Kırmızı Kedi Kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kırmızı Kedi Kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Ekim 2015 Cumartesi

Virginia Woolf "Orlando"

Sözümde duruyorum ve bugün ikinci bir yazıyı daha blog'a ekliyorum.

Virginia Woolf'un Orlando adlı romanını galiba üç haftadır elimde oradan oraya sürüklüyorum. Kitabın akıcı olması ya da olmamasıyla ilgisi yok; sadece araya o kadar çok başka okuma vs. girdi ki, Orlando'nun sıradışı ve hareketli yaşamını okurken sık sık duraklama dönemine girdim.

16. yüzyılın sonunda İngiltere'de başlıyor Orlando'nun hikayesi. Doğaya, edebiyata, şiire aşık soylu bir genç olarak, çekici bir erkek olarak, hayranlık uyandıran bir erkek olarak gençliğini fırtınalı ve hızlı bir şekilde yaşıyor. Oradan oraya sürükleniyor; içinde bitmek bilmeyen doğa hayranlığı, asla vazgeçmediği Meşe Ağacı adlı şiiri ile kıtalar arasında, yıllar arasında, yüzyıllar arasında geçiyor ömrü.

Bir erkek olarak başladığı hayat, otuzlu yaşlarının başında kadına dönüşmesiyle devam ediyor. Bir anda kadın oluyor Orlando. Leydi Orlando olarak yaşamaya devam ediyor. Bu sefer erkek gözünden yaşadığı hayatı kadın gözünden değerlendiriyor; değişen arzularına, tepkilerine, verdiği anlamlara bakıyor. Bir yandan da, aslında Orlando hep Orlando olarak kalıyor.

Kitap boyunca karşınızdaki kişi aslında sadece Orlando. Onun gözünden İngiltere ve Avrupa'nın 1500'lü yılların ortasında 1928'e dek geçirdiği değişimi görüyoruz. Sanayileşmenin yarattığı şoku da, sarsılan siyasi iktidar biçimlerinin dönüşümlerini de, toplumsal hayatın yaşadığı hızlı değişimi, kadın erkek ilişkilerinin zamanla geçirdiği evrimi, kültürün, sanatın, edebiyatın yüzyıllar içindeki evrimini.... Her şeyi onun gözünden, hep Orlando'nun gözünden görüyoruz.

Ağırlıklı olarak İngiltere'de geçse de romanın bir bölümünde Orlando, İstanbul'a büyükelçi olarak atanıyor. Bir süre İstanbul'u, imparatorluk dönemini, dönemin diplomasisi içinde Orlando'nun yerini görüyoruz. Ardından Orlando, yeniden ülkesine, İngitere'ye dönüyor. Zaman ve mekanın, zamanın seyri içinde Orlando gözünden yaşadığı değişimin ana hatları, çarpıcı biçimde aktarılıyor.

İngiltere'nin Aydınlanma dönemi ile temelleri atılan sanayileşmenin ardından gelen kültürel, toplumsal, hatta şehir hayatında yaşanan mimari değişimlerin Orlando gözünden ne kadar anormal ve şoke edici olduğunu düşünün. Özellikle Orlando'nun bir yazar olarak da ele alınabileceği roman içinde Orlando, kendi yazın uğraşı haricinde takip ettiği, her dönem, hangi dönemde olursa olsun karşısına çıktığı anda ilgisini çeken yeni edebi akım, yazar ve eserlere büyük ilgi gösteriyor. Ancak burada da sıklıkla görülüyor ki Orlando için İngiliz edebiyatının gidişatı sıkıntılı bir süreç; değişen ekonomik ve toplumsal yapının yeni değerlerinin yansıdığı bu sanat alanı, Orlando için değişen toplumsal yapının en uç örnekleri.

Elektriğin evlerde kullanılmaya başlanması, elde yazılan kopyalar yerine makineleşeme sonrasında ucuz, kolay erişilir kitapların basılmaya başlanması ancak bir yandan da ticarileşen, basımı ve erişimi kolaylaşan edebiyatın amacının ne olduğu sorununun doğması, tıpkı kadın ve erkeklerin sokaklarda flörtleşebilmesini gördüğünde yaşadığı şokun benzerini yansıtıyor Orlando'ya.

Kadın gözünden ve erkek gözünden ilişkilerin, aşkın gözlemlenmesi, toplumsal cinsiyet rollerinin yarattığı beklentilere uygun hareketler içinde olmaya zorlanılan bireyin iç dünyası Orlando'nun gözünden romana muazzam biçimde aktarılıyor. Bir kadın olduktan sonra evlilik yüzüğü takmıyor olmanın üzerinde yarattığı gerilimi, toplumun parçası olmaktan men edilmek gibi bir yansımayla kendisinde bulan Orlando, aslında her dönem için cinsiyet rollerinin sorgusunu bu ve bunun gibi bir çok örnekle yapıyor.

Virginia Woolf'un kendine has anlatım tarzı bence en çok Orlando'da okumayı kolay kılıyor. Elbette çevirmen İlknur Özdemir'in başarısını da buna eklemeden geçemeyiz, ancak Woolf, zor alışılan bir tarza sahip ve ya alışkanlıktan ya da hem alışkanlıktan hem de Orlando'nun akışı/anlatımı içinde, bu roman, daha kolay okunan bir Woolf romanı benim gözümde.

20 Eylül 2015 Pazar

Alıntı: Virginia Woolf "Orlando"

"Böyle zarif bir beyefendinin, derlerdi, kitaplara ne ihtiyacı var ki. Ama daha beteri de gelecekti. Okuma hastalığı bir kez insanın vücuduna girince onu öyle güçsüz düşürür ki, vücut mürekkep hokkasında yaşayan ve tüy kalemde cerahatlenen öbür beleya kolayca yem olur. Talihsiz kişi yazmaya başlar."

24 Nisan 2015 Cuma

Jose Saramago "Mağara"

Kendine has yazım tarzı, diye bir kalıbı kullanarak bahsedebileceğimiz yazarlardan biri Jose Saramago. Öyle ki, ilk kez okuduğumda okuma hızım pek bir düşmüştü; belki hikayesinin ilginç kurgusundan da olabilir, bilemeyeceğim. Ardından yazarın daha fazla eserini okumaya başladıkça anlatımına alıştım ve Mağara'yı bu yazara alışmış olmanın getirisi olarak "başlasam şimdi kesin bitiremem" dediğim günlerde okudum.

Mağara, sanayileşme sonrası ortadan kaybolma hızı artan meslek gruplarının sanayi karşısındaki gerileme ve beklenen sonucu, yok olmaya - çökmeye değinen bir kitap. Cipriano Algor, kızı ve damadı ile birlikte şehirden çok da uzak olmasa da, şehirleşmenin henüz yutamadığı bir köyde yaşayan bir çömlekçidir. Kilden çömlekler yaparak üç kuşaktır bu işi yaparak geçinen bir ailenin ferdi olan Algor, Merkez olarak karşımıza çıkan ve kapitalist - sanayileşmiş dünyayı temsil eden yerde güvenlik görevlisi olarak ayın büyük bir bölümünü evden uzakta geçiren damadı ve kendisine çömlek yapımında yardımcı olan kızıyla beraber kendince huzurlu bir hayat yaşamaktadır. Ancak bir zaman gelir ki, Merkez'in artık Algor'un kil çömleklerine ihtiyacı kalmaz; insanlar kil yerine plastik çömlekleri tercih etmeye başlamıştır ve bu el işi ürünler artık yalnızca, o da şansları varsa koleksiyoncuların ilgisini çekecektir.

Elindeki düzeni kaybetmenin şokunu yaşan Algor'un, kapitalist dünya içinde el emeğinin yeri olmadığı gerçeğiyle yüzleşmesi ve inancını içten içe kaybetmiş olmasına rağmen kızının çıkış yolu bulma çabalarının parçası olmasına rağmen, kendisi ve ailesinin, dünyasının yeni bir döneme girmesi hikayesi Mağara.

Şehirleşmenin ve makineleşmenin sonucunda yaptığı iş başta olmak üzere doğası ve gündelik hayatına da yabancılaşan insan portresini çömlekçi üzerinden çizen Saramago, "Buldum" adı ile hikayeye dahil olan bir köpek üzerinden de uzaklaşılan düzene kısa bakışlar gönderdiği cümleler ile de çömlekçinin de okurun da gözlerini bir anlığına yaşlarla doldurabilecek samimi durumlar yaratıyor. İnsanın sanayileşme sonrasında kaybettiği "şeylerin" bir kaç kere Buldum üzerinden aktarıldığını düşünüyorum.

Bir çöküşün, alışveriş merkezlerinde yürümenin dahi "bir işlevi varmışçasına" sunulduğu dünya içinde kaybolan çok şey olduğu muhakkak. Yiten mesleklerin yasını tutup ancak belgesel çekmek için araya didine buldukları, mesleğini öğreteceği hiçbir kimsenin köyünde/civarında kalmadığı ya da buna hevesli kimsenin olmadığı insanları aslında mesleklerinden eden düzen içinde, avm'de kahve içmeyi "çok elit"(!) bir şey sanan insanların aslında bu belgesel/haber gerektiği zaman koşa koşa köylere, kentten uzağa kendilerini atmaları da aklıma geldi okurken. Kentleşmenin çağdaşlığa ya da bilimselliğe götürmediği, yüksek binaların göğe yaklaşmasıyla insanın ya da toplumların ilerlemesi arasında paralellik olmadığını idrak etmekten pek uzak olan insanların, "köy kahvaltısı" diye pazarlanan ve zaten hali hazırda bildikleri şeyleri plastik sandalyelerde oturarak bilmem kaç liraya yemelerinin fotoğraflarını paylaşması gariplikler de aklıma geldi.

İnsanları çarpık kentleşmenin parçası edip varoşlarda yaşamaya muhtaç eden bir düzenin eleştirisi olarak da görebiliriz Mağara'yı; damadının Merkez'de yükselmesi ve alışılmış dünyalarının dışında para için, parayla hayatta kalmak için mücadele etmek adına yine kente, Merkez'de bir şansları olduğunu düşünen Algor'un kızı, size de yabancı gelmemiştir. Ürünü elinde kalan onlarca köylünün, üretim süreci içine ancak makineleşmenin ucuz işgücü olarak girebilecek ve aslında hayatı mahvolmaktan bir adım öteye gidemeyecek hale gelmeye mecbur bırakılan insanların hikayesi bu.

31 Ocak 2015 Cumartesi

Virginia Woolf "Kendine Ait Bir Oda"

Virginia Woolf'un ağır dili, satırlarına sinen karanlığı ve o karanlığın saf bir gerçek oluşunun yarattığı iki kat keder ile dolu yapıtlarının içinde, bence farklı bir konumda Kendine Ait Bir Oda. Zira vahim bir durumu ele alarak metni kaleme almaya başlayan Woolf, aslında umut verici ve cesaretlendirici bir şekilde işliyor konuyu: Kadının yazabilmesi için kendine ait bir odaya ve paraya ihtiyacı vardır. Yazar da bize bu durumun yoksunluğunu, nasıl elde edilebileceğini ve elde edilmesi durumunda kadının dışa vurma şansını yakalayabileceği potansiyelinin ne denli mühim olduğunu anlatıyor.

Kadının toplum içinde elinin kolunun her alanda bağlanması ve erkek egemenliği altında sürekli denetim altında tutulma çabası içinde, kadının ekonomik özgürlüğünü elinden almak gelir desek abartmış olmayız. Değişen ekonomik sistemle beraber kendi bedeninden tutun da doğurduğu çocukla oluşan aileye, ailesinden çalıştığı iş yerine kadar her alanda sesi kısılmaya ve sömürülmeye çalışılan kadının üzerindeki baskıyı görmemiş olma ihtimalimiz yok çünkü. Bu durumda elimizdeki kitap aslında bu düzen içinde, eserin yazıldığı dönem ve öncesinden başlayan kadın hareketinin küçük bir kısmını içererek, bu ekonomik özgürlüğün kadın için neyi ifade ettiğiniz anlatıyor. Woolf, Kendine Ait Bir Oda'da, yazmak isteyen bir kadının toplumda karşılaştığı, karşılaşması muhtemel olan tepkileri ele alırken; diğer yandan da kendisi yazabilen bir kadın olarak diğerlerinin önünde ataerkilliğin pençeleriyle karartılmış bir yolda fener oluyor.

Kadının her alanda olduğu gibi yazın alanında da erkek karşısında aşağılanmayla karşılaştığını belirten yazar, bu aşağılamayı yapan olarak her iki cinsi görüyor. Bir kadının kendisi için bile "kadın halimle yazmak neyime" diyebilecek kadar baskıcı bir toplumda kadının maruz kaldığı ayrımı nasıl içselleştirdiğine örnekler veriyor. Yazma hevesini gülünç bularak eline kalem almayan kaç kadının klasikleşebilecek kaç romanı, kaç şiiri, kaç yazısı bu yüzden dünyada yok, düşünsenize bir...

Edebiyatta kadının, yalnızca erkeklerin yazdığı metinlerle işlenmesi üzerinde kitap boyunca duran yazar, belli başlı eser ve mitlere yansıyan kadın imajı üzerinden toplumun içine sinen bu ataerkil ayrımcılığı yorumluyor. Yazmak isteyen bir kadın ile erkeğin karşısına çıkan zorlukların cinsiyet tabanında nasıl oluşturulduğunu ve pekiştirildiğini irdeleyen Woolf, erkek egemen ifade biçimlerinde kadını aşağılamanın aslında erkeğin kendisini yüceltmesi amacı taşıdığına değiniyor. Buna karşılık yazar hayatın kadın ve erkek için eşit zorlukta bir yapısı olduğunu belirtmekten de geri durmuyor. (Yani feministler çoğunluk tarafından "erkekler ölsün" gibi bir söyleme sahip gibi görünüyor; hayır, öyle değil. Bakın ezilmiş kadınlardan bahseden Woolf gibi öne çıkan bir figür bile "insanların eşitliğinden" bahsediyor.) Hatta Woolf kitapta bu konudan bahsederken şöyle bir şey yazıyor, buraya da yazmak istiyorum:

"Dünya kadına, erkeğe dediği gibi "istersen yaz, umurumda değil", demiyordu. Dünya kaba kaba gülerek "Yazmak mı?" diyordu. "Yazman ne işine yarıyor?".

Ben bunun hala günümüzde devam ettiği kanaatindeyim. Hala kadının yeteneklerinin erkek karşısında cılız, kadın zihninin erkek karşısında yetersiz olduğu imaları her yerde yankılanıyor. Bu hastalıklı duruma bir de ek olarak, maalesef ülkemizde sosyal bilimler bile çoğu üniversite mezunu tarafından bile bilim olarak görülmüyor. Edebiyat değersiz, zaman öldürmekten başka bir amacı olmayan bir uğraş gibi, üzerinde düşünülmeden oluşturulan bir "meta" gibi görülüyor. Bu uğraş ve çalışmalar içindeki kadınlar da çoğu zaman "umursanmıyor." Bu bence insanlık tarihinin utançlarından biridir; cinsiyete göre yetenek değerlendirmek.

Neyse, yakınmam bitti, kitap hakkında yazmaya devam edebilirim. (Aslında bitmedi yakınmam.)

Kadının hayat karşısında susturulması üzerine yazarın belirttiği bir nokta özellikle üzerinde durulası; Woolf, kadının erkek karşısında bastırıldığını, sesinin kısıldığını; bunun sebebinin de kadın konuştuğunda/ifade ettiğinde ortaya çıkacak gerçeğin erkeği yok edecek denli acı olacağı. Erkeğin hayat karşısındaki sert, zaferlerle doldurulası ve güçlü duruşunun oluşumunu aslında bir çeşit kadının ifade özgürlüğünü elinden çalarak oluşturulan bir yanılsama olarak göremez miyiz bu durumda?

Teyzesinden kendisine kalan miras sayesinde yazma özgürlüğünü yakalayan Woolf, kendi tabiriyle artık "hiçbir erkeğe yaltaklanmadan" çalışabileceğini, yazabileceğini, üretebileceğini ifade ediyor.

Ülkesinin tarihi içinde edebiyat alanında kadın imzasından yoksun kalmış dönemlerden bahsederken, henüz yeni kazanılan siyasi hakları karşısında kadınların eskiye göre en azından bir adım daha atabilmiş olduklarına değiniyor. Jane Austen, Brönte'ler gibi öne çıkan kadın yazarları da sıkça inceleyerek, edebiyatta kadının varolma çabasını; insanın varolma çabasını anlatıyor.

Kendinize ait bir odanız olması için elinizden gelen her şeyi yapın; Virginia Woolf'un gösterdiği yoldan yürümekten de korkmayın.

İyi okumalar.

(Ve iyi yazmalar).

29 Ocak 2015 Perşembe

Glenn Meade "Son Tanık"

"Son Tanık", okuduğum ilk Glenn Meade romanı oldu. Adını sıkça duyduğum halde daha önce okumaya fırsatım olmamıştı.

Balkanlar'ın tarihi en hareketli ülkelerinden Yugoslavya'nın yakın geçmişi üzerinden çıkış noktasını bulan roman, Amerika'da müzisyen eşi Jan ile beraber bebek bekleme sevincini yaşayan Carla'nın, başına gelen bir felaketin ardından geçmişini öğrenmesiyle başlıyor. Silik hatıralardan oluşan bir çocukluk üzerine kurduğu hayatının, bilinmeyen her yönünü, hafızasından silinmiş anne ve babasının anılarını öğrenmesiyle beraber içine düştüğü dram, Carla'yı başka bir kıtanın acı dolu geçmişine götürüyor. Bir yandan yaşadığı felaketin acısını yaşarken, bir yandan doğacak çocuğu için ayakta kalmaya çalışan bir karakter olarak karşımıza çıkan Carla, öte yandan geçmişinin sisle örttüğü günleri berraklaştırmak için azim ve kararlılıkla tehlike dolu bir yola çıkıyor. Haliyle, bir macera romanı olarak ele alınabilecek Son Tanık'ta tedirgin edici bir hava içinde, Carla'nın gerçeği arayışı başlıyor. Tabi uluslararası sorunlara yol açabilecek kadar tehlikeli sularda yüzmeye başlayan Carla'nın dağıttı sisin ardından sadece geçmiş değil, şimdiki zamanın acımasız bilinmeyenleri de çıkıyor.

Yugoslavya'da yaşanan iç savaş ardından, savaşın sadece sürdüğü müddetçe verdiği zararın değil, bireylerin hayatları üzerinden nasıl travmalara ve acılara yol açtığını da irdeliyor kitap. Özellikle Carla'nın annesinin günlüğü üzerinden, mutlu bir ailenin karşılaştığı zor günleri okura yansıtıyor.

Dediğim gibi yazarla beni tanıştıran ilk romandı. Orijinal dilinde okumadığım gerçeğini de göz önünden ayırmayarak söyleyebilirim ki kitaptaki diyaloglar daha iyi olabilirmiş. Bunu olay örgüsünden bağımsız söylüyorum. Bu benim fikrim.

Tarihi, polisiyeyi, macerayı bir kitapta toplayan bir roman Son Tanık.

Not: Doğduğum günden bu güne etrafını savaşın, acının çevirdiği bir coğrafyada yaşayan bir insan olarak, sırf kendi hatırladığım işgalleri, savaşları düşünüyorum da, gerçekten insanlık ne zaman ders alacak? Ne zaman öldürmekten vazgeçecek? Okurken siz de düşünmeden edemeyeceksiniz çünkü nasıl bir dünyada yaşıyorsak yaşınız kaç olursa olsun her zaman hem sürmekte olan bir savaşa, hem de tanık olduğunuz onlarca savaşa dair anılarınız vardır... Uzaydan canlı yayınla uzaya gönderdiği insanla iletişim kurabilen insanoğlu, canlı yayınla savaşı televizyonlardan yayınlayan insanoğlu. Ne gariptir ki hiçbir gelişme acıya son vermeye yetmedi; bir savaşın daha başlamasını engelleyemedi. Yazık. 

9 Ocak 2015 Cuma

Doris Lessing "Anılar"

CİNSİYETÇİ KARİYER AYRIMLARININ ÖTESİNDE BİR HAYAT

1919 yılında İran'da başlayan hayatı 2013 yılında İngiltere'de son bulan İngiliz asıllı Doris Lessing, edebiyatın hafızasında feminist ve sosyalist eserleriyle yaşamaya devam edecek olan kadın yazarlar arasında. Kadının kariyerinin nerede başlayıp nerede zirve yapabileceği yönündeki ataerkil ifadeler gündemi meşgul ededursun, kaleme aldığı anılarında Lessing, bir kadın olarak, günümüzde hala  "işleyen ve oturmuş bir sistem olarak bir hayal olmaktan öteye asla geçemeyeceği" iddiasıyla haksızca yargılanan bir ideolojinin  uğrunda ve bir kadın olarak kendisini gerçekleştirme yolunda verdiği mücadeleleri anlatıyor.

Savaşın faturasını bir bacağını kaybederek ödeyen ve bunun buhranını içinden hiçbir zaman atamayan, "bomba şoku" olarak tanımlanan bir hastalığın esiri olan babası ile sevdiği insanı batan bir gemide kaybeden ve bunun hayalkırıklığını üzerinden hiçbir zaman atamayan hemşire bir anne ile başlıyor Lessing'in hayatı. Annesi ve babası üzerinden savaşın yalnızca insanın canını alan bir yönünün değil, aynı zamanda kendi ailesinde gördüğü "insanların potansiyellerini ellerinden alma" etkisinin üzerinde de duruyor; potansiyelini kullanmanadığını fark eden insanın çevresine karşı tavır alması, hırçınlaşması, hayalkırıklıklarında boğulma ya da sebepiz nefret ve hınç yansıtmaları olarak yorumlanabilecek durumu doğurduğunu belirtiyor.

Babasının işi nedeniyle bulundukları Kirmanşah'ta hayata gözlerini açıyor yazar. İlerleyen zamanlarda Rodezya devam eden ve İngiltere'de sonlanan yaşamı boyunca onlar mekan değişikliği ve onlarca insan hayatına dahil oluyor. İnsan ilişkilerindeki tavrından, sahip olduğu ya da kendi kurduğu aile içindeki ilişkilerine dek çocukluğunun ilk dönemlerinden kalma bir ruh halinin baskınlığı dikkat çekiyor. Çocukluğundan itibaren yazarın annesiyle olan ilişkisi, Anılar'ı şekillendiren bir çok durum ve duygunun ortaya çıkışında pusuda yatmış sebep olarak yeninden ve yeniden canlandırılıyor. Bir kadının elinden alındığını düşündüğü hayatına karşı duyduğu nefreti, çocuğu üzerinden yansıtmasına şahit oluyoruz. Bir çocuğun böylesi şiddetli duyguları hissetmemesinin imkansız oluşuyla beraber anne - kız çekişmesinin çok çok ötesine geçtiğini görüyoruz sorunun. Erkek kardeşin doğumuyla beraber annesinin, kardeşinin kendisinden daha çok sevdiği düşüncesine inanmaya başlayan Lessing'in bu konuda yaptığı hayli ilginç bir çıkarım da mevcut; kadının erkek çocuk sahibi olduktan sonra çocukla arasında neredeyse kendisini dünyaya/ailesine karşı kör edecek denli bir tutku oluşması. Lessing için bu sonuca ulaşmak zor olmasa gerek zira bir "kız çocuk" olarak yazara annesinin tavrı ve neredeyse ergenliğinin ortalarına kadar ailede "bebek" olarak tanımlanan ve bir bebek muamelesi gören erkek kardeşe olan tavrı arasındaki fark, cinsel politikanın aile içinde kurulmasının acı veren ancak maalesef gerçek bir yönü olarak ortaya çıkıyor. Bir kadının, bir kadın üzerinde, kızı olan bir kadın üzerine bu politikayı bilinçli ya da bilinçsizce yeniden doğurması, yazarın feminizme yönelmesinde bir etken olmaktan asla dışlanamaz diye düşünüyorum.

Annesi ve yazarın kendisi üzerinden kadının toplum içinde üzerinde kurulan ve bunun sonucu ya da yönsüz tepkisi olarak yer yer kendisinin de yeniden yarattığı rollerle ya da bunlara karşı çıkışlarla karşılaşmak mümkün. Lessing'in çocukluğunda sıklıkla karşılaştığı ve "annesinin sosyal sesi" olarak tanımladığı bir sesle misafirleriyle "çocuklarının ömrünü nasıl tükettiğini, özellikle küçük kızın hayatını nasıl zehir ettiğini" anlatması, bir çocuğun yok sayıldığı anlarda onlarca kez şahit olduğu bir gerçeğin hayatının tamamını nasıl etkileyebileceğine acı bir örnek oluşturuyor. İngiltere'den ve alıştıkları düzenden, kurdukları hayallerden ve yitirdikleri gelecek imkanlarından tamamen uzaklaşan ailenin (anne ve baba), tek tek kendi dünyalarına sıkışıp kalmalarının faturasını üzerinde taşıyan Lessing'in gözünden, bambaşka bir kıtada yeni bir hayat için çırpınan ebeveynlerinin kendilerini kurtarma çabalarına da tanık oluyoruz. Tüm "potansiyeli" elinden alınan annenin ev içi üretimden başka bir sürece dahil olamaması ya da babanın savaşta kaybettiğinin üzerine giriştiği tüm tarımsal faaliyetlerde harcadığı tüm çabaya rağmen istediği başarıyla ulaşamaması da acının bir diğer boyutu oluyor.

Aldığı dini eğitimle beraber mezhep değiştirmesi, manastır günlerinin üzerinde yarattığı travma, ergenliğe geçişinde annesi ile arasında yaşadığı yer yer "yok artık" dedirten durumlar içinde Lessing'in ailesinden uzaklaşarak varlığını yaşatmaya çalışması, evden ayrılması ve bir çok farklı işte çalışacağı bir sürecin başlamasıyla tetikleniyor. Ekonomik özgürlüğüyle beraber elde ettiği özgürlüğün ardından ilk evliliği ve çocukları, ardından bulunduğu coğrafyada hala devam eden "ırkçılık" ve köle düzenine karşı duran insanlarla tanışıp, bu yönde okumalar yapmasıyla şekillenen bir süreci de beraberinde getiriyor.

İkinci Dünya Savaşı sırasında dünyanın değişen dengeleri içinde, komünizmi benimseyen ve siyasi faaliyetlerin içinde aktif olarak yer alan yazarın gözünden toplumun nasıl etkilendiğini ve ikinci evliliğini yaptığı Gottfried Lessing ile olan ilişkisi, çevresi ve kendisinin devam eden hayatı, çalışmaları üzerinden de bireylerin mücadelelerine tanık oluyoruz.

Samimi bir dille kendisini, bir çok kitabına konu olan olayları ve kişileri anlatan Doris Lessing'in Anılar'ı, doksan dört yıllık ömründe bir kadının her alanda verdiği mücadelelere tanık olmak için, birinci ağızdan bir kaynak.

21 Aralık 2014 Pazar

Jose Saramago "Defterler"

Jose Saramago'nun Defterler'i, yazarın 2008 ve 2010 (aynı zamanda yazarın ölüm yılı olan 2010) yılları arasında yazdığı, genellikle dünyanın gündelik durumu, ağırlıklı olarak siyasi gelişmelerin ve bu gelişmeler doğrultusunda oluşan sorunların ve bu sorunlu dünya içinde kendisini yer yer sevindiren ama çoğunlukla da üzen, sıkan durumların yer aldığı bir kitap. Blog yazılara olarak ortaya çıkan bu denemelerin ise yazarın gözünden 2000'li yılların dünya siyaseti ekseninde fikirlerinin bir özeti olduğu aşikar.

Farklı günlerde yazılan ve farklı konulara odaklanan bu yazılar arasında neler yok ki...  Boşanmalar ve ailelerin kütüphaneleri üzerinden Amerikan "düşünce yapısının", Amerika çıkışlı TV programları, diziler ile tüm dünyayı etkilemesi üzerine bir yazı. Fernando Pessoa'nın kendisini keşfetme çabasını kısaca, ama derin bir şekilde ele alan bir yazı.

İsrail - Filistin konusuna değinen yazar, kendi içinde konu üzerinde yaşadığı acıyı okura birebir aktarıyor. Ortadoğu'nun siyasi sıkıntılarını irdelemenin haricinde toplumsal yaşamındaki bazı üzücü noktaları da ele alan yazar, recm gibi bir akıl almaz bir uygulamaya değindiği bir bölümde anlatıyor.

İnsanlığa karşı finansal bir suç olarak ele aldığı, bir çeşit haksız kazanç eleştirisi yaptığı bölüm de dahil olmak üzere Saramago'nun Amerika'nın finansal ve ekonomik bir baskı unsuru oluşturan varlığına sıklıkla dikkat çekmesi gözden kaçacak gibi değil. Sıklıkla yerdiği bir düzene, Obama'nın ilk seçildiği günlerde, hatta seçim gününde yazdığı yazıda yaptığı göndermelerde yazarın dünyanın gidişatında en etkili unsur olarak ABD'yi görmesine, acı içinde şahit oluyoruz. Ki bu acı yazarla ortak bir nokta da veriyor bize.

Yazar, "Suçlular için yardım buldular ancak kurbanlar için bulamadılar." diyor ekonomik krizin ardından sarılamayan yaralarıyla onlarca kez daha karanlık günleri göreceği kesinleşen ülkelerin durumuna bakarak.

Cehaletin, zenginliğin diğerlerinden çalarak fakirlik doğurarak güçlenmesiyle arttığını belirten yazar, sömürgeciliğin mahvettiği bir dünyada birey olarak bizlerin artık dünyada olan biteni analiz etmemizi sağlayabilecek eleştirel kapasitemizi kaybettiğimizi belirtiyor. Bunun sebebini de düşünme ve eyleme geçme sorumluluğumuzu göz göre göre terk ediyor olmamıza bağlıyor.
Kadın hakları için her fırsatta kendi fikirlerini sunan Saramago, kadınların hala haklarını kazanmak için mücadele etmek zorunda kaldıkları bu adaletsiz sistemin eleştirisini de sıklıkla yapıyor. Kadın cinayetleri, emek sömürüsü, şiddet, eşitlikten hayli uzak emek - gelir dengesi üzerinden konuyu inceleyen yazar, kadın hakları ihlalinde sorumluluğu erkeğin kendi içinde çözemediği sorunlar ve güç gösterisi takıntısına bağlıyor.

Yakın geçmişin, aslında sadece bir kaç yıl uzağımızda kalan bir zaman diliminin büyük bir yazarca tutulmuş kaydı Defterler. 

20 Aralık 2014 Cumartesi

Gerd Schneider & Herbert Schulmeyer "Şah Mat!"

Satranç oynamayı galiba on yaşımda öğrendim. Öğrendiğime sevinip, oyundan da büyük keyif almaya başladığımda da uzun bir süre deli gibi satranç oynadım. Genelde herhangi bir şeyi tadında bırakan bir yapıda olmadığımdan, yeni keşfettiğim bu dünyada kendimi kaybettim, sürekli satranç oynadım. O zamanlar bir dergide her ay satranç bölümü vardı, oraya göre oyunda biraz daha ilerlemeyi keşfettim. Kendi kendime saatlerce oynadım. Çünkü yalnız bir insandım çocukken de. Ne zaman ki liseyle birlikte hayatım aşırı hızlandığı bir döneme girdi, satrançtan uzaklaştım. Şimdi arada bir oynuyorum. Online oynamayı hiç sevmiyorum. O yüzden oynayacak arkadaş bulmam da gerekiyor. İşim zor.

Ama satranç bilmiyorsanız, satranç sizin için zor olmasın. Gözünüzü korkutmasın. Akıllı telefon kullanmıyorum ama satranç bilseniz, o telefonlarınızdan satranç oynasanız mesela Candy Crush'tan daha mantıklı bir oyunla geçirebilirsiniz zamanınızı.

Satranç oynamayı bilenler ya da bilmeyenler için bir kitap Şah Mat! Yeni başlayanlar işin tarihinden, oyunun nasıl oynanacağına kadar bir çok açıklama içeriyor. Görsellerle desteklenen ve adım adım açıklayarak oyunu okuruyla birlikte oynayan, onu yönlendiren bir kitap.

Bu tip oyunları öğrenirken, eğer birinden öğreniyorsanız kimi zaman doğru sorunun ne olduğunu bile bilemeyip, kendi kendine yanlışı doğru sanarak öğrenmesi bile mümkün olabiliyor insanın. O yüzden "kimseyi darlamayım, takıldığım yerde açıp bakayım, öğreneyim satrancı" diyorsanız, kaçırmayın. Tuzakları, fırsatları, en büyük hataları ve şansınızı artırma yollarını öğrenebiliceğiniz bir kaybak. 

Bir çok oyunun yanında efsaneleşmiş bir oyunun hamlelerini de içeren bu kitapta, 64 adımda satranç öğrenebilmeniz mümkün. Canınız sıkıldığında, ne yapsam ne yapsam diye düşünürken yardımınıza koşmaya da dünden razı.

12 Aralık 2014 Cuma

Arthur Conan Doyle "Kızıl Dosya"

Hemen herkes sanırım bir kez, bir Sherlock Holmes macerasına tanık olmuştur. Benedict Cumberbatch ve Matin Freeman'ın başrollerini paylaştığı BBC yapımı Sherlock adlı dizinin son yıllara oyuncularıyla beraber neredeyse damga vurması, öte yandan da Robert Downey Jr. ile beyaz perdeye yansıyan Sherlock Holmes karakteri, Arthur Conan Doyle'u henüz okumamış bir çok insan için de yazar bir nevi "tanışma" gerçekleştirdi. Umarım öyle olmuştur yani.

Kızıl Dosya, Sherlock Holmes ve Dr. Watson'ın tanışmaları ardından, beraber çözdükleri ilk vakayı ele alan bir roman. (Orijinal adı A Study In Scarlet olan eser, Sherlock'ta da A Study In Pink olarak yer almıştı, Sherlock sevgimi ve diziye olan hayranlığımı inatla gözünüze sokmaya çalışıyorum galiba şu an.)

Dr. Watson'ın Sherlock'la tanışması ve bu sıra dışı adamın alışkanlıklarını, davranışlarını benimsemeye başlaması, ev arkadaşlıkları ve aralarında gittikçe güçlenen dostluk kısaca anlatılıyor, ardından bir cinayetle, kafa karıştıran bir cinayetle karşılaşıyor ikili. Sherlock Holmes'un kendine has, düzenli bir düşünme süreci sonucunda ancak hızla vardığı sonuçlarla hayranlık ve şaşkınlık yarattığı bir sürecin ardından, katile yaklaşılıyor.

Roman iki bölüm halinde; ilk bölümde tam bir polisiye hikayeye tanık oluyoruz. Ancak ikinci bölüm, birden bizi yıllar öncesine, başka bir kıtaya taşıyor. Okumamış olanlar için sürprizi kaçırmamak adına bu kısımdan bahsetmiyorum. (Dizinin ilham aldığı-uyarlandığı eser bu olsa da, diziyle aynı değil, rahat olun, diziyi izlemiş olsanız bile okuyabilirsiniz yani.)

Agatha Christie'nin Hercule Poirot'su gibi Sherlock Holmes'un da gizemleri çözme biçimi kendine has. Polisiye edebiyat tarihinin bu çılgın adamının inanılmaz hafızası, yer yer duygusuz ve ifadesiz tavırları, kabalığa varacak dereceye çıkan halleri bir yana, kuşku götürmez bir dahi olarak okura sunulması sanırım daha uzun yıllar okunacak eserlerin kahramanı olarak yaşayacağının kanıtı. Hafızasında işe yaramayacak bilgilere yer vermeyen, güneş sistemi konusunda bir ilkokul çocuğu kadar bile bilgisi olmayan Sherlock Holmes'un bir saniye içinde bir kişinin aile yaşamından tutun da o an aklından geçen ne varsa onu dahi bilecek bir mantık sistemine sahip olması gibi enteresan özellikleri, amatör dedektif tanımını biraz haksız bulamamıza sebep oluyor.

Sir Arthur Conan Doyle'un efsane karakteri Sherlock Holmes bana her zaman Auguste Dupin'i anımsatmıştır. Ancak bu durum, dönüp dönüp arada tekrar okuduğum öykülerin baş karakterleri olan bu iki kahramanı da aynı ölçüde sevmeme engel olmadı.

Benim size küçük bir önerim olacak; Kızıl Dosya'yı okumaya başladığınızda şu linkteki muhteşem parçalar da size eşlik ediyor olsun. 

9 Aralık 2014 Salı

Gonçalo M. Tavares "Beyefendiler"

Gonçalo M. Tavares'in Beyefendiler adlı kitabını dün yağmurdan kaçarken trafiğe sıkıştığım bir anda okumaya başladım. (Çantada acil durumlarda okunmak üzere kitap bulundurmayı bu yüzden seviyorum işte, merak eden varsa - ki muhtemelen yoktur ama- mp3 çalardan da kulağıma Ghost doluyordu).

Beyefendiler farklı karakterlerin farklı bölümlerde anlatıldığı, bu anlatımlara da Rachel Caiano'nun çizimlerinin eşlik ettiği bir kitap. Her bir karakterin çok keskin özellikleri ve yer yer güldüren, ama çoğunlukla iç burkan yapıları var.

Karşımıza çıkan ilk karakter Bay Valery; kendisinin mantığının sınırları şahsen benimkini aşıyordu. Öyle bir adam düşünün ki yalnız, öyle bir adam düşünün ki evcil bir hayvanı dahi sevmekten korkuyor, eşini ne gören ne de duyan var ama Bay Valery evli, hayatı boyunca yaşadığı muhitin sadece beş sokağını biliyor çünkü her bir sokak için ayırabileceği beş ayakkabısı var (Her sokağın ayakkabısına bulaştığından, her sokak için ayrı bir ayakkabı). Neredeyse her bir farklı sayfada Bay Valery'nin gündelik hayatımızda durup bir an dahi düşünmeden attığımız adımlar ve sahip olduğumuz kanılar, otomatiğe bağladığımız hareketler üzerindeki sıra dışı fikirlerini okuyoruz. Güldüğüm kadar hüzünlendiğim kısımlarla Bay Valery'nin bölümünün sona geldim ancak son bölümde kendisinin mantık sınırlarındaki bir sonla karşılaşmak, o hüznü ve yalnızlığı pekiştirdi.

İkinci karakter ise Bay Henri. Absent ve ansiklopedik bilgi tutkusuyla hayata dair bir çok fikrini gözlemlediğimiz Bay Henri, düşünce sistemini absent olarak açıklıyor. Susmaya ve paylaşmamaya karar verdiği anı ise yine bir bardak absent ile noktalıyor.

Bay Brecht ile devam eden kitapta, (isim dikkatinizi çekmiştir), karakter boş bir salonda olmasına rağmen hikayeler anlatıyor. Çizimlerle bezeli olduğunu belirttiğim kitabın bu bölümdeki çizimlerin bir başka özelliği daha var; şöyle ki bu bölüm başında bir salonun uzak bir köşesinde bir karaltı gibi görünen karakterler her bir sayfanın ardından gittikçe daha çok belirginleşiyor ve yaklaşıyor; boş salon, her bir öyküyle beraber dolmaya başlıyor. Bu öyküler çok etkileyici, bir satırdan ibaret olanları dahi yer yer insanın kalbini sızlatacak denli etkili.

Bay Juarroz'un hayatında insanları yer yer sinirlendirecek denli sıra dışı fikirlerine tanık olduğumuz bölüm ise kendisinin yaşama sevgisi ve yaşama katlanabilme sistemini içeriyor.
Bay Calvino'nun enteresan rüyaları ile sona yaklaşan kitapta, karakterin hayata katlanmak için geliştirdiği çözümleri ve aslında yaşamını zorlaştıran bir çok düşüncesinin garipliklerini okuyoruz. Uzun bir yolculuk olarak tasvir edilen yaşamının, amacına ulaşıp vardığı noktada sonlanması gibi, acıklı bir hikayesi var kendisinin.

Son olarak Bay Walser, bir ormanda yapayalnız yaşayan, büyük umutlara sahip, diğer karakterler gibi farklı yapısıyla kitabın sonunda bizleri uğurlayan isim oluyor.

Bir gecede bitirilebilecek bir kitap. Beni en çok etkileyen bölüm ise Bay Valery oldu çünkü yalnızlığı kalbimi sızlattı. Gülmek, düşünmek, hüzünlenmek (ama bu acı çektiren bir duygu değil, hüzün iyidir biliyorsunuz) istiyorsanız, bu enteresan kitapla tanışın.

12 Eylül 2014 Cuma

Herman Melville "Katip Bartleby"

"Yapmamayı tercih ediyorum."

Tercihleriniz sizi siz yapmıyor mu? Vazgeçtikleriniz ya da sahip olduklarınız sizin ve özgürlüğünüzün sınırlarını çizmiyor mu?

İstemeye istemeye para kazandığınız işten tutun da okulda size verilen ödevlere kadar yapmaktan nefret ettiğiniz halde yapmaya devam ettiğiniz bir şeyler yok mu?

İdarenin olduğu en küçüğünden en büyüğüne dek tüm kurumlarda var olmanın sizi siz yapmaktan uzaklaştırdığını düşünmüyor musunuz?

Ya da...

Sizce, siz "özgür" müsünüz?

Bence değilsiniz. Hiçbirimiz değiliz. Acı olan da bu. Özgürlük dev bir hayaldir. Belki sadece rüyalarınızda özgür olabilirsiniz ki onlar da aslında bilinçaltının hortlamasından ibaret, seçimlerinizi tam bir kontrolle gerçekleştiremediğiniz alanlar olduğundan...
Birey asla özgür olamaz.

Patronunuza gidip, size verdiği işi "yapmamayı tercih ettiğinizi" söylediğinizi düşünün; ya da annenizin, babanınızın, eşinizin, çocuğunuzun vs sizden istediği bir şeyi, yapmanız gerekliliğinin üzerinize kim ve ne zaman yapıştırıldığını bilmediğiniz bir şeyi yapmanızı istediğinde "yapmamayı tercih ettiğinizi" söylediğinizi düşünün.

Karşı taraf dehşete düşecektir.

Tıpkı Herman Melville'in eseri Katip Bartleby'deki anlatıcının, aynı zamanda Barleby'nin patronu olan kişinin, iş verdiği Bartleby'den "yapmamayı tercih ederim" cevabını ilk duyduğundaki gibi bir dehşete düşecektir.

Kendi tercihleri içinde yaşayan ve yer yer insanı çileden çıkartacak davranışlarıyla okuyucuyu bile köşeye sıkıştıracak kadar baskı yaratabilecek güçte olan Katip Bartleby'nin çalıştığı ofiste hayata karşı genel tutumunu yansıttığı iş hayatından anları patronu ağzından okuyoruz. Sınırları zorlayan bir umarsızlık içinde kendi özgürlüğünü ilan eden, iyi bir çalışan olan ancak zamanla tercihleriyle patronunu zora sokan Bartleby'nin hikayesinden sonra belki birileri çıkıp "yapmamayı tercih ederim" diyecektir ama ardından gelen bir toplumsal "ikaz" mekanizması ile hepimiz biliyoruz ki "yapmaya" devam edecektir.

Çünkü bu biziz. 

28 Haziran 2014 Cumartesi

Cem Okyay "Kapı"

ZOR GÜNLER, KABULLENMESİ ZOR GERÇEKLER

Zor günler yaşadık tarihimiz boyunca, yaşıyoruz. Temennimiz her zaman zorlukların aşılması, idealimizdeki yaşama, refaha kavuşmamız.

Geriliyoruz, inanamıyoruz. Sorguladıkça sinirleniyoruz, kafamız ya daha çok karışıyor ya da daha çok berraklaşıyor. Zihnimiz sürekli meşgul, korkularımız, çekincelerimiz var. Gelecekten korkar hale geliyoruz; medyanın sunduğu yapmacık gerçeklik içinde asıl doğruyu arıyoruz. Kimimiz haberleri izlemeye tahammül edemiyoruz; her bir haber kimini sinir krizine sokuyor, kiminin tansiyonunu yükseltiyor. Duvarlara kumandalar fırlatılabiliyor; televizyonu aşağı atacak kadar hala zengin bir ülke değiliz çünkü. Kapitalizmin eşyaya insandan daha çok bağlanılmasını aşılayan düzeni içinde eşyaları harcamamız insanları harcamamızdan daha zor çok şükür(!). 

Son yıllarda ülke gündemimiz hemen her gün gittikçe daha ağır bir hal alıyor. Duyduklarımıza, yaşadıklarımıza inanamayarak günlerimizi geçiriyoruz. Her gün yeni bir konu karşımıza çıkıyor; bu sefer daha kötüsü olamaz, diyoruz. Ertesi gün bin beterini duyuyoruz.
Davalar davaları takip ediyor, günler geçiyor, kararlar veriliyor... 

CEM OKYAY'IN KURGUSUYLA 2023'TE TÜRKİYE

Kapı'da, 2023 Türkiye'sine doğru gidiyoruz yavaştan. 2022'de geçiyor olayların çoğu. Geri dönüşlerle, farklı bölümlerde 2022'ye nasıl gelindiğine dair kesitler yer alıyor. Balta Davası'ndan içeride olan, afla dışarı çıkan ve karşılaştıkları yeni Türkiye'ye ya da daha doğru ifade etmek gerekirse yeni Federal Devlet'e alışmaya çalışan askerlerin hikayelerine tanık oluyoruz. TAMAMI KURGU olan Kapı'da, uydurma delillerle, çelişkili ifadelerle özgürlükleri, en azından fiziksel özgürlükleri kısıtlanan askerlerin dramını, hayatlarında değişen gerçeklikleri okuyoruz. Bir arkadaş grubu içerisinde, farklı bölümlerde her bir karaktere odaklanan kitapta, geçmişin adaletsizliğini gören, gelecekten adil bir yargılama isteyen askerlerin bir olarak giriştiği mücadeleyi ve zorlu yolcuğu okuyoruz.

Hikayenin içinde her bir karakterin kendi dramı var; kendi mutluluğu ve kayıpları, kendi sorunları ve hayalleri var. Cem Okyay yalnızca adalet yolculuğuna değil, karakterleri "kendileri" yapan detaylara da değiniyor; bu da her birini daha yakın hissetmenizi sağlıyor, okuyucu ile arasında kurulan bağı pekiştiriyor.

2022 Türkiye'sini size biraz anlatmak isterim: Sinsice devletin her organını ele geçiren güç, istediğini almıştır. Ülke, bildiğimiz ülkemiz değildir artık. Kadınlar ve erkekler ayrı ayrı toplu taşıma araçlarına biniyor. Sarıklı, cübbeli adamlar İstanbul'un her yerinde. Bu arada, İstanbul artık Başkent. Tekke ve zaviyeler yeniden açılmış. Din temelli, parçalanmış bir Türkiye var karşımızda. (Bu parçalanma aslında ülkemizle sınırlı değil, Ortadoğu'da değişen sınırların olduğu da Kapı'nın kurgusu içinde yer alıyor). Şehrin merkezi noktaları az çok değişmiş; her yeri kaplayan gökdelenler, yalnızlaşan ve mutsuzlaşan insanlar...


TAMAMI KURGU OLAN, Cem Okyay'ın mükemmel anlatımı ile kendisine hayran bırakan Kapı romanını herkese, şiddetle tavsiye ediyorum. Olabilecek en kötü durumunu ve bir yanda da olabilecek en güzel durumu göstermesi açısından sert bir anlatımı olduğu söylenebilir ancak böyle kurguların insanları sorgulamaya, anlamaya ve öğrenmeye daha çok teşvik ettiği fikrindeyim.

13 Haziran 2014 Cuma

Ne Okuyorum?


Evet, evimde dantel var.
Ancak konumuz bu değil.
Son elli sayfasındayım bu mükemmel kitabın. Cem Okyay'ın sürükleyici anlatımı, Türkiye'nin 2023'teki kurgu (doğal olarak) halinin acıtan gerçekliğine kendimi kaptırdım gidiyorum.
Pek yakında yazısı blog'da olur. Ama siz yazıyı beklemeyin, bir an önce gidip bu kitaba kavuşun derim.