27 Eylül 2014 Cumartesi

Robert Silverberg "Gece Kanatları"

İçeriden Ölmek adlı kitabı sayesinde tanıdığım ve o kitabına hayran kaldığım yazar Robert Silverber'den Gece Kanatları, ne zamandır kitaplığımda okunmayı bekleyenler arasındaydı. İşsizliğin verdiği okuma azmiyle kendimi kitaplar arasında iyice bir kaybettiğim için, sonra okurum, dediğim bu kitabı da okuyup bitirdim.

Çok beğendim.

Dünya Üçüncü Döngüsü'ndedir. Toplum, loncalara ayrılmıştır. İzleyiciler, Uçucular, Anımsayıcılar, Listeleyiciler, Uyurgörürler, Katipler, Tüccarlar, Şaklabanlar bu loncalardan bazılarıdır. Loncaların haricinde Hacılar, Değişkenler ve bir de loncasızlar vardır. Loncasız olmak toplum içinde pek de saygı uyandıran bir durum değildir ancak tersi biçimde bir Hacı her zaman yatacak yer ve yiyecek yemek temin edebilme hakkına sahiptir; kimse onlardan bir şeyleri esirgemez.  Değişkenler ise insan formunun bozuk bir şekli olarak tasvir edilmektedir kitapta ve onların da pek sevildiğini söyleyemeyiz
.
Kahramanımız bir İzleyici'dir ve İzleyici olmadan önceki adını kullanmamaktadır. Bu yasaktır. Peki İzleyici ne yapmaktadır? Neden İzleyicidir?

İzleyiciler loncasının amacı, tüm lonca üyelerinin gün içinde belirli saatlerde uzayı "izlemeleri" ve yüzyıllardır kendilerine yönelmesini bekledikleri "felaketi" haber vermelerini sağlamaktır. Yani İzleyici her gün kendi zamanı geldiğinde, aletleri ve kendi yetenekleri ile uzayı taramakta ve dünyaya yaklaşan bir tehdit olup olmadığını kontrol etmektedir.

İzleyicimiz, bir Uçucu ve bir Değişken ile Roum'a doğru yola çıkar. Ancak korkular olur ve yüzyıllardır beklenen tehdit sonunda gelir; istilacılar bir gün içinde dünyayı ele geçirir; artık yönetim onların elindedir.

İşgal sonrasında değişen tüm düzen içinde Jorslem'e yolculuğu başlar İzleyici'nin. Bu yolcukta sürprizi bozmamak için adını vermeyeceğim bir eşlikçisi de vardır. Jorslem ve arınma, gençleşme yolculuğuna çıkan İzleyici bir yandan tam manasıyla maceradan maceraya ve tehlikeden tehlikeye atılacak, türlü ikilemler içinde kalacaktır. Buna rağman kendi doğrularından sapmamaya çalışacak, bir zamanlar inandığı ve parçası olduğu düzenin içinde işgale rağmen inancını korumaya çalışacaktır.

İrade adı verilen bir gücü bir nevi Tanrı olarak gören toplum içinde yenilenme, arınma sağlayan kutsal mekan olarak Jorslem, Jerusalem'in Silverberg yorumu olarak karşımıza çıkıyor. Kıta adlarının değişmiş olmasına rağmen ya da şehir isimlerinin değişmiş olmasına rağmen Silverberg'ün geleceğinde geçen bu romanda Stanbool adını görebilirsiniz. Zaten Jorselm yolculukları süresince geçtikleri yerler ve izledikleri yollar size iyi kötü hangi coğrafyada bulunduklarına dair bir bilgi verecektir.

İşgalin sebebi, İzleyiciler'in varlığının sebebi okuduğunuzda keşfetmeniz için anlatmayacağım bir detay, kesinlikle çok güzel bir dayanağı var bunların.

Robert Silverberg bana çok az Philip K. Dick anımsatıyor yer yer, bu yüzden bu iki yazarı da çok sevdiğimi söyleyebilirim. 

Kitaplıktan Kareler: Eylül Ayından Kareler

Son on gün içinde kitaplığa eklenenlerden bir kaç kare paylaşayım dedim. 


Defter.... Evet kitap değil :) Ama kedili desenini görünce alayım dedim, Beşiktaş'taki Kabalcı'dan aldım. Evden her çıktığımda Kabalcı'ya uğradım resmen son bir hafta içinde. Kalem, kitap, defter... Böyle bakıyorum dakikalarca.


Yordam Kitap'tan üç kitap; ikisini bitirdim, şimdi Salka Valka'yı okuyorum. Kızıl Yıldız yazısını blog'da bulabilirsiniz. İlahi Komedya Manga yazısı ise çok yakında. 


Say Yayınları'ndan üç kitap... İtaatsizlik Üzerine'nin yazısı yakında blog'da; kitabı kesinlikle tavsiye ediyorum. Altını çize çize okudum, çok beğendim.


Omega Yayıncılık'tan kayıp kıtalar, bilinmeyen kültürler hakkında bir kitap Kayıp Uygarlıklar Muamması; yazısını blog'da bulabilirsiniz. Diğer kitabı ise henüz okudum. Okur okumaz yazısını blog'a ekleyeceğim.


Nasıl oluyor anlamadım ama bende galiba eksik 3 ya da 4 Agatha Christie kitabı var. Ya da 2. Çok net konuştum evet! Daha önce bahsetmişimdir, bende mesela bir Agatha Christie kitabının ilk baskısı, İngilizce baskısı, otuz yıl önceki baskısı ya da on yıl önceki baskısı... Yani aynı kitaptan üçer dörder tane bile var. Baya delisiyim kendisinin. 2000 yılı öncesi Türkiye'de basılan kitaplarını topluyorum çünkü. Neyse. Fakat bu kadar delisi olmama rağmen bu kitap sanırım bende yoktu. Aldım garanti olsun diye.
Diğer ise İblis ve Şeytan gibi diğer iki kitabın yazarundan; Lucifer. Ne zamandır almak istiyordum, Kabalcı'da %30 indirimdeydi, fırsatı kaçırmadan aldım.



David Mitchell "Jacob De Zoet'in Bin Sonbaharı"

DÜRÜSTLÜĞÜN SAYGI GÖRMEDİĞİ BİR DÜNYADA YAŞAMAK

Doğru söyleyeni, doğruyu yapanı dokuz köyden, belki de tüm köylerden kovarlar. Gittiği yer cehennemi olur, ayrıldığı yerde bayram olur. Dürüstlük, doğruculuk günümüz dünyasında nedense bir zaaf gibi görülüyor, hatta fazla dürüst olmak kimileri için alaya alınacak bir özellik olarak algılanıyor.

Yalan, dolandırıcılık o denli yadırganmaktan uzaktır ki günümüz dünyasında... Dürüstlüğü salaklık, saflığı aptallık olarak görür toplum. Sizin iyi niyetiniz, yok edilmesi gereken bir değer, diğerlerinin kendisini daha aşağılık hissetmelerine sebep olan, yıkıcı bir özellik olarak görülür. Kendisini dürüstlük karşısında kötü hisseden, yapacağı yıkımla ortadan kaldırmayı amaçladığı tüm olgularda olduğu gibi, dürüstlükte de zorba, alaycı olacaktır. Adaletin fersah fersah uzaklarda yaşadığı toplumlar içinde en alt kademeden en üst kademeye kadar insan, dürüstlüğünün cezasını karşı tarafın baskısı altında çeker. Hayatı elinden gider, sahte belgelerle hapse atılır, işinden kovulur, hak etmediği hakaretlere maruz kalır. Zira o dürüsttür ve toplum için asıl sakıncalı olan yalan ya da dolandırıcılığın yanında bu değer, tüm toplumun sağlıksızlığı açısından pek bir zararlıdır.

KATİP JACOB'UN ZOR  HAYATI

David Mitchell'in 1799 yılında başlattığı Jacob De Zoet'in Bin Sonbaharı adlı eserinde, dürüst, ilkeleri olan ve Zebur'unu bir yol gösterici olarak kabul eden vicdan sahibi, iyi niyetli katip Jacob ile tanışıyoruz. 1700'lü yılların sonunda, Japonya'da geçen hikayede, çalıştığı şirketin Japonya'daki şubesinde katip olarak giden Jacob De Zoet'in, farklı bir kültürün içinde ve yasaklanan bir dinin mensubu olarak yaşamaya başlamasına tanık oluyoruz. Hikaye, 18. yüzyılın sonlarında geçtiği için, günümüz dünyasındaki kültürler arası farklılıkların o zamana göre aslında ne denli keskin sınırlardan uzak olduğunu okuyucu olarak gözlemleme şansını sunuyor bize.

Yine de yüzyıllar geçse de insanoğlunun üç kuruş için beş takla atmaktan çekinmediği, dolandırıcılığın bir marifet olarak görülmediğini geçmişte geçen bu güzel kitapta görmek yine mümkün oluyor. İşine, kendisine, kısaca hayata ve insan olmaya olan saygısından dolayı reddettiği her şeyde işinden olmasına, mevkisinden olmasına dahi razı görünen Jacob'un bir yandan da aşık olduğu kadına ulaşma çabasını okuyoruz. Ticaretin merkezi olan Decima'da çarkları döndüren yolsuzluklar ve kanunsuzluklar içinde, kendi inançları ve doğruları ile yaşama savaşı veren katibin hiç derdi yokmuş gibi bir de içine düştüğü aşk çıkmazı, hikayeye tat katan ayrı bir nokta olarak karşımıza çıkıyor.  

Ülkesinde bıraktığı Anna'ya olan bağlılığı ve Aibagava'ya duyduğu aşkın arasında kalan genç adamın, aşması gereken zorlukların yanında kültür çatışmasının sonuçlarını da göze alması gerektiği gerginliği okuyucuya çok net yansıtılıyor. Kadının konumunu, kadının toplumda ne denli aşağıda bir konumda olduğunu vurgulayan hikayede, bir kadının özgür iradesinin yok edilmesinden tutun da sömürülmesine ve bir mal gibi alınıp satılmasına kadar, maalesef günümüzde bile görmekte olduğumuz tüm olumsuzluklar Jacob'un hikayesi içinde bizlere yansıyor.

Hikayenin başında arka planda da kalsa, sayfalar ilerledikçe Aibagava'nın da, Jacob'un hayatında olduğu kadar kitabın içinde de ne denli önemli bir konumda olduğunu anlıyorsunuz. Başına gelen derdin içinde siz de kendinizi görüyor, kadınların içine zorla itildiği, haksızlığın ve değersizliğin kol gezdiği bir "hapishanede" acı çeken bu genç kadının çilesini paylaşıyorsunuz. Harcanan, köle gibi tutsak edilen her insan gibi, Aibagava'nın acısı da sizi derinden etkiliyor.
Jacob ve Aibagava'nın hikayeleri kitap boyunca farklı bölümlerde okuyucu sunulmaya devam ederken; suç ve ceza kavramlarını sorgulamaya, günümüz dünyasıyla, hayatımızla bağlantılar kurmaya okuyucuyu davet ediyor yazar. Bir çaydanlığı çaldığı için idama giden onlu yaşlarındaki gençlerin yanında, ticaretin merkezinde dönen tüm yolsuzlukların örtbas edilmesi insanı gerçekten rahatsız ediyor. Okurken kendi hayatlarımızı, kendi dünyalarımızı düşünmemek elde değil. Kimin neye göre ceza aldığını, hangi suçun hangi insan için ne ceza gerektirdiği gibi zerre adaletten uzak çıkarımları zihninizde kuruyorsunuz okurken.

Ve sorguluyorsunuz. Adalet nedir, kölelik nedir, özgürlük nedir?

Danielle Martinigol "100Dünya'nın Gizli Yüzü"

HABER HER ZAMAN HABERDİR

Haber alma özgürlüğünü nedir? Haber yaparken gizlenmesi gereken ya da korunması gereken değerler nelerdir? Daha çok okunan ya da daha çok izlenen bir haber yapmak için kişinin iş etiğinden ve/veya kendi ahlaki değerlerinden taviz vereceği durumlar olabilir mi? Eğer olursa, bunlar da yine hangi sınırlar içinde yapılmalıdır? Günümüz medyasında bize sunulan, arasında doğruyu yanlışı ayırt etmenin ekstra bir çaba gerektirdiği, yer yer bilgi kirliliğine yenik düşen haberleri okurken ya da izlerken belki bizler de yukarıda soruları bazen kendimize soruyoruz. Tabi cevaplarımız değişken, amaçlara ve sonuçlara, haberin özelliklerine bakarak her zaman aynı tepkiyi vermemiz mümkün olmuyor.

Artık bilgiye çok kolay ulaşılabilen bir çağdayız. Sosyal medyanın bile neredeyse gazete işlevi gördüğü, kullanıcıların neredeyse birer gazeteciye dönüştüğü ve anlık paylaşımlarla yorumların eşliğine rağmen bilginin hızla yayıldığı bu dünyada, hala bihaber olduğumuz çok gerçek olduğu da ayrı bir durum. Medya mensubu olmayan bir vatandaşın bile merak ettiği bir durum ya da olgu üzerine böylesine şiddetli bir keşfetme arzusunda olabildiği dünyada, kamuoyunu haberdar etme görevini benimseyen mesleklerden biri olan gazetecilerin ise keşfedilmeyi bekleyen her gizeme yeri geldiğinde hayatlarını bile riske atmayı göze alarak yaklaşması, insan doğasındaki merak ve mesleki başarı arzusunun birlikteliğine bir örnek sayılabilir.

GİZEMLERİN PEŞİNDE GENÇ BİR GAZETECİ

2003 Cronos Ödülü ve 2002 Grand Imaginaire Gençlik Romanı Ödülü sahibi 100Dünya'nın Gizli Yüzü, Danielle Martinigol'ün kaleminden çıkma, üç kitaplık bir serinin ilk kitabı. Romanda öne çıkan karakter, on altı yaşında genç bir gazeteci olan Sandiane Ravna. Birlikte çalıştığı babası gibi hırslı bir gazeteci olan Sandiane'yi merkezinde tutan 100Dünya'nın Gizli Yüzü'nde, 100Dünya Konfedarasyonu'ndaki Başkadeniz'e giden bu haberci kafilesinin başından geçen olaylara tanık oluyoruz. Sandiane'nin Başkadeniz'in gizemli araçları Abis'lerin ve Abis'ler ile öne çıkan bu toplumun saklamak istediği gerçekler olduğunu fark etmesiyle okuyucuda merak duygusu uyandırılıyor. Gizemin yarattığı merak duygusuyla, hırslı ve gözü kara bir gazeteci portresi çizen genç kızın, kendi yöntemleri ile topladığı ve bir gazetecilik başarısı olarak kendisine geri dönüş sağlayacağını umduğu her bir gerçek ise, aslında Başkadeniz toplumunun saklamaya çalıştığı tüm gerçeklerin bir anda ifşa edilmesi tehlikesi, bir anda Sandiane'yi de tehlikenin içine atıyor.

Genç gazetecinin bir yandan işine olan bağlılığını, bir yandan da sırlarını keşfettikçe daha çok yakınlaştığı Başkadeniz'e ve Abis'lere olan duygularının muhasebesini yaptığı anlarda, ilk paragraflarda bahsettiğim sorgulamalara da kendi içinde girişiyor. Gizli saklı elde ettiği ve konfederasyon içinde güçlü bir kriz yaratabilecek güçteki yeni bilgilerin, Başkadeniz'de yapılan kuralların dışında uygulamalarının haberleştirilmesinde pay sahibi olduğu yeni gerçeklerin Sandiane'in iç hesaplaşması sonucunda genç kızı bir süre sonra neredeyse taraf değiştirmeye yönlendiren çıkarımlarıyla ilerleyen kitap, devamını merak ettiren bir sonla, ikinci kitapta okuyucuyla buluşmak üzere bitiyor.  Bilimkurgu okurlarının gözünden kaçmayacak bir kitap 100Dünya'nın Gizli Yüzü.

Philip Coppens "Kayıp Uygarlıklar Muamması"

Arkeoloji, tarih ve kayıp kültürler, kıtlar ilginizi çekiyorsa bahsedeceğim kitaba bir göz atmanızda fayda var.

Araştırmacı bir yazar olan Philip Coppens'in yazdığı Kayıp Uygarlıklar Muamması'nda bizleri ilk olarak tesadüfen ortaya çıkan, arkeolojik bir kazı olarak başlamayan ancak zamanla yarattığı sansasyonlarla beraber onlarca arkeologun dikkatini çeken bir kazıya götürüyor. Doğruluğu ispatlanamayan bir kalıntının yaratacağı kaosu akıcı bir dille anlatan kitapta ardından hepimizin aşina olduğu ancak kafamızdan soru işaretlerini uzaklaştıramadığımız bir konu olan Truva konusuna değiniyor. Truva nerede? Truva'ya dair anlatılanlar gerçek mi? Homeros'un çelişkilerle dolu anlatısının gerçekliğini ya da hatalı yönlerini ortaya çıkarmak için sorgulamaya giden yazar, farklı kaynaklardan elde edilen bilgiler doğrultusunda anlatının gerçekle ne kadar örtüştüğünü sorguluyor. Örneğin Homeros'un verdiği coğrafi bilgilerin tamamen zıddı bölgeleri işaret eden bir tablo çıkarıyor karşımıza. Öyle ki Homeros'un anlatımındaki bronz kadehlerin de işaret ettiği şekilde coğrafya, Keltler'e doğru kayıyor.

Yeni Dünya'nın kökenlerinin aslında Eski Dünya uygarlıkları kadar geriye dayandığını belirten yazar, benim için en ilgi çekici olan bölümlerden birine geçiyor daha sonra: Atlantis!

Mısır uygarlığının doğuşunu Atlantis'ten göç edenlerin başlattığına değinen fikirlerin okura sunulmasının ardından, Atlantis ve diğer uygarlıklar arasındaki bağlantılar ve Atlantis'in gerçekliğine dair sorgulamalar başlıyor. En merak uyandıran noktalardan biri olarak Atlantis'in yeri konusunda ise Akdeniz işaret ediliyor. Bir deprem sonucunda battığı yönündeki görüşün sonucu olarak ortaya çıkan bu iddiada ayrıca kıtanın battıktan sonra sürüklenerek Cebelitarık Boğazı'nı üç kere kapattığı da yer alıyor.

Atlantis ve Vikingler'i bir noktada buluşturan sayfalar ise oldukça ilgi çekici. Şu günlerde gündemde olan Vikings dizisini izleyenler hemen hatırlayacaktır, Vikingler'in Avrupa ülkelerini istila etme tutkusu bir başka! Kitapta bu konuda ele alınan iddialardan biri Vikingler'in Walhalla'yı bulmak amacıyla bu kadar çok sefere çıktıkları. Vikingler'in efsanelerinde yer alan bu "Tanrıların Salonu"na ulaşmak onları güdüleyen başlıca neden olarak iddialar arasında yer alıyor.

Değinmek istediğim bir isim ve detaylarını kitapta bulacağınız bir diğer nokta ise Atlantis'in Paris'te yer alan bir şehir olduğunu ileri süren Marcel Mestdagh. İddiasında yer alan bölge ve bölgeye dair ilginç teoriler kitapta yer alıyor.

Kayıp kıta, diyince akıllara ilk gelen isimlerden biri olan Mu da kitapta yer alıyor. James Churchward'ın (Mu denilince aklıma ilk gelen isim!) Atlantis ve Mu kıtası arasındaki bağlantıları kitapta değinilen konulardan biri.

Kısaca anlatmaya çalıştım; böyle bir kitapta sizleri bekleyen ve belki şimdiye dek duymadığınız iddia ve kanıtların tadını kaçırmamak amacıyla yazıyı burada bitiriyorum. İlginç bir kitap. 

Aleksandr Bogdanov "Kızıl Yıldız"

22 Ağustos 1873'te Belarus'ta doğan Alexander Aleksandrovich Bogdanov yalnızca bir yazar olarak var olmamış; Bogdanov aynı zamanda bir bilim adamı, filozof, ekonomist ve tıp alanında araştırmalara imza atmış bir bilim kurgu yazarı. Eğitim hayatı tutuklamalar ve sürgün ile geçen Bogdanov, 1903 yılında Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi'nin Bolşevik fraksiyonuna katılmış. Siyasi hareket bir zamanlar Lenin'le aynı fikirleri paylaşsa da bir süre sonra Lenin'le karşı karşıya gelmiş ve içinde bulunduğu siyasi oluşumdan uzaklaştırılmış.

Aldığı tıp eğitimi ile (Kendisi aynı zamanda doktor) kan transferi üzerinde çalışmaya başlamış; burada amacı ise tam da bir bilimkurgu yazarından beklenecek şekilde "ebediyen genç insanlar" yaratmakmış. Fakat Bogdanov, kendi üzerinde bu konuyla ilgili giriştiği bir deney sonucunda hayatını kaybetmiş. Kimilerine göre ise bu bir intiharmış.

Bu bilgileri özellikle paylaşmak istedim zira Kızıl Yıldız'da karşıma çıkan onlarla şeyle doğrudan bağlantılıydı. Yazarın kendi hayatından ve dönemin Rusya'sından taşıdığı izler ve anlatımı güçlendiren bu gerçekçilik için bunlara değinmek istedim.

Hikayede, siyasi fikirleriyle ön planda olan Lenni'nin bir gün tanıştığı bir adamla hayatının değişmesine şahit oluyoruz öncelikle. Lenni ve eşinin ayrılması ardından bu adam, Menni, kendisine inanılmaz bir şey öneriyor: Mars'a yolculuk! Kızıl Yıldız'a yolculuk!

Oturmuş bir sosyalizm düzeninin bizleri karşıladığı Mars'ta üretim, tüketim, eğitim, sanat, bilim ve sosyal hayat gibi konularda detaylı analizlerle aslında Bogdanov'un ütopyasını ve planlarını okuyoruz.

"Çalışmak, gelişmiş sosyalist insanın doğal gereksinimidir ve örtülü veya açık bir şekilde çalışmaya zorlamak bizim için son derece gereksiz bir şeydir." diyor Menni bir gün misafirlerine fabrikalarını gezdirirken. Son derece detaylı hesapların yer aldığı satırlarla anlatılan, bilimsel bir tabana oturtulan bir çalışma düzeni içinde Mars'ta insanlar istedikleri alanda, istedikleri kadar çalışma hakkına sahip. Giyinmek için para ödemeye, sağlık için para ödemeye gerek yok. Toplumun, toplumdaki herhangi bir bireyin neye ihtiyacı varsa onu almakta özgür. Ancak burada sahiplenme gibi bir kavram da kesinlikle yerleşik değil; çocukların yaşadığı bir çocuk köyünde, bir çocuğun diğer çocuğa kaptırmak istemediği oyuncağı için "o benim" demesi yadırganan bir durum mesela.

Sosyalist düzenin sunulması haricinde yazar kitapta kendi hayatından da yola çıkarak sıkça tıbbi bilgilere değiniyor, kan nakli gibi kendisini adadığı bir konuyu romanda da karşımıza Marslılar üzerinden çıkarıyor. Kan naklinin de sosyalist düzen içinde ortak yaşam ve paylaşım temelinde sunulması ilgi çekici noktalardan biri.

Mars'ta hayran kalınası bir sosyalist düzen hüküm sürerken, şiddetin de bir yere kadar aslında desteklendiğini şu sözlerle anlıyoruz; "Hangi akıllı yaratık, örneğin kendini savunmak için şiddet kullanmayı reddeder?". Aynı şekilde kendi varlıkları sürdürmek için kesinlikle nüfus planlaması yapmayan bir toplum olarak karşımıza çıkıyor Kızıl Yıldız. Zira özgür üremenin bir hak olduğu ve doğal kaynaklarının tükenmesi tehdidine rağmen bu konuda çok net bir tavır yansıtıyorlar. Ayrıca ne kadar kalabalık olurlarsa o kadar avantajlı konumda olacakları bir konuya da değiniyorlar; başka gezegenlerin işgali.

Aleksandr Bogdanov'un ütopyası olarak karşımıza çıkan ve bilimkurgu eserlerin arasında bence yazıldığı tarih ve içerikteki ileri teknoloji, geleceğin teknolojisi tasvirleri de göz önüne alınırsa Kızıl Yıldız kesinlikle alanında öncül romanlardan biri. 

26 Eylül 2014 Cuma

Henning Mankell "Huzursuz Adam"

Eskişehir'de okurken, evime yakın olduğu için sıklıkla uğradığım İnsancıl Kitabevi (Eskişehir'e dair anılarımda büyük yer kaplayan bir yerdir; Adalar'da yer alan bu sevimli yer sayesinde hafta sonları evde canım sıkıldıkça, okuyacak bir şey de bulamadıysam keyfime göre, soluğu İnsancıl'da alırdım.... Nostalji köşemiz şimdilik bitti) sayesinde tanıştığım yazarlardan biri Henning Mankell'di. "Ölümün Karanlık Yüzü" adlı kitabıyla tanıştığım yazar, şu an saplantı derecesinde sevdiğim yazarlardan biri haline gelmiş durumda. Her yıl kitaplarını tekrar tekrar okuyorum; dizisini tekrar tekrar izliyorum ve her zaman bu blog'da fırsat buldukça kendisini deli gibi övüyorum.

Dedektif Kurt Wallander serisinin kitaplarından biriydi Ölümün Karanlık Yüzü. Böylece Hercule Poirot kadar sevdiğim bir başka polisiye kahramanı ile tanışmış oldum. Sağlık sorunları olan, sorunlu bir evliliği ardında bırakmış olsa da eski karısını asla unutamamış olan Wallander, aralarında yer yer uçurumlar olsa da aslında birbirlerine çok benzedikleri için bir türlü anlaşamadığı kızı ile olan ilişkisi her daim sorunlu olan Wallander... Gittikçe agresifleşen ama çalıştığı işin üzerindeyken dikkatinden zerre bir şey kaçmayan Wallander... Babasıyla arasındaki mesafe ise asla kapanmayan Wallander...

Ben Wallander'a gerçekten hayranım. Mankell çok gerçekçi bir karakter yaratmış. Aşırı yediğinde midesi bozulan, uyku düzeni olmayan, çalışkan, depresif... Böyle yazınca sığ ve yetersiz geliyor anlatım ancak bu karakter ile tanıştığınızda beni anlayacaksınız.

Huzursuz Adam'a gelirsek.

Elbette - yine elbette diyerek - polisiye bir romanı katletmemek adına konuya dair pek az bir şey söyleyeceğim. Hatta söylemeyeceğim; kitabın arka kapağındaki yazıyı google'larsanız zaten yeteri kadar bilgiye ulaşırsınız.

Onun yerine üzücü bir şeyden bahsedeceğim.

Bu Wallander serisinin son romanı! Kurt Wallander artık 60 yaşında.

Altın Kitaplar tarafından yayınlandığı hafta edinmiş olmama rağmen 2014 Eylül ayına kadar okumamıştım bu kitabı. Çünkü Wallander'a veda etmek istemiyordum.

Normalde çok hızlı okumama rağmen kitabı okurken özellikle kendimi yavaş okumaya yönlendirmeye çalıştığım anlar oldu. Resmen sonunun gelmesini istemiyordum.

Hiçbir ipucu vermeden yazmaya çalıştım. Kitabın üzerimde uyandırdığı duyguları da es geçiyorum, hiçbir şekilde Wallander'ın son hikayesine dair bir şeyleri mahvetmek istemiyorum sizin gözünüzde.

Bitirmeden önce kısaca bir şey eklemek isterim: Konusu itibariyle kesinlikle diğer Wallander romanlarından çok çok farklı. Olayların sebebi ve sonucu tipik bir Wallander hikayesine benzemiyor. Bence yapısı ve konusu farklı, pek farklı. Kitabın derdi de çok farklı. Okuyunca göreceksiniz. 

2015'te yeniden tüm kitaplarını okuyacağım. Bu yılki Wallander Okuma Maratonu'nu bu ay tamamladım çünkü.

Huzursuz Adam'la gelmiş geçmiş en iyi polisiye yazarlarından birinin, gelmiş geçmiş en iyi polisiye kahramanlarından biriyle vedalaşmaya hazır olun. 

21 Eylül 2014 Pazar

Neil Gaiman "Yıldız Tozu"

En sevdiğim yazarlardan biri Neil Gaiman.

En sevdiğim Neil Gaiman kitabı Yokyer.

Bu kısa açıklamaları niye yaptım? Neden Yıldız Tozu'nu en sevdiğim Gaiman kitaplarından biri arasına koymadığımı belirtmek için. Zira Yıldız Tozu bence diğer Gaiman kitapları arasında oldukça farklı bir yere sahip. Farklılığını belirtmemin nedeni ise kesinlikle kitabı kötülemek değil; kapağında Gaiman yazmasa da yine alıp okurdum bu hikayeyi açıkçası. Ancak dediğim gibi, Yokyer gibi bir kitapta yarattığı hava bir okur olarak beni daha çok kendisine çekiyor, bağlıyor. Daha karanlık, tekinsiz eserlerini daha çok seviyorum yazarın.

Yıldız Tozu tam bir "masal". Yetişkinler için masal. Macera, büyü, cadılar, tek boynuzlu atlar, bir "yıldız" ve aşkı için gözünü karartmış köylü bir delikanlı. Duvar Köyü'nden Tristran Thorn. Köyün en güzel kızlarından biri olan Victoria Forester'a olan aşkını ispatlamak ve kızın isteğini yerine getirmek için köyün dışına, Perili Ülke'ye bit yolculuğa çıkar. Amacı, kayan bir yıldızı bulmak ve genç Victoria'ya getirmektir. Böylece Victoria, Tristran'ın kendisinden istediği bir şeyi yerine getirmek zorunda kalacaktır çünkü bir söz verilmiştir...

Duvar Köyü ve Perili Ülke arasında sıkı biçimde korunmakta olan geçitten geçmesine izin verilen Tristran, kendisinden başka bir çok kişinin - şeyin de peşinde olduğu yıldızı bulmak için yola koyulur.

Tristran'ın hikayesinin devamıyla beraber bir çok farklı karakterin farklı amaçlar doğrultusunda yıldıza ulaşmaya çalışırken karşılaştıkları zorluklar, tehlikeler ve bu uğurda işlemekten kaçınmayacakları cinayetler bizi bekliyor. Tam bir masal gibi; çocukları hafiften ürküten ve gözlerinin önüne uyumadan önce her bir kötü karakteri getiren o masallar gibi.

Beklenmeyen olaylar, gizemli durumlar, büyüler, uçan gemiler, kardeş katilleri, kuşa dönüştürülmüş bir köle, yardımsever yaratıklar ve kötü kalpli cadılar, bacağı kırık güzel bir yıldız ve cesur bir gencin hikayesi Yıldız Tozu'nda okumanızı bekliyor. 

19 Eylül 2014 Cuma

Katharine Burdekin "Swastika Geceleri"

"Düşünce özgürlüğünün olmadığı yerde onur da yoktur.
Swastika Geceleri, Katharine Burdekin.

DİSTOPYALAR GELECEĞİN FOTOĞRAFI SAYILABİLİR Mİ?

Distopyalarda anlatılanlar insanlık için asla olmayacak bir gerçeklikten ibaret gibi görünebilir. Uyandığımız her yeni gün ile beraber, ileri bir tarihe doğru giden dünyanın kendisi içinde bir çelişkiye düşerek insan hakları, medeniyet ve demokrasi gibi başlıca konularda dahi gerilediğini görüyoruz. Bir zamanlar, bir yazarın distopyasında insanların tüm yaşamlarını onları izleyen bir göz tarafından gözetlendiğini okuyan insanlar için bu kurgu gerçek dışı bir geleceğin tasviri olabilirdi. Oysa ilerleyen zamanla beraber izlenme işleminin gözlerle ve/veya kulaklarla yapılmaktan daha da öteye geçtiğine maalesef hepimiz tanık olduk. Ya da insanların üremelerinin sayılara bağlanmasının ya da "gücün" istediği zaman ve yerde gerçekleşmesi gibi koşullarla çevrelenmesi gibi kurguların, inceden inceye, küçük adımlarla karşımıza çıktığını düşünmeye başlamadık mı? Kadınların yalnız ve ancak üremek (soyu devam ettirmek), çocuğuna bakmak ve kocasına hizmet etmek olduğu fikrini gizleyip saklasa da ya da büyük bir marifetmiş gibi her zaman her yerde savunan (üstü kapalı sözlerle ya da açık açık) insanların varlıklarına maalesef bu satırların kelimelerden oluştuğuna inandığımız kadar inanmıyor muyuz? Distopyalarda anlatılan çoğu şey gibi, aslında bu konuda da o karanlığa gömülme yolunda ilerlemiyor muyuz?

Sizin de aklınıza dönüp dolaşıp 1984, Cesur Yeni Dünya, Biz gibi efsanevi distopyalar gelmiyor mu her gün?

HİTLER'E TAPINAN DÜNYANIN HALİ

Swastika Geceleri'nin yazarı, 1896 doğumlu İngiliz bir yazar olan Katharine Burdakin. On bir kitabı bulunan yazarın eserlerinin çoğu feminist ütopya - distopya olarak tanınmlanıyor. Encore Yayınları tarafından Temmuz ayında dilimize kazandırılan 1937 tarihli Swastika Geceleri adlı romanı, en popüler feminist distopyalardan biri olarak edebiyat dünyasında anılıyor.
Romanın yazıldığı tarihlerde Hitler'in Almanya'da kan emen bir vampir gibi nasıl kendisine inandırmaya başladığı onlarca insan tarafından güçlendiğini, bu gücün başta civar ülkeler olmak üzere, dünya üzerindeki dengeleri değiştirebilecek bir hareket olarak varlığını hissettirdiğini tahmin edebilirsiniz. Hitler'in ve Nazizimin, güneşin asla batmayacağı ülkeyi bile içine düşürdüğü tehlike ve gerginlikten, Swastika Geceleri adlı bu esere uzanan yolu gözlerinizin önüne getirebilirsiniz.

Swastika Geceleri'nde zaman, Hitler'in dünyayı ele geçirişinin yedi yüzüncü yılında geçiyor. Erkek egemen bir dünya düzeni kurulmuş, Japonya hariç ele geçirilemeyen hiç bir yer kalmamıştır. Hitler'in doğmayıp infilak ederek oluştuğuna inanılmakta ve Hitler'e tapınılmaktadır. Dünya üzerinden dinler silinmiş, geçen zamana rağmen hala varlığına devam eden bir grup Hıristiyan ise dışlanarak varlıklarını korumaya devam etmektedir. Kadınlar kesinlikle insan yerine konulmamakta, tüm varlıklarını erkek çocuklar doğurmayı ya da erkek çocuklar doğurması için kız çocuklar doğurmayı amaçlayarak sürdürmektedirler. Kadın olduklarını belli edecek en ufak  bir detayı bile yok etmek isteyen erkek egemen güç yüzünden tek bir kıyafet, kazınmış saçlar ile hayatlarına kendilerine ait, çevresi kapatılmış, hapishaneyi andıran alanlarda devam etmekte, on altı yaşından büyük her erkeğe "hizmet etmek" zorunluluğunda olarak yaşamakta, doğurdukları erkek çocukları on sekiz ayı geçtikten sonra onlardan alınmaktadır. Zira bir çocuğun, bir erkek çocuğunun bir kadın tarafından yetiştirilmesi hakaret olarak görülmektedir.

Değiştirilen tarihle, yok edilen tarihi eserlerle, yakılan kitaplarla artık Hitler'in "varlığının" yedi yüzüncü yılında görevi yüzünden bir kaç kelime bilen Naziler (Almanya ile sınırlı düşünmeyin zira İngiltere de dahil dünya artık Naziler'in kontrolündedir ve Hıristiyan olmayan ya da Japon olmayan herkes Nazi'dir) haricinde okuma yazma bilinmemektedir. Yazılı kaynakların olmadığı dünyada, kitaplara ise elbette yer yoktur.

Bir İngiliz, bir Nazi ve bir Şövalye'nin etrafında dönen hikayede, tarihi gerçeklerin korunması ve gerçeği bilmenin ağır yüküne rağmen gerçeğin sonsuza dek saklanabilmesi için harcanan çabaya tanık oluyoruz. Gerçeği anlatan tek kaynak olan bir kitap ve kadının Hitler zamanındaki gerçek konumunu gözler önüne seren bir fotoğraf ile hikayedeki kırılma noktalarından biri yaşanıyor. Adeta Thor yerine konulan, "infilak ederek var olan" Hitler'in kitapta belirtildiği üzere yanlış bir fiziksel tasvirinin, yedi yüz yıldır devam eden hükümdarlıklarında Naziler için nasıl da güdüleyici bir etken olduğunu görüyoruz. Yalanlar, bozulan anlatılar, yazılı bir tarihin olmamasından kaynaklanan çarpıklıklar ve baştan beri hastalıklı olan bir düşüncenin insanları yutmasının ve dünyayı sürüklediği, kadını yok ettiği ve mantığı erittiği bir dünyanın tasviri için, Swastika Geceleri okunmalı. 

15 Eylül 2014 Pazartesi

Mine Söğüt "Beş Sevim Apartmanı"

Blog'da pek Türk yazarlara yer vermiyorum sanırım ama bu bilinçli yaptığım bir şey değil. Okumayı öğrendikten Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz gibi ustaların kitaplar sayesinde okumaya olan tutkumun daha da arttığı, hatta bu isimlerin çoğu kitabını bir çok kere, tekrar tekrar okuduğumu belirtmek isterim. Ya da Tezer Özlü'ye olan sevgim, saygım...

Yani Türk yazarlara blog'da pek denk gelmemenizin belirli bir sebebi yok, sadece "oluyor" ya da "olmuyor".

Mesela Mine Söğüt'ü ilk kez geçtiğimiz yaz okudum. Neden okumak için bu kadar bekledim en ufak bir fikrim yok. İşte başta dediğim gibi, bazen olmuyor.

Beş Sevim Apartmanı okuduğum ilk Mine Söğüt kitabıydı ve bence yazarla tanışmak için kendiliğinden doğru adımı atmışım gibi geldi.

Hüzün ve keder dolu bir geçmişe sahip Beş Sevim Apartmanı'na bir gece Doktor Samimi ve hastaları yerleşir. Her bir katta bir hasta vardır ve bodrum katında da Doktor Samimi yaşamaktadır. Gireni çıkanı olmayan bir apartman olan Beş Sevim Apartmanı'nın sakinleri ise mahalleli için bir gizemdir. Her bir apartman sakini, kendi hallerinde ve kendi sorunları içinde yaşamakta, suretlerinin camda belirmesi haricinde yaşadıklarına dair pek bir şey gözlemlenememektedir.

Kitapta, her bir hastanın hikayesini önce kendi anlatımları ile okuyoruz. Sonra "gerçek" olarak sunulan kısmı okuyoruz. Ardından ise Doktor Samimi'nin günlüğünden bir parça okuyarak, diğer hastanın kendi anlatımından mazisini okuyoruz ve bu döngü böylece devam ediyor.

Çıldırmanın, akıl sağlığını yitirmenin hikayesini bir yaşayanın ağzından, bir de dünya üzerinde nasıl yaşandığına dair gözlemler üzerinden okuyoruz. Hastaların hikayelerinden ziyade alttan altta geriliminin gittikçe arttığı rahatlıkla gözlenen Doktor Samimi'nin hikayesine de tanık oluyoruz.

Deliliğin dağlarında gezmek, kurguyla gerçeği, hayallerle sanrıların iç içe geçtiği hikayeleri okumak istiyorsanız, bir de soru işaretiyle biten finalleri seviyorsanız Beş Sevim Apartmanı'nda yeriniz hazır.

Mine Söğüt'ün dili de hikayelerindeki canlılık kadar etkileyici. Birbirinden farklı karakterler için yarattığı - bence - acı ve keder içindeki hikayelerindeki delilik ve gerçeklik çok çarpıcı. 

12 Eylül 2014 Cuma

Herman Melville "Katip Bartleby"

"Yapmamayı tercih ediyorum."

Tercihleriniz sizi siz yapmıyor mu? Vazgeçtikleriniz ya da sahip olduklarınız sizin ve özgürlüğünüzün sınırlarını çizmiyor mu?

İstemeye istemeye para kazandığınız işten tutun da okulda size verilen ödevlere kadar yapmaktan nefret ettiğiniz halde yapmaya devam ettiğiniz bir şeyler yok mu?

İdarenin olduğu en küçüğünden en büyüğüne dek tüm kurumlarda var olmanın sizi siz yapmaktan uzaklaştırdığını düşünmüyor musunuz?

Ya da...

Sizce, siz "özgür" müsünüz?

Bence değilsiniz. Hiçbirimiz değiliz. Acı olan da bu. Özgürlük dev bir hayaldir. Belki sadece rüyalarınızda özgür olabilirsiniz ki onlar da aslında bilinçaltının hortlamasından ibaret, seçimlerinizi tam bir kontrolle gerçekleştiremediğiniz alanlar olduğundan...
Birey asla özgür olamaz.

Patronunuza gidip, size verdiği işi "yapmamayı tercih ettiğinizi" söylediğinizi düşünün; ya da annenizin, babanınızın, eşinizin, çocuğunuzun vs sizden istediği bir şeyi, yapmanız gerekliliğinin üzerinize kim ve ne zaman yapıştırıldığını bilmediğiniz bir şeyi yapmanızı istediğinde "yapmamayı tercih ettiğinizi" söylediğinizi düşünün.

Karşı taraf dehşete düşecektir.

Tıpkı Herman Melville'in eseri Katip Bartleby'deki anlatıcının, aynı zamanda Barleby'nin patronu olan kişinin, iş verdiği Bartleby'den "yapmamayı tercih ederim" cevabını ilk duyduğundaki gibi bir dehşete düşecektir.

Kendi tercihleri içinde yaşayan ve yer yer insanı çileden çıkartacak davranışlarıyla okuyucuyu bile köşeye sıkıştıracak kadar baskı yaratabilecek güçte olan Katip Bartleby'nin çalıştığı ofiste hayata karşı genel tutumunu yansıttığı iş hayatından anları patronu ağzından okuyoruz. Sınırları zorlayan bir umarsızlık içinde kendi özgürlüğünü ilan eden, iyi bir çalışan olan ancak zamanla tercihleriyle patronunu zora sokan Bartleby'nin hikayesinden sonra belki birileri çıkıp "yapmamayı tercih ederim" diyecektir ama ardından gelen bir toplumsal "ikaz" mekanizması ile hepimiz biliyoruz ki "yapmaya" devam edecektir.

Çünkü bu biziz. 

10 Eylül 2014 Çarşamba

Lev Tolstoy "Sergi Baba ve İki Hafif Süvari"

O kadar uzun zamandır klasik eserlerden birini okumamıştım ki... Aradan geçene zamanı buraya yazmaya utanıyorum.

İthaki Yayınları'nın bence çok güzel kapak tasarımlarıyla yayınlamaya başladığı ve yayınlamaya devam edeceği "Dünya Klasikleri" serisinden Lev Tolstoy'un "Sergi Baba ve İki Hafif Süvari" adlı eseri sayesinde bu uzun araya bir son vermiş oldum.

Tolstoy'un iki farklı dönemini yansıtan ve yazılışları arasında uzun bir zaman olan iki farklı öykünün, "Sergi Baba" ve "İki Hafif Süvari"nin bir araya geldiği bu kitap, birbirinden çok farklı iki eserin bir araya gelmesine artı olarak, yazarın belki iki farklı yönünü (Ya da farklı yönlerinden ikisini) okuyucuya sunması açısından da önemli.

İlk öykü, "Sergi Baba" da acıyla son bulan bir aşk hikayesinin ardından manastıra kapanan bir genç adamın, zaman içinde yaşadığı değişimin ve yolun sonunda vardığı "durum" anlatılıyor. Dünyevi hazlardan (Ve özellikle bu hazların birinden) uzak durmak adına çıktığı bu yolculukta, içinde hiçbir zaman örtemediği ve dindiremediği bir takım isteklerinin yarattığı vicdan azabıyla kendisini daha da derin kuyulara inmeye zorlayan Kasatski ile karşılaşıyoruz. Çekildiği inziva sonrasında Sergi Baba olarak anılan karakterin zaviyede ve inzivada geçirdiği yıllar ardından ve bu yıllara "rağmen" içinden asla atamadığı duygularıyla olan mücadelesinde, yer yer yaşamakta olduğu duygusal azabın fiziksel acılarla da beslediğine (!) tanık oluyoruz.

Kaçtıkça kendisini kıskacına almak için uğraşana ve karakterin gözünde birer günahtan ibaret olan bu duyguların törpülenmek bir yana, daha da sivrilerek bir anda patlama noktasına ulaşarak Seri Baba'nın kendi elleriyle - zihniyle - kararlarıyla kendi sonunu getirmeye ittiğini görüyoruz. Bunca çaba ve inancın, daha fazla saklanamayacak ve örtülemeyecek duyguların altında nasıl ezildiğini görüyoruz.  Aradığı huzuru, mutluluğu ve belki de yaşam amacını bulmaya yaklaşması ise, doğruluğuna yıllarca inandığı yöntemi terk etmesi ve aksi bir biçimde, yıllar öncede kalmış bir dostu ziyarete gitmesi ile bulabiliyor.

İkinci öykü, "İki Hafif Süvari"de ise, ilk öyküden bir hayli farklı. Babasının gençliği ve kendi gençliği arasındaki farkların, davranışları ve toplum içindeki genel tavırlarıyla yargılanmasına/eleştirilmesine tanık olduğumuz bir karakter üzerinden yılların yarattığı kuşak farklılıklarını ele alıyor yazar. İnce düşünmenin, zarafetin, aşkın ve saygının zamanla nasıl bir değişime uğradığını bazen yakınmaya yaklaşan ifadelerle farklı karakterler üzerinden işliyor.

Beni en çok etkileyen, ilk öykü oldu. Gerçekten çok beğendim.

Kitaptan altını çizdiğim bir cümleyi de paylaşarak yazıyı bitireyim.

"Evet, insani şöhret için yaşayan benim gibiler için Tanrı yok."

Ingvar Ambjörnsen "Tavandaki Kukla"

Tavandaki Kukla, Ingvar Ambjörnsen'in okuduğum ilk kitabı oldu. Bu zamana kadar adını yer yer duymama rağmen hiç okuma şansım olmamıştı. İşsizlikle beraber gelen "yürüyüş için bolca zamana sahip olma" fırsatıyla beraber çıktığım günlük yürüyüşlerin birinden, eve iki kitapla döndüm. Biri Tavandaki Kukla'ydı.

Romanda baş karakter olan ve yer yer kendi ağzından ya da günlüğünden olayların akışına şahit olduğumu Rebekka'nın kız kardeşi Stina tecavüze uğradığı için bir akıl hastanesinde tedavi görmektedir.  Akıl sağlığını yitiren, konuşmaktan vazgeçen, ailesinden ayrı, bir hastanenin bir odasında yaşamaya mahkum, tecavüz mağduru kardeşi için Rebekka, üzülmekten daha fazla şey yapmaya karar verir: İntikam almaya. Kardeşinin hayatını, ölümden önce çalan tecavüzcüden intikamını almaya karar verir.

Can çekişen bir evliliği olan Rebekka, intikam almak için peşinde olduğu adamı yakından takip etmek ve planını uygulamaya koymak için, çocukluklarının geçtiği anneannesinin ve dedesinin evlerine taşınır. Soğukkanlı, planlı bir şekilde adım adım ilerlemeye başlar. Bu intikamın en "soğuk" yanı ise, öldürücü bir darbe vurarak her şeye son vermekten ziyade, yavaş yavaş ve acı çekerek bir sonu hazırlamaktır.

İntikam duygusu ve acıyla yaşayan bir kadının, kitabın arka kapağında da belirtildiği üzere neredeyse saplantıya dönüşen intikam arzusunun neler yaptırabileceğini, kuzeye has soğukluğu hissettirerek okutan bir kitap Tavandaki Kukla.

Soğukkanlılık ve otokontrolün zirvesinde gezinen Rebekka'nın, sinsice uyguladığı planında kullanmak üzere stokladığı insanlardan (yani insan ilişkilerinden) tutun da geçmişe dönük kısımlarda okuyucuya sunulan kısa ama detaylarıyla Rebekka'nın içinde bulunduğu hali şekillendirecek olaylar barındıran her bir satır hikayeyi sürükleyici kılan ve güçlendiren şeylerden biri.

Tecavüz gibi insanlık dışı bir şiddet eyleminin denize düşen bir taş misali yaratabileceği tüm nefreti, her bir dalganın şiddetiyle anlatıyor yazar.

Kesinlikle şu ana kadar okumamış olmayı kayıp saydığım bir yazar oldu Ingvar Ambjörsen.