25 Aralık 2018 Salı

Ne Okudum: 2018 Özet


Goodreads'te yıllık okuma hedefini sanırım yıllardır 52 kitapla sınırlıyorum. Bu yıl da hedefi tamamlayabildim.

2018'in ikinci yarısı tezin tamamlanması, peşinden savunma, peşinden doktora başvurusu derken nihayetinde yazın bir kısmı da bu panikle geçti, pek okuyacak fırsatım olmadı.

Açıkçası bir süre herhangi bir şeye odaklanamadım bile.

Sürekli yolda olduğum bir dönemi de eklersek.

Sonrasında da koşturmaca ardından güzel kısım; bu sefer de doktora derslerine yoğunlaşınca dönem ne ara başladı, ne ara şu sıralar sonuna yaklaşıyoruz fark etmedim bile ancak, cidden, şu goodreads hedefini tamamlamak için çaba gösterdiğimi söyleyebilirim nedense inat mı heves mi çözemedim ama o yıllık hedef bir şekilde zorunlu okumalar dışında da bir şeyler okumama vesile oluyor bence. Çoğu zaman okul için okuduklarımı da ekliyorum zaten.

Öyle böyle derken, tablo bu. Bence fena değil; sadece yazma, yazma ve düzeltme, panik ve panik ile geçen dönemlerde, hiçbir şey okuyamadığım haftaları da düşünürsek.

Bu da böyle bir blog yazısı olsun. 2018 özeti yazısı.

24 Aralık 2018 Pazartesi

Maj Sjöwall & Per Wahlöö "The Man on the Balcony"

Soğuk diyar polisiyesi keşif, tanıtım ve kısa yazılarla inatla Mankell ile kıyaslamıyor gibi görünüp içten içe "asla hiçbiri Mankell olamaz zaten, hıh" anlayışının her bir satırına sindiği Kareler ve Sayfalar özel turu devam ediyor.

Bu sefer çok popüler bir serinin ortalarından olmasa da, üçüncü kitabıyla devam ediyorum. Ediyoruz. Ediyoruz dememin bir manası yok çünkü okunmuyorum. Üzücü. Neyse. Seri diyorduk. Maj Sjöwall ve Per Wahlöö iki İsveçli yazar (üşendiğim için goodreads linki ile sizleri Maj Sjöwall ve Per Wahlöö hakkında daha fazla bilgiye yönlendireyim). İkiliyi popüler yapan ise Martin Beck'li polisiye serileri. Dedektif Beck'in on kitaplık serisi, aynı zamanda Beck adlı televizyon dizisine de uyarlanmış, diziyi izlemedim ama merak eden için buyurun link

The Man On The Balcony, dediğim gibi serideki üçüncü kitap. Beck ve arkadaşları Stockholm'de çocukları katleden bir sapık katilin peşinden koşuyor. Bazen ufak bir dikkatsizlik, önemsenmeyen bir bilginin de ne kadar hayati bir değeri olduğunu da kitabın adına taşımış yazarlar. 

Romanda katilin profili, olayın kurgusu, polisiye için farklı, özel, yenilikçi, unutulmaz bir yöne sahip değil. Hatta oldukça klişe bile gelebilir. Katilin karakterini herhangi bir şekilde değişik göstermek için birkaç özellik eklemek zaten yine beklenmedik ya da çarpıcı bir nitelik taşımıyor. Bu yüzden, polisiye bir kurgu olarak çarpıcı bir eser değil, ancak daha önce de yazmıştım, aslında sürekli yazıyorum, neden okuduğunuz ve ne beklediğinizle ilgili olarak sonucu yorumlamak lazım. Bu noktada, yine, "okunur ya niye okunmasın, kendisini okutuyor işte" bir roman diyeceğim The Man On The Balcony için de. 

Karakterlerle de yeni tanışmış olduğum için bir iki bir şey söyleyeyim; cidden şu dünya bir Kurt Wallander daha göremeyecek ya ne kadar dövünsek azdır, yerlere yatıp ağlasak azdır. Yok, hiçbir karakterle böyle bir yakınlık kurulamıyor - polisiye için söylüyorum, bir alt kategoriye daha inelim dar çerçevelerden çıkmayan polisiye okuma alışkanlığım yüzünden - soğuk diyar polisiyelerinde. O yüzden, karakterleri de uzaktan tanımak için fırsat var; uzaktan dediğim etraflarında geziyorsunuz, duyuyor, dinliyor, özel hayatlarından karelere tanık oluyorsunuz, bir noktada belki seriye sinmiş ruhsal durumu bile yakalayabilirsiniz her biri için ama bunlar benim için, okur olarak hep bir yere kadardı. Wallander öyle miydi ya...

Ben Kurt Wallander'ı gerçek insan sanıyorum biliyorsunuz.... 

Evet neyse, bir şeye daha değineyim, bitireyim. Kitapta çok güzel bazı yerler var; tamamı toplumsal analizler. Yazarların, kendi dönemleri içinde İsveç toplumunun sorunlarına gerçekten makro da mikro da yer vermek için çaba gösterdiklerini ve bunu hikayeye hiç sırıtmadan ekleyebildiklerini düşünüyorum. Örneğin, mekansal ayrışmayı, sosyal sınıflar bağlamında değerlendirirken işin içine ahlak gibi bir konuyu da dahil edip, bunu uzun uzadıya tartışmadan, meselelerini gidişat içinde bir iki cümleyle tertemiz anlatmışlar. 

".... aslında çalışma istek ve gücü dolu olan ve genel olarak temiz, düzenli sayılabilecek belirli bir grup insan da başarıya ulaşamamış bir toplum planlaması yüzünden, başını sokacak bir konut bulamamış ve sokakta kalmıştır."

Bu da kitaptan bir alıntı. Öyle bitireyim.

20 Aralık 2018 Perşembe

Hakan Östlundh "Engerek"

Bir önceki polisiye roman Danimarka'dandı; şimdi de köprüyü geçelim, İsveç'e gidelim.

Hakan Östlundh'un yedi kitaplık dedektif Fredrik Broman serisinin dördüncü kitabı Engerek. İlk kez okuduğum bir yazar. Evet seriye ortalardan giriş yapmış oldum ama denk geldi ve okudum, çok plansız bir okumaydı. Pişman olmadım. 

Engerek'de, Japonya'da üç yıl yaşayıp İsveç'e geri dönen bir danışmanın, dönüşüyle aynı hafta ailesinin etrafını saran felaket ve kendisinin de kayıplara karışmasını okuyoruz. Garip, kasvetli bir aile, ailenin garip ve kasvetli oluşuna okumaya devam ettikçe, karakterlerin anılarına tanık oldukça bir sebep bulmaya başlıyoruz. 

Cinayetin ardından, katilin kim olduğu sorusu kadar neden olduğu sorusunun da etrafında dönen Broman ve arkadaşlarının bir yandan roman boyunca tarihiyle paylaşılan sayfalardan gördüğümüz kadarıyla sondan başa doğru, hikayenin tarihiyle zıt biçimde ilerleyen biçimde Broman'ın sağlığına kavuşmasına beklediğini görüyoruz. Kitabın başında, Broman hastaneye getirilen ağır yaralı bir dedektif; sonlara doğru Broman'ın neden ilk sayfalarda hastaneye götürülen o adam olduğunu öğrenmeye doğru da gidiyoruz. 

Oldukça kasvetli karakterler. Bir cinayetin ardından, hatta birden çok ölüm ardından elbette coşku ve neşe beklenmez ancak bahsettiğim o değil; karakterler üzerindeki bitkinlik, bezginlik, soğuk ve kimsesizlik öyle sarıyor ki. Bir de, asıl üzerinde durulan karakterler cinayete kurban gidenlerin yakınları, onlara daha çok yakınlaşıyor, onları daha çok görüyor ve duyuyorsunuz sanki. Yazar daha çok aktarmaya çalışmış sanki. 

Kurgunun birden çok bilinmezi var; birinin bilgisi diğerinin çözümüne ışık tutmaya yarıyor. Tüm bunların yanında, okuyanlar ne der ya da okuduğunda şu an okumamış olanlar ne der bilmiyorum ama baştan beri katilin kim olduğu bana çok açık geldi. Tek bir ihtimal vardı zaten; o ihtimalin ne olduğu da basit bir soruya verilecek tek cevapla bulunabiliyordu ama nedense yazar, dedektiflerini dedektif gibi kullanamıyor gibi de hissettim. Belki o yüzden diğer karakterleri daha çok görüyor ya da duyuyor, tanıyor hissi oluşmuştur. Bazı soruları sormuyor, sormayı bilemiyor, akıl edemiyor gibi duran dedektifler gibi hissettim çoğu zaman. Bunları tam olarak böyle ifade edebilirim özür dilerim odun odun yazdıysam. 

Tüm bunlar ne Engerek'i kötü bir roman yapıyor ne de okuduğuma pişman oldum diyorum; zaten başta da aksini belirttim; okuduğuma pişman olmadım; okuduğum da iyi oldu. 

Bir insanın kaç kişinin hayatını kaç farklı yolla cehenneme çevirebileceğine dair karanlık bir roman Engerek.

Sara Blaedel "Ölüm Ormanı"

Serinin ilk kitabından değil de nasıl ve neden yedinci kitabından başladığıma dair bilgiyi, bir önceki blog yazısında ve Ölüm Ormanı'ndan önce gelen Louise Rick romanı olan Blaedel kitabı hakkındaki yazıda belirttim (bahsettiğim yazı için; Unutulmuş Kızlar). 

Blaedel'in Ölüm Ormanı, Louise Rick serisinin sekizinci romanı. Bu romanda, seride anladığım kadarıyla baştan beri Louise'in hayatında bir yük olan geçmişe dair bir "durum", sonradan görüldüğü üzere esrar perdesiyle (aynen böyle) örülü yönünü belli ederek, devamında yeni bir süreç başlatıyor. Bu, hikayede Louise'in payına düşen. Öte yandan, roman ve seri, belirli bir coğrafi bölgede kurgulandığı için aslında çakışan karakterler ve hikayeler de söz konusu. Bu yüzden, Ölüm Ormanı'nındaki gizemi yaratan olayın parçası olan her karakter, olayın mekanı ve olayın kendisi de bir yerden sonra aslında Louise ve çevresinin geçmişiyle ve şimdiyle birçok kesişim içeriyor. Olaya gelince; bir tarikatın yeni üyeleri için yaptığı ritüel sırasında yaşananların ardından ıssız bir ormanda bir çocuk kayboluyor. Davaya da Louise Rick bakıyor, Özel Arama Birimi'nin başındaki başkarakter yani. 

Henüz üç romanını okuduğum bir yazar Blaedel; hepsi de aynı seriden üç roman olduğu için şöyle söyleyebilirim ki her bir romanda karakterlerin peşlerinden getirdikleri hikayelere dair de kurgunun içinde bir yol var ve o yol da aynı biçimde çıkmazlarla, ipuçlarıyla, engellerle, nihayetinde çözüme doğru yaklaşan adımlarla dolu. Bu iç içe geçmişlik ve devam etmekte olan hikayenin farklı romanlarda hem sırıtmadan hem de hikayeye yedirilerek kendini okutması, akışı daha sürükleyici yapıyor bence. Polisiye okurken beklentiniz nedir bilmiyorum ama, (yazardan yazara göre değişiyor gerçi bende beklenti) Bleadel'i okurken saçmalamamış polisiye okuma şansınız var, o yüzden hem sıkılmadan hem de ilginizi kaybetmeden okuyacağınız bir yazar. Ölüm Ormanı da yine tavsiye edebilceğim bir eser o yüzden. 

15 Aralık 2018 Cumartesi

Sara Blaedel "Unutulmuş Kızlar"

Şu kısa paragrafı yazmadan hiçbir polisiye kitabı hakkında tek kelime etmiyorum, bu rutini bu yazıda da bozmam; "soğuk diyarların polisiyesi" haricinde polisiye okumayı sevmiyorum, gereksiz bir ayrım, ama tercih. Bunun sebebi de rahmetli Henning Mankell'in en sevdiğim "soğuk diyar polisiyesi" yazarı olması, Wallander'ın dünyanın en iyi polisiye serilerinden ikincisi olması (birincisi elbette, bilmem burada yazmaya tekrar gerek var mı, ama yazalım: Gelmiş geçmiş en iyi polisiye yazarı, en sevdiğim yazarların başında gelen sayın Agatha Christie hanımefendinin Hercule Poirot serisi. Miss Marple fanları üzülmesin, 1,5. sırada da o var. Ama 2. sıra kesinlikle Wallander. Neyse çırpınıyorum, devam edelim). 

Wallander.... Tıpkı Mankell gibi sen de gittin be... 

Bu yüzden, Mankell'in ölümü ardından yeni favori yazarım olamayacağı, zaten yazar hayattayken her kitabını bilmem kaç kez okuduğum için hayatımın geri kalanında bunun ne kadar beni idare edebileceği ve bunun ne kadar işlevsel olduğu sorununa karşılık, en azından keşif turu diye başladığım yeni soğuk diyarlar polisiye serileri keşfinde Sara Blaedel ve Louise Rick serisine de denk geldim. Hem sadece serinin ilk kitabını okuyacak, sonrasında başka bir yazar ve serinin ilk kitabına geçecek olmama rağmen, yani gidişat planım böyleydi, birkaç yazarı daha böyle paylaştım hatta blog'da, Blaedel'de böyle olmadı; ilk kitap ve diğerlerini edinmeme rağmen serinin 7,8 ve 9. kitaplarını peşpeşe okudum. Basılı olarak indirimde görünce aldım çünkü.

Sara Blaedel'den bu yılki Iceland Noir sayesinde haberdar oldum, öncesinde cidden duymamış ve haliyle okumamıştım. Hatta aynı dönem, yani geçtiğimiz haftalarda, Louise Rick serisinin devam kitabı değil ancak devam hikayesi olabilecek "The Woman In The Hotel" de yayınlandı. Sekizinci ve dokuzuncu kitaplar arasında da bir hikaye kitabı var diye biliyorum, onu henüz okumadım, bu ara okursam onu da eklerim. En azından 7-8-9 arasında blog'da bir sıra olur belki.

Lousie Rick serisinde böylece kısa öykülerin kitapları haricinde toplam dokuz kitap olduğunu da belirtmiş oldum.

Geçelim Unutulmuş Kızlar'a.

Louise Rick, özel araştırma biriminde, suç ihtimali olan kayıpları araştırmakta. Tabi serideki önceki kitapları okumamış olduğunuz her kitapta yüzünüze vuruluyor, hatta en azından 9-8-7 diye okumamışım ona seviniyorum. Birçok sürpriz bozulabiliyor, her kitap ayrı bir olaya odaklansa da Louise Rick'in ya da kitaptaki diğer karakterlerin hayatlarında devam eden olayların akışları seri boyunca devam ettiği, gizli kalmış noktalar her bir kitapta bir sonraki kitapta ya da kitaplarda aydınlatılmak üzere beklediği için sırayla okumamak hata. Unutulmuş Kızlar'da da öncelikle geçmişinin gölgesinde, başarılı bir polis olan Louise Rick var.

Unutulmuş Kızlar, ormanda bulunan kimliği belirsiz bir kadın cesedinin yıllar öncesine uzanan olayları nasıl domino taşlarının düşmesine benzer biçimde yeniden hareket ettirmeye başladığını gösteriyor. Ormanda bulunan kadının kimliği tespit edilince, kadının kardeşiyle birlikte, aynı gün otuz yıl önce ölmüş olarak kayıtlara geçtiği ortaya çıkıyor. Ölüm yerlerinin emanet edildikleri ya da terk edildikleri bir bakımevi olması, iki kardeşin özel durumu, artık kapatılmış bir kurumun geçmişini araştırmayı daha da zorlaştırıyor. 

Geçmiş kazdıkça ortaya çıkarken, bir yandan bir çevrenin nasıl suçla iç içe geçip sus pus kaldığını, öte yandan kurumlara güvenin sorgulandığını, birden çok ailenin dramını, pişmanlıkla dolu yılları, insanları, ve kurgu itibariyle ölümü okuyoruz. Zincirleme suçların tek tek açığa çıkarılmasını adım adım okuyoruz, eş zamanlı olarak Louise Rick'in de geçmişindeki bir sır perdesinin etrafında döndüğümüz hissediliyor ancak; o yüzden okurun ilgisi de sürekli metinde kalmış, tam bir gün içinde çay kahve içerken okumalık polisiye. Dağıtmadan, bozmadan, uzatmadan yazmış Blaedel.

Sürükleyici bulduğum bir hikayeydi, genel olarak karakteri de, yani Louise Rick'i de insan olarak tanımaya imkan veriyor yazar, insani yönü de sürekli göz önünde. Bazen bana fazla gelir, vıcık vıcık gelir sürekli duygusal eklemeler, sürekli akıştan kopmalar. Burada öyle bir uçurum yok, çok dozunda bence.

Odun polisiye seviyoruz... Şaka bir yana, polisiye sevenler için öneridir. Ama ilk kitaptan başlayın, seriyi katletmeyelim. Ben ettim siz etmeyin.

11 Aralık 2018 Salı

Ann Radcliffe "Sicilya'da Bir Aşk Hikayesi"

Yüzyıllar sonra blog'a yazı ekliyorum ve hakkında yazdığım ilk yazı, bu sürecin sonunda, 1700'lerden. Ben de en son 1700'lerin sonunda blog'u güncelledim, bilmem fark eden oldu mu? Gelir gelmez dışlanmış ve sevilmeyen bir blog olduğumu da hatırlatmayı ihmal etmedim. Yabancılık çekmeyin okurken..... okuyan varsa.... belki.... umarım.... 

1764 doğumlu yazar Ann Radcliffe'in Sicilya'da Bir Aşk Hikayesi adlı romanı, gotik roman türüne dahil edilen bir roman. Yazıldığı dönemdeki türünün diğer örnekleriyle birçok ortak noktasını bulabileceğiniz olay akışına sahip; buna olumsuz bir anlam yüklemeyin. Burada çıtayı bir yere çekmiş ve ona göre bir değerlendirme yapıyor değilim hatta şu an yorgunluktan ölüyorum ve birkaç hafta önce okumuş olduğum bu kitabın yazısını inatla yazmaya çalışıyorum. O yüzden özür dilerim. Zaten sevmeyerek okuyorsunuz beni. Konu yine dağıldı.

Sicilya'da bir Aşk Hikayesi'nde, beklenen kaos ve gerilim ne zaman yaşanacak diye düşünürken sayfalar hızla geçiyor; zaten ortada bir müphemlik var. Bunun üzerine üst üste binmeye başlayan diğer unsurlar; büyük ve karanlık bir şatonun gizemi; aydınlatılamayan bu gizemin üzerine yaşanan bir dram; bunlara eklenen bir macera. Sicilya'da Bir Aşk Hikayesi, geçmişin gölgesinin sindiği bir gotik roman olarak, ki birazdan birkaç benzerini de anacağım üzere, aklınıza gelecek o ilk gotik romanların çoğundaki korkunun hakimiyetinden daha baskın biçimde bir kaçışın gerilimini yaşatıyor. Bu yüzden, okurken kafamda üçe bölündü akış.

Karakterlere de kısaca değineyim; isimlerine değil, zaten olayı da anlatmıyorum. Yazıyı yazma sebebim ben beğendiğim kitabı, siz de okumadıysanız okuyun demek zaten. Karakterler diyordum; her bir karakteri çok beğendim. Kibrin ölümcüllüğü, yeri geldiğinde bir toprak sahibi üzerinden yeri geldiğinde ölümcül dereceye varmasa da bir din adamı üzerinden, bazen hırslarına yenik düşen bir kadın üzerinden yansıtılmış. Öte yandan kadın karakterlerde asla boyun eğmeci ve kaderci bir tutum yoktu bence; inancın pasifleştirici bir etkisinin yapıştırıldığı karakterler olur ya; burada Radcliffe hanımefendi aksini koymuş; kadın karakterler çok güçlü. Asla pes etmeyen, yılmayan ve gözü kara kadınlar. Dönemi düşünürseniz; yazıldığı dönem ve kurgu içinde karakterleri içine atmaktan sakınmadığı durumlar, kendisi hakkında da bir fikir veriyordur belki. Ağırlıklı olarak da bir dayanışma hali kadınlar arasında, kadınların yardımlaşmasına da değinelim. Romanda, bir bölümde din kurumu - toprak sahipliği üzerinden yansıtılan otorite çekişmesi/şovu, iki tarafın da meselesinin nasıl sadece kendi otorite konumları üzerinden bir mücadeleye giriştiğini, buna karşılık, bahsettiğim bölümde asıl sorun olan karakterin mevcut durumunun akıbetinin nasıl geri plana itildiğini gösteriyordu. Vurgulamak istedim. Elbette kadınlar iyidir erkekler kötüdür değil, kardeşlik bağı, dostluk bağı gibi anlamlarla yazar kadın ve erkek arasındaki saygı ve sevginin bu kurumlar savaşının yanında nasıl bir dayanışmayı ortaya çıkardığı çok kez örnekliyor. 

Evet.

Wilkie Collins'in Woman In White'ı, elbette en sevdiğim romanlardan biri olan Emily Brönte'nin Wuthering Heights'ı, Horace Walpole'dan The Castle Of Otranto (buna lisedeyken şarkı yapmıştım, şarkının adını kitaptan çaldığım yetmiyormuş gibi şarkının bir bölümünü de Impaled Nazarene'den çalmıştım. Şarkı gotik değil, leş iğrenç mağara dönemi black metaliydi. Çocuklarınızı sevdiklerinizi black metaldan koruyun) okurken ilk aklıma gelenlerdi. 

Bu romanları seviyorsanız, bu romanı da seversiniz. Her şey her zaman iyi gitmez ama her şey her zaman da kötü gitmez.