşma imzalamasını kutladıkları gece de, June Athena'nın evine ilk kez gidiyor ve şanssızlığa bakın, Athena krep yerken June'un gözleri önünde ölüyor. Athena'nın evinden ayrılmadan June o gece, ambulans gelip Athena'yı götürdükten sonra, çantasına bir şey atıyor. Bu şey, Athena'nın yeni romanının bitmiş, daktiloda yazılmış, kimsenin daha önce haberdar olmadığı, konusuna dair bir şey bilmediği yeni romanı. İşte o romanı, artık şeytana uymak mı dersiniz yoksa çaresizlik mi ya da düpedüz vicdansızlık mı, June açıkça çalıyor. Ve romanı yayınlanmasının ardından, Athena'nın tahtına June Hayward geçiyor. 

Olaylar bununla birlikte çılgınca hızlanıyor romanda; bir yandan sanırım güncel olarak örneğin goodreads'te çok övülen romanların nasıl övdürüldüğü, sistemin reklam ve pazarlama ayaklarının nasıl işlediğini, nelerin çok satacağını ve hangi ödülleri alacağını aslında önceden karar veren bir mekanizma ve ilişkiler ağı olduğunu yazar o açıkça anlatıyor. Bu anlatı ise June'un süreçte yaşadıkları üzerinden, anlatıcımızın doğrudan dahil olduğu ve etkilendiği durumlar üzerinden ilerliyor.

Bir yanda June'un daima "yakalanacağım, her şey ortaya çıkacak ve bitecek, rezil olacağım, bir daha asla hiçbir kitabımı kimse basmayacak" gerilimi devam ederken diğer yandan ünlü bir yazara dönüşmesini görüyoruz. Fakat süreç ilerledikçe anksiyetesi artmaya başlıyor; üstelik tüm şöhret ve paraya rağmen June'un tamamen bir çukura gömülür gibi yalnızlığa nasıl hapsolduğunu görüyoruz. 

Ama roman ilerledikçe bir şey çözülmeye başlıyor; gerçek hırsızın Athena olup olmadığını sorusunu okurun kafasına yerleştirmeye başlayan bölümlerle Athena'ya da yakından bakıyoruz. Anlatıcımız yine June, ancak Athena'nın gösterişli başarısının içinde neden yalnız olduğunu anlamaya çalışırken, kafamızda sorular dönmeye başlıyor. Bir yazar, ne kadar hırsızdır? Bir yazar, ne zaman hırsız olur? Yazarlar neyi çalar?

Yazarın taraflılığı ve tarafsızlığını anlatıcı karakter üzerinden dengelemesi çok hoşuma gitti; bir yandan mikro-kimlikçiliğin varlığını gösterip bunun birden fazla yüzüyle hem anlatıcı üzerinden hem de anlatıcının karşılaştığı olaylar içindeki karakterler üzerinden gösteriyor. Zira kitap kapağından da anlamanız mümkün, Amerika'da Çinli olmak. 

Etnik kimlik kanalını bulup buradan yürüyen Amerikan popüler kültür endüstrisinin içinden bir ürün olarak Yellowface, bu sistemin bir eleştirisini de yapıyor. Kimlikçilik oyununun pazarlama başarısı, June'un romanı yayınlarken adında yapılan küçük değişiklik gibi gösterilerle sürüyor. 

Çok beğendim, goodreads'te oy bile verdim yılın en iyi kurgusundaki adaylığına. Çünkü yazarın kaleminden anladığımız kadarıyla bu işler, birinciler, listeler önceden belli. Dolayısıyla hiçbir anlamı olmayacak bir oy vermekten çekinmedim.

3 Aralık 2023 Pazar

Halle Butler "The New Me"

Tam olarak Goodreads'in başarılı biçimde pazarlama amacıyla kullanılması sonucu okuduğum kitaplardan biri The New Me. Bunun farkında olarak okumaya başlayınca asla hayalkırıklığı yaşamıyorum; eğer beğenirsem okumaya karar verdiğime iyi yapmışım diyorum. Beklentileri düşük tutarak okunması gereken kitaplar listesi yapmaya karar verdim tam şu anda ayrıca.

Öncelikle yine kadın anlatıcımız; yine yalnız, arkadaşsız, ailesiyle arası yok gibi, işsiz güçsüzlüğünün içinde kalıcı olmayan işler içinde oradan oraya sekerek oldukça sevimsiz bir hayat yaşıyor. Sevimsizliğini anlatıcımızdan anlıyoruz bu arada, işsizliği ya da kalıcı bir işte duramamasının sevimsizliğiyle ilgisi doğrudan yok.

The New Me, 30 yaşındaki Millie'nin dibe vurmuş hayatının bir portresi; romandaki en büyük sıkıntı ise bunun roman olarak basılması. İlk yorumum da böyle olmuştu aslında kitap bitince; bunun öykü olması aklıma yatar, ancak romana çevrilmesi, roman olarak kabul edilmesi, basılması ve böylesine reklamı yapılarak üzerine bir de övgü dolu listelerde yer alması neyin başarısı bilmiyorum ama elimizdeki metnin değil, olamaz.

Kayıp kuşaklar üstüne kuşaklar eklenen dönemler başlayalı çok oldu. Millie de bunun günümüzden bir örneği; amaçsız, plansız, dağınık, özensiz, başarısız, tutunamamanın hakkını dibe vurarak hayli vermiş. Geçici olarak çalıştığı işte kalıcı olarak çalışmaya başlayacağına dair bir ihtimal olduğu yanılgısına kapılınca, hatta buna inanınca birden kendisine çeki-düzen vermeye girişiyor. Asla tutmayacak planlar ve umutlar, küçük adımlarla bir çöplüğü düzeltme girişimi vb derken roman bitiyor. Romanın başından sonuna dek 193 sayfada hiçbir hareket yok aslında, dalgalanma sayabileceğimiz şeylerden biri Millie'nin yeni kararlar almasına vesile olan bu kalıcı iş ihtimali, diğeri ise finalde bu ihtimalin gerçekliğiyle yani yokluğuyla yüzleşmesi.

Bu edebiyat türü nasıl bir açlığı tatmin ediyor bilmiyorum ancak daha ne kadar iyi pazarlanmış bol yıldızlı, çok görünür eserleri edebi ürünmüş gibi övmeye devam ederiz bilmiyorum. Bunları ayrı bir sınıfa koyalım bence. Mesela Dostoyevski'de bir saati anlatır bazen, aklınız o satırlardan kopamaz, derinlikte oradan oraya aklınıza ruhunuza bir şeyler çarpar, romanın içindeki bir durumdan hayatınıza bakarsınız, içiniz kararır; Çehov okursunuz, çocukluğunuzdan yaşlılığınıza aklınıza kazılı bir şey kalır. Bu seri üretim mevzusu, edebiyatı tüketimin en popüler ürünlerinden birine çevirmeseydi keşke.

2 Aralık 2023 Cumartesi

Ruth Madievsky "All-Night Pharmacy"

Bu romanın ne polisiye ile ne de psikolojik gerilimle doğrudan bir ilgisi var aslında; ancak polisiye unsurlarını da gerilim unsurlarını da, "psikiloji"yi de aslında içeriyor. Böyle sıralayınca dolu dolu bir romanmış gibi gelmesin, baştan söylemek isterim. Tamamen pazarlama başarısı nedeniyle, bunun da farkında olarak seçip okuduğum romanlardan biriydi.

Anlatıcımızın adını asla bilmiyoruz ancak ablası Debbie ile Los Angeles gece hayatının aktığı bir gece kulübünde daima takıldıklarını biliyoruz. Mekanın adı da ironik biçimde "Salvation". Uyuşturucu ve tek gecelik ilişkilerle örülü bir ağın içinde amaçsızca takılıyorlar, ortada başka bir mevzu yok. Mevzu yaratmak için yazarın giriştiği şeylerden biri, iki kardeşin kavga ettiği bir gecenin ardından Debbie'nin ortadan kaybolması. İkincisi ise gerçek bir Netflix tadında kara propagandanın çok yüzeysel halinde işleyen Rusya'dan göçmüş bir ailenin torunları olarak Yahudi kimliklerinin öne çıkarılması.

Gerçekten doğduğumdan beri savaşla örülü çevrem ve yazarla da yaşlarımız yakın; Irak'ı, Afganistan'ı, Bosna'yı, Suriye'yi geçip de kıytırık bir "Putin çok kötü"ye sığınması o kadar ucuz geliyor ki, okurken Biden-Obama-Harris-Clinton çetesinin mi teşvikleriyle yazılıyor bunlar diye yine düşündüm.

Debbie nereye gitti, öldü mü kaldı mı derken bu arada anlatıcımızın aslında Debbie'yi öldürmüş olma ihtimalinin de bazen aklına geldiğini görüyoruz; zira sürekli çerez gibi ilaç kötüye kullanımı var; sayfa başında üç beş kırmızı reçeteli diye bildiğimiz ilaçlardan ya da yeşil reçetelilerden içiyor karakter. Kafasının sürekli ilaç dolu olması ve hafızasına da bazen güvenmediğini sezmemiz, bir süre sonra anlatıcımızda bir suçluluğun anksiyetesini de yaratıyor. Bu açılardan devam edip beşinci sınıf Clintoncılığa girişmeseymiş roman aslında daha derli toplu dururmuş. 

Koca romanda dünyada hiçbir şey olmuyormuş gibi dram yarattıkları husus, Rusya'dan çıkmış birkaç haberi okumaları. Gerçekten, bayağı taraflılığın basitliğiyle her yüzleşmemde ağzımı burnumu buruşturuyorum. Ancak, bu romandan bu kısımları atsak bu roman basılır mıydı ya da soruyu düzgün sorayım; basılsa bile bu kadar iyi pazarlanır mıydı, bu soru da aslında cevapsız. Obama-Biden çetesi kimlikçilik sosu dökülmeden küresel anlamda bir şeyin ne kadar pazarlanma kabiliyeti ya da imkanı vardır sorusunu birçok kültür ürünü için şu an sorabiliriz aslında.

Alice Feeney "Good Bad Girl"

Yazısını eklemeyi unuttuğum çabuk okunan psikolojik gerilim özel turuna devam etsin bakalım Kareler ve Sayfalar...

Blog'da daha önce birkaç kitabına yer verdiğim Alice Feeney var sırada yine, bu roman Türkçe'ye çevrilmiş sanırım, başlamadan onu belirteyim. İlgilisi varsa bakabilir.

Good Bad Girl, Alice Feeney'nin kendi kurgu kalıplarının içinde, bu "çabuk okunan psikolojik gerilim" seri üretim sistemi dahilinde kurguladığı bir roman yine. Örneğin yine kadın anlatıcılar, kadınlar etrafında dönen olaylar, kadınlar arasındaki olaylar ve kadınlar dışına taşan olaylar. Feeney'de kurgu, kendi içine doğru detaylanıp kompleks bir hale gelene kadar sıkıştırılıyor bazen. Good Bad Girl de bunun bir örneği olmuş. Karakter arasında kurduğu bağdan olayların akışına, kesişmelere ve süprizlere dek kurduğu bağ, bölümler ilerledikçe birbirine geçecek bir örgüye dönüşüyor. Bazen Feeney'de bana zorlama gelen kısım da bu oluyor açıkçası. Hemen her romanında bunu hissettim ancak zirve kesinlikle Good Bad Girl'de.

Romandaki olay ise şu; yıllar önceki bir anneler gününde bir anne alışveriş yaparken çocuğu, neredeyse gözlerini çevirdiği bir anda çalınıyor. Annenin çocuğundan kaynaklanan gerilimin akabinde çocuğun dikkatsizliği nedeniyle kaybolması, çocuğunun asla bulunamamasıyla birleşince adını bilmediğimiz annenin hayatına bir dramın yayıldığını anlıyoruz.

Romanın başlangıcında olan bu olayın ardından zaman hızla geçiyor ve bir başka bölümle günümüze dönüyoruz; bir yaşlı bakımevinde olan şüpheli olaylar nedeniyle tetikte olan yaşlı bir kadın, bakımevinde çalışan ve hemen her konuda yalan söyleyen genç bir kadın karakter, bakımevinde bir cinayetin işlendiği gün bakımevinden kaçan bir kadın konuk ve cinayeti çözmek için gelen bir kadın dedektif. Romanın neredeyse başlarında cinayetimiz, kaçağımız, yalancımız, olaylarla henüz yolu kesişmemiş, bir hapishanenin kütüphanesinde çalışan ve bir planını uygulamakta olduğunu fark ettiğimiz bir garip davranışları olan bir kadınımız oluyor. Tüm bunlar, kesişmelerin artmasıyla bir anda ya birbirlerini aramaya başlıyor ya da birbirlerinden kaçmaya. Karakterlerin hepsi bu kadar değil ancak öne çıkanları şöyle bir yazayım dedim.

Feeney'nin en zorlama romanı fakat kötü değil; kayıp bebek kim, annesi kim, bu insanlar da kim ve birbirleriyle yolları her kesiştiğinde nasıl bir ilişki içinde oluyorlar, romanın sonuna kadar net bir tablo belirene kadar merakta kalmanız mümkün. 

Lisa Jewell "Then She Was Gone"

Kareler ve Sayfalar psikolojik gerilimin çok satanları adlı çok da özel olmayan listesi vardı bu yaz, hatırladınız mı? Ağustos ayının tamamında neredeyse günde bir kitap bitirecek şekilde okuduğum bir türdü. Cidden bir günde bitirmemeniz için hiçbir sebep olmuyor, üstelik sayfa sayısından da bağımsız. Böyle bir sektör ve seri üretim ürünleri kendileri yani, ben rahatsız değilim durumdan. Seveni çok sanırım. Sevmese de okuyanı da bol galiba; tam "mola" verdirecek türen eserler.

Lisa Jewell da bu türün en önde gelen isimlerinden, daha önce blog'da bir kitabına da yer verdim diye hatırlıyorum: "None of This is True" hakkındaki yazıyı blog'da bulabilirsiniz. Kesinlikle çabucak okunan, okurda gizemin çözülmesine dair istediği uyanık tutan romanlar yazıyor şu iki romanına bakarak bunu söyleyebilirim şimdilik.

"Then She Was Gone"ın da yazısını yazdım diye hatırlıyordum; yazmamışım. Kısaca da olsa yazayım. Anlatıcımız Luarel; kızı Ellie, yıllar önce aniden ortadan kayboluyor. Biz bu kaybın nerede ve nasıl gerçekleştiğini aslında kitabın başında birkaç bölümle anlıyoruz ancak haliyle ailesinin durumdan haberi yok. Bu kısım bana oldukça saçma gelmişti bu arada, yani kızın bulunamaması kısmı gerçekten zorlama olmuş, baştan söylemek isterim. Ortalama bir Arka Sokaklar bölümünden hallice, darılmayalım lütfen...

Ellie'nin kaybının üzerinden yıllar geçiyor, Laurel'in bir kızı daha var ancak Ellie'nin ortadan kaybolması ardından ailesi dağılıyor, eski eşi yeni bir hayat kuruyor, diğer kızı da öyle. None of This is True'daki aile formunu anımsamamak mümkün değil. Neyse devam edeyim; Laurel oldukça yalnız bir hayat sürüyor, yaşı ellilerine geldiğinde bir gün tesadüfen bir kafede biriyle tanışıyor. Floyd. Bunlar sevgili oluyor. Kızıyla yaşayan Floyd, sonunda Laurel ve kızını tanıştırıyor. Ve hikaye burada garipleşiyor; Poppy, Floyd'un kızı, Ellie'nin aynısı, sanki küçük bir kopyası. 

Roman, Laurel'in ortadan kaybolmasına rağmen aslında öldüğüne asla inanmadığı kızının başına gelenleri çözmekteki çabasını hararetlendiren bir tetikleyici olarak Poppy'yi karşımıza çıkarıyor. 

Sürükleyici bir roman, ama bu tarzın belirli bir formu ve neredeyse sayfa sayılarına kadar hesaplanmış bir düzeni var anladığım kadarıyla. Kalıplara karakter isimleri ve olayları değiştirip koymakla ilerliyor sanki biraz da.

Kafam dağılsın, okurken romandan başka bir şeyi düşünmeye fırsat kalmasın diyorsanız tavsiye ederim. Bu tür kurgular sanırım Netflix dizilerine uyarlanmaya da uygun olduklarından seri üretimde, o yüzden birçok örneğinin içinden bunu seçerseniz pişman etmez.

27 Kasım 2023 Pazartesi

Will Dean "Black River"

Eklemişken Kareler ve Sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turuna, daha önce hiç konuk olmamış İsveçli bir yazar ve seriden de ilk kitabı eklemek istedim. Tuva Moodyson serisinin üçüncü kitabı Black River. Çok fazla denk geldiğim, okumadan geçmemek için de listeye eklediğim bir romandı. Okuyalı aylar oldu, ancak soğuk diyar polisiyesi olarak okumaya giriştiğim romandan pek de soğuk diyarlık da polisiyelik de sezemedim. İsveç'te geçmesi yeterliyse bilemem, bana yeterli değil, soğuk diyar polisiyesi dediğim kategoriye asla koyamayacağım bir roman.

Öncelikle fazla Amerikan polisiyesi tarzında. Bunu karakterlerden anlamak mümkün, yazarın karakterleri bence İsveçli değil o yüzden, İsveç'te yaşamakta olan Amerikalı deliler gibi canlandı özellikle şüphelileri.

Baş karakter Tuva da, gerçekten Clinton-Obama-Biden-Harris bir araya gelmiş de yaratmış gibi; çok zorlama ve gerçekten kıyafet gibi giydirilmiş özelliklerin karikatüre evrilmiş oturmamış bir "karakter" girişimine dönüşmüş. Keşke bu kadar sevilme kaygısı ve takdir kaygısı olmadan, o kaygının enerjisini iyi bir kurgu, polisiye kurgusu yazmaya harcasaymış yazar.

Olaylar şöyle; Tuva'nın eski görev yerinden yakın arkadaşı kayboluyor, onu bulmak için geri dönüyor. Kayıp kızın peşinde, neden ve kim kaçırmıştır diye koşuyor. Kayıp karakter de Clinton-Obama-Biden usulü, Netflix dizisi tadında kimlikçiliklerle süslenerek kötü bir kurguya malzeme edilmiştir.

Seriden başka kitap okumam. Ancak benim beğenmediğim başkasını rahatsız etmeyebilir; Netflix işi Amerikan polisiyesi severleri tatmin edecektir.

26 Kasım 2023 Pazar

Ragnar Jónasson & Katrín Jakobsdóttir "Reykjavík: A Crime Story"

Kareler ve Sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turu öldü gibi görünse de aslında ölmedi. 2023'e dair tek beklentim olarak yolunu gözlediğim, yayınlanmasından bir ay kadar sonra da okuma fırsatı bulduğum "Reykjavik"le devam ediyor tur. Üstelik en sevdiğim İzlandalı polisiye yazarının yanında şimdi İzlanda başbakanı da var; ikilinin nasıl bir roman yazacağını merak ediyordum. Zira Jakobstdottir'in yüksek lisans tezi de Arnaldur Indridason üzerineymiş. Şöyle bi bakın yazdığımız isimlere, soğuk diyar polisiyesi için bence beklentiyi yükseltmişlerdi.

Romanın konusu şöyle; 1956'da, İzlanda'nın ücra bir köşesindeki bir adada, ev işlerinde çalışmak üzere işe giden genç bir kız, işten ayrılacağını söylediği gün ortadan kaybolur. Adaya ulaşım sınırlı imkan dahilinde olduğundan, genç kızın adadan nasıl ayrıldığı, ayrıldıktan sonra nereye gittiğine dair de hiçbir şey bulunamaz. On dört yaşındaki Lara, adeta buhar olup havaya karışmıştır. O dönem genç kızın kaybıyla ilgilnen dedektifin hayatında hala bir bilinmez olarak kalan, olay gerçekleştiğinde İzlanda'nın gündemini uzun süre meşgul eden bu olay, zamanla tarihe karışır.

Olaydan yıllar sonra, genç ve hevesli bir gazeteci olan Valur, bu olayı aydınlatmaya girişir. Lara'nın kaybıyla ilgili bilinmezlerin, gözden kaçırılmış olabilecek bir şeyler olduğu fikrinin ardından gider. Zira Lara'nın kaybolması, çalışmak üzere gittiği "elit kesim" eviyle de hayli dikkat çekicidir. Geçmişe dönen Valur, olaya dair bir yazı dizisine girişir. Olayın yankısı, birkaç ipucu ve büyük bir felaketle Valur'a geri döner.

Bu olay, İzlanda'da üstü örtülmeye çalışılan bir olay mıydı? Valur, neden ve kimin dikkatini çekti? Lara yaşıyor muydu, ölü müydü?

Tüm bunların peşinden giderken, Ragnar Jonasson'un romanlarına bakarak bir değerlendirme yaptığımda daha yavaş bir tempoda gidiyor roman bir süre. Açıkçası ikilinin beraber yazması bir eksiye de dönüşmemiş, bence devam ederler. Kurgusu kesinlikle sürprizlerle şaşırtacak güçte değil, Jonasson'un romanlarında genelde bahsettiğim mekansal kısıtlılık, doğanın sindiği sert ve çetin bir karanlık bu romanda o kadar belli değil. Ama tek kişi yazmadığı için, yazara yığmak istemem. Bunu olumsuzlu olarak değil, fark olarak belirtiyorum.

Daha çok şaşıracağım bir son ve hikaye bekliyordum açıkçası, çünkü neredeyse bir yıldan fazla zamandır bu romanı bekliyordum. Pişman olmadım ve öneriyorum, ancak çok daha iyilerine de vesile olmasını umarak bu ortaklığın.