24 Ekim 2015 Cumartesi

John Burnside "Şeytanın Ayak İzinde"

Bu sefer Rus edebiyatından bir roman değil, İskoçya'dan bir roman yazısı. Bir süredir devam eden, ama bu romanla ara verdiğim Rus klasiklerine de bugün yeni bir kitapla devam edeceğim. Onun yazısı da artık hafta içine kalır.
Hayatımın özetini geçtiğime göre kitaba dönebilirim.

Şeytanın Ayak İzleri'ni okumaya karar vermemiştim, kütüphaneden yine başka kitaplar almak için gittiğimde gözüme çarptı. Arka kapak yazısı da merak uyandırdı açıkçası. 

Nihayetinde kasvetli denebilecek bir günde kitabı okumaya başladım. Böylece kasvetin sardığı ruh ve mekan ile kitabın kederi birleşince sanırım kitabın tadı daha güzel çıktı. Mazoşistik okuma sevgisi.

Michael Gardiner adlı başkarakter, aynı zamanda hikayenin anlatıcısı. Bizzat ağzından aktarılan hikayesinde ise sık sık geri dönüşler var. Bunun sebebini geçmişten kopamayan ve geçmişin gölgesinde, o gölgelerin sindiği, ancak gölgede kaldığı için pek göremediği, fakat aslında orada olduklarını hep bildiği kendi günahları saklı. Tüm bu günahların yükü altında hayatı boyunca nasıl da ezildiğini göremeyen Michael için tüm geçmişin faturasını ödeme ve yüzleşme günü de yaşadığı kasabadaki bir olayla karşısına çıkıyor.

Michael'in ilk gençlik döneminde, okul yıllarında bir süre birlikte olduğu insanın, çocuklarından ikisini ve kendisini akıl almaz biçimde arabada yakarak öldürmesinin ardından olaylar başlıyor. Ancak Moira, bahsi geçen kadın, üçüncü çocuğunu, yani kızı Hazel ya da kocasına bir zarar vermeden sadece diğer iki çocuğu, iki küçük oğlu ile gidiyor ölüme. Bu ilginç detay, Moira'nın arabayı ateşe vermeden önce Hazel'i yol kenarında indirmesi de Michael için daha fazla gizemli bir durum yaratıyor.

Sebebini tahmin edebilirsiniz. Edemiyorsanız da kitabı okurken zaten hemen karşınıza çıkacak o sebep.

Moira'nın abisinin küçük yaşta bir kaza sonucu ölmesi ve bu olayın Michael'in geçmişinde kapladığı yer ve önem, tüm olan bitenin arından Michael'in neredeyse durağan ötesi yaşamında yeni bir dönemi açıyor.

Karısı Amanda ile olan evliliğinin dokunsanız elinizde kalacak bir halde olması, Michael'in toplumun kendisine yüklediği neredeyse tüm rolleri reddetmesi, ailesiyle olan geçmişi, küçük bir kasabanın kendisine ve ailesine karşı olan tutumu, hayatın gerçeklikleri.... Sırayla geçmişin her anısı yeniden canlandıkça, olaylar zinciri çocukluğundan bugüne dek gittikçe artan bir gerilimle Michael'i sıkıştırdıkça elbette sonunda hikayede de bir patlama yaşanıyor, Michael'in bir nevi dönüşümüne tanıdık oluyorsunuz.

Yapayalnız bir insan. Yapayalnız kalmayı seçmiş bir ailenin yapayalnız büyümüş, toplumsallaşmanın hayli dışında kalmış, pasifliği içinde ve yaşadığı kapalı evrenin içinde şeytanın sadece dışarıda, toplumda değil, aslında kendi içinde de varolduğunu öğrenme sürecini okuyoruz Michael'in. Şeytanın ayak izlerini yolun başına dönüp takip etmeye başladığında, son adımın nerede olduğunu görmesinin ardından ise hikaye sonlanıyor ve sanırım karakter gibi okur da ilginç, suçluluk duygusunun boyut değiştirmiş bir haliyle gelen ilginç bir rahatlama duyuyor. 

Bence karakter güzel kurgulanmış, hikaye boyunca da tutarlılığından bir şey kaybetmeyen bir kurguya sahip. Haliyle hikaye de öyle.

Not: Paylaştığım görsel bana aittir. Kullanmadığınız için teşekkürler.

20 Ekim 2015 Salı

Françoise Sagan "Brahms'ı Sever Misiniz?"

Yine kütüphanede alacağım kitapları aldıktan sonra bir kitaplık daha ödünç alma hakkım olduğu için aceleyle daha çok romanların olduğu rafların oraya kendi atmam sonucu aldım bu kitabı dün.

Kitap pek uzun değil, hatta kısa. O yüzden gece ders çalışmayı bitirince okumaya başladım, uyumadan önce de bitti. Sabaha okumam gerekmesin diye gözümden uyku aksa da bitirip öyle yattım daha doğrusu.

Paule adındaki kadın kahraman, uzun süredir beraber olduğu Roger ile aslında yalnız olduğu bir ilişkinin içinde ve beklentilerini manevi anlamda karşılayamadığı bir süreci yaşıyor. Bunu nereden anlıyorsun, derseniz, anlamak oldukça kolay. Uzun süreli bir ilişkisi olmasına rağmen yalnız yaşlanacağından, yalnız kalacağından aslında, bu bağlamda doğal olarak aslında şu an yalnız olduğunu düşünüyor. Otuz dokuz yaşında oluşu, artık genç olmayışı ve "bu hayatın nereye gideceği" konularında bir buhran yaşıyor da diyebilirim.

Bu süreç, hikayenin hemen başınd Paule'nin işi sebebiyle tanıştığı bir kadının oğlunun, yirmi beş yaşındaki genç Philip'in hayatına girmesi ile değişiyor. Paule istese de istemese de yolları sürekli kesişen bu gençle, Roger'nin özgürlüğüne düşkünlüğünün özgürlük boyutunda aldatma boyutuna geçmesi gibi alakasız bir evrim geçirmesi sonucunda zaman geçirmeye, Philip'in kendisine olan ilgisine ilgi göstermeye başlıyor.

Bir ilişkinin zor zamanlarında beliriveren üçüncü kişi hikayelerinde sıklıkla görebileceğiniz bir süreç başlıyor böylece de.

Kitap 1961 yılında sinemaya da uyarlanmış, zira pek satan bir kitap olmuş zamanında ve ses getirmiş. Ingrid Bergmand'ın da kadrosunda olduğu film de başarılı olmuş zaten.

Kitabı beğenmedim demiyorum ancak pek bu tarz hikayeler okumayı sevmediğimden tavsiye edip etmeme konusunda kararsızım. Böyle sancılı durumların hikayelerini duymayı, dinlemeyi ya da izlemeyi hiç sevmem, bu bir film olsaydı kapatırdım ancak kitap olduğu için yarım bırakmayı kendime yediremedim, kitabı bitirme sebebim o. Filmi yarım bırakmak benim için normal ama kitabı yarım bırakmak, asla.

Ya bir de okurken bir anlığına yine pek sevmediğim bir yönetmen olan Michael Haneke'nin çok sevdiğim filmi La Pianiste geldi. (Onun yazısı da blog'da var, sanırım 2011 ya da 2012 yılında yazmıştım.) Genç erkek karakterler birbirlerini çağrıştırdı açıkçası. Ama tabi alakası yok. Ama bana çağrıştırdı.

Sonuç olarak, Brahms'ı severim, çocukluğumdan beri severim. Ama böyle hikayeleri sevemiyorum. 

18 Ekim 2015 Pazar

Katherine Mansfield "Ölü Albayın Kızları"

Katherine Mansfield'i ilk kez okuyorum.

Abartmıyorum ama 2011'den beri sürekli alınacak kitaplar listesine dahil ettiğim ve bir türlü hiçbir eserini almadığım bir yazardı. Bunu bir günah çıkarma gibi düşünün. Bu cümleyi öyle yorumlayın.

Sonunda sonsuz döngü kırıldı ve Derrida almak için girilen yerden elimde Ölü Albayın Kızları ile çıktım.

Tam adı Kathleen Mansfield Murry olan 1888 Yeni Zelanda doğumlu, modernizm geleneğine dahil edilen bir yazar Mansfield. 19 yaşında İngiltere'ye taşınan Mansfield'in aslında kendi hikayesi de tıpkı kaleminden çıkanlar gibi acıklı; 34 yaşında tüberkülozdan vefat etmiş çünkü.

Ölü Albayın Kızları'na adını veren öykü de dahil, o acıklı hava kitapta her bir öyküye kazınmış halde. Yalın kurgusu içinde bahsettiği sade karakterlerinin derin kederleri, umutsuzlukları, kayıpları ve pişmanlıkları okurken içe pek bir dokunuyor. Ben nasıl bir şey bekliyordum, bilmiyorum. Ancak beklediğim böylesine etkileyici hikayeler değildi. Birkaç sayfadaki satırları kaplayan hüznü okuyup hissetmeniz lazım; ne demek istediğimi o zaman anlarsınız. Yoksul insanların, geride kalmış insanların, kimsenin hikayelerini duymak için zaman ayırmadığı insanların iç sesleri, bakışları kelimelerle Mansfield'in aracılığıyla okura öyle bir gidiyor ki, oturup ağlamak isterseniz şaşırmayın.

Beni en çok etkileyen bir kaç öyküden kısaca bahsetmek isterim. Bunların başında Resimler geliyor. Eski bir şarkıcının yoksulluğa düştükten sonra oyunculuk yapmak için kapı kapı dolaşıp ajanslarda kendisine bir iş aradığı ve sonunda içindeki çaresizliğe bir çözüm bulmak için çok üzücü bir şeye yönlendiği bir hikaye; kısacık, kısacık ve öyküde anlatılan zaman dilimi neredeyse sadece birkaç saat. Ancak Mansfield için bir insanın sızısını anlatmaya hayli yeten bir süre.

Kitaba adını veren Ölü Albayın Kızları ise babalarının vefatı ardından neredeyse travma sonrası stres bozukluğu ile baş edemeyen ve baş etmesi pek olası görünmeyen iki kız kardeşin hikayesi. Travma sonrasından kastım ise babaların ölümü değil, babalarının ölümü ile doruğa ulaşan ve babalarıyla geçen hayatlarının tamamını kapsayan süreç. Güçlü bir otoritenin altında kendileri olmaktansa sadece "babalarına rahatsızlık vermemeye çalışmak" üzerin kurulu, ev dışına geçmeyen bir hayatta adeta yok olmuş iki kardeşin hikayesi. Ölü olan toprağa verilen midir yoksa hiç yaşamamış olduğunu fark eden midir, diye kendi kendinize sormanızı bekliyor hikaye....

Öykülerde yer yer parayla mutluluğun gelmeyeceği, yoksulların kimsenin umursamadığı hayatlarında yaşadıkları acıların yine hiç kimse fark etmeden nasıl devam ettiği ya da sonlandığı, eğlence ve şatafata düşkünlük ile nasıl körleşileceği ve sıklıkla ölüm - yaşam temalarını işliyor Mansfield. Ortak nokta ise, sıklıkla vurguladığım gibi; acı, keder, üzüntü, hüzün...

Yazarı geç okumuş olmayı bir kayıp sayıyorum. Siz de daha önce Mansfield okumadıysanız umarım bu yazı sizi yazara doğru yönlendirebilmiştir.

Not: Görseldeki fotoğraf bana ait, daha önce de paylaşmıştım. Gözünüze ilk önce çarpan kitap değil, onun üzerindeki kitap Ölü Albayın Kızları. Elimde kitabın başka fotoğrafı yok ve internette bu cilti baskıyı bulamadım/aramaya üşendim. 

17 Ekim 2015 Cumartesi

Lev Tolstoy "İvan İlyiç'in Ölümü"

"Bunun gerektiği gibi yaşamanın sonucu olduğu aklına geldikçe de bu garip düşünceden kurtulmak istiyordu." 

İvan İlyiç'in Ölümü, Lev Tolstoy.

Son yazılarda sürekli söylediğim gibi, okumadığım Rus klasiklerini okuma girişimime devam ediyorum. Ders yoğunluğundan biraz dağıldığım için, elime ders dışı bir kitap aldığımda vicdan azabı duyup elimden bıraktığım, dönüp ders çalışmaya devam ettiğim anlar yaşıyorum ara ara. O yüzden aksadı biraz. 

Şu an masamda duran 21 kitap arasında bu satırları yazmaya çalışıyorum, o kitapların yarısından fazlası benim hafta sonum olacaklar çünkü, öyle anlatayım.

Neyse.

İvan İlyiç'in Ölümü'nü bir gecede okudum diyebilirim. İnce bir kitap. Ancak İvan İlyiç'in ölümünü anlatışı ile Tolstoy, kitabı kalbinize ağırlık yapacak biçimde yazmış. İnsanın varlığına, yaşama uğraşına dair çabasının yıkım mı zafer mi getireceğinin çözümsüzlüğü, mahkeme üyesi İvan İlyiç'in dertli hikayesiyle zamanla değişmeyecek bir sıkıntı olarak her zaman okunacak, her zaman kendisine iç çektirecek okurlar bulacak şekilde hikayeye yansımış.

İç organlarındaki bir sorunun ortaya çıkmasından sonra ölüm korkusu ve hastalığın gerginliğiyle bunalıma giren, ancak sonunda "neden yaşadım", "neden böyle yaşadım", "bu şekilde yaşamak için çabalamam bana ne getirdi"yi sorgulamaya dönüşen bir süreç içinde, günümüz insanının da gayet kendine dönüp sorması gereken sorularla dolu bir hikayesi var İvan İlyiç'in.

Hayatında yükselmek, iyi bir konuma gelmek, zenginlerin evleriyle yarışır ancak onlarla yarışmak için yapıldığı belli olan çabalarla, maddi şeylerle, süslü bir salonla, güzel bir evle hayatın yaşanması gereken haline sahip olduğunu, bunlar için yaşaması ve çalışması gerektiğini düşünen İvan İlyiç'in, hayatında zamanla istediği ve "öyle olması gerektiği için" öyleleştirmeye çalıştığı şeylerin sonu değiştiremediğini okura sunuyor Tolstoy. Manevi kazançlarının yetersizliğini ölüm döşeğinde düşünmeye ve fark etmeye çalışan İvan İlyiç ne sahip olduğu ailenin; ne karısının, ne kızının, ne oğlunun, ne de sahip olduğu ev ve içindeki şatafatın onun için asla bir sebep ve tatmin sebebi olamayacağını ancak son zamanlarında anlıyor. Öyle olması uygun olan bir evlilikle, öyle yaşaması sunulan hayatın parçası olmaya çalıştığı ömrü boyunca, gerçeğin üstünü kapatan ve mutsuzluğunu hissetmesini alıkoyan kurgu içinde İvan İlyiç, ölümüne yaklaştıkça boşa yaşadığını idrak ederken daha da kahroluyor. Bir yandan hastalığının ıstırabı, diğer yandan aslında boşa geçen hayatının boşluğunu yeni fark etmesi....

Cilalı bir hayatın altında kalanın, ciladan zerre etkilenmeden varlığını sürdürmeye devam etmesini görmek için cilalı tabakanın değersizleşmesini bekleyen İvan İlyiç'in hikayesi, ölümüyle idrake ve anlama ulaşıyor diyebilirim.

Etkileyici bir hikaye olduğunu yazsam da yazmasam da bir zira Tolstoy'u olumlu ya da olumsuz anlamda eleştirmenin aslında haddim olmadığını düşünüyorum. Aynı şekilde yaklaştığım dolu yazar var elbette, ama genelde bunu belirtmiyorum. 

Klasiklerin neden klasikleştiğini, hikayelerin neden ölmediğini, zamanın neden hangi yazarı ya da hangi kitabı eskitemediğini kendi kendinize sorun.

Çünkü İvan İlyiç, ölümü beklerken çok şey soruyor. İşte o sorular, insanın varlığının başından sonuna dek insanla bir olacak sorular. O sorulara cevap bulamayan herkesin İvan İlyiç'in Ölümü'nü aslında yaşadığı ya da yaşamakta olduğunu ispatlayacak sorular.

"Kamuya göre yukarı çıkmaktayım. Yükseldiğim ölçüde hayattan uzaklaşıyordum.... Şimdi de tamamıyla öl bakalım." (syf:74)

9 Ekim 2015 Cuma

Lev Tolstoy "İnsan Ne İle Yaşar"

Rus edebiyatının akla ilk gelen yazarlarını okumaya devam ediyorum. Yani en azından benim aklıma ilk gelen yazarlarını.

Lev Tolstoy'un Oda Yayınları'ndan çıkan "İnsan Ne İle Yaşar" adlı kitabı, bu okuma planım dahilinden en son okuduğum kitaptı. İçinde bence birbirinden etkileyici, insanın içini gören üç öykünün bulunduğu bu kitabı baştan belirteyim, okumadıysanız atlamayın. Farklı dönem ve ülkelerde aynı bu öykülerin gözüyle, hissiyle yazılmış, farklı yazarların imzasını taşıyan başka hikayeler de okudum, ancak Tolstoy'un bu eserini (okuduysam da hatırlamıyorum zira büyük ihtimalle 20 yıl falan öncedir) geç okumak yine benim bir kaybım diyebilirim.

İlk öykü, kitaba da adını veren İnsan Ne İle Yaşar adlı öykü. İnsanın zenginliğinin ve ihtiyaçlarının ne olduğu üzerine, yaşadığı toplumun gerçeklerini gerek ekonomik gerekse siyasi olarak gözlemleyip yansıttığı, hatta kendi ekonomik zorluklarla geçen hayatında yaşadıklarının bir şekilde biçimlendirdiği kanısında olduğum bu öyküde, fakir bir ailenin, fakir bir adamın kalbini iyiliğe ve güzelliğe açmasıyla hayatında yaşadığı değişimi anlatıyor.

İyiyi de kötüyü de beslemenin, iyiye ya da kötüye sahip olmanın açgözlülüğe son vermek ve paylaşmakla ortadan kalkacağının bir örneği de diyebiliriz.

Bir sonraki hikaye İnsanın Ne Kadar Toprağa İhtiyacı Vardır adını taşıyor. Ufak bir şans kapısı bulduktan sonra azla yetinmeyip, çoğun da çoğuna göz dikip, toprak sahibi olmak için oradan oraya sürüklenen bir yoksulun, kazandıkça kazanmak için açgözlülükle giriştiği işleri anlatıyor.
Son hikaye olan Bey İle Uşağı'nda ise Tolstoy, fedakarlık, günahkarlık, affedilme, kibir gibi konuları gerçekçi ve yalın bir kurgu içinde okura aktarıyor. Zor bir yolculuğa çıkan efendi ve uşağının geçmişleri ve tavırlarıyla tıpkı "konumları" arasında da büyük fark olmasına rağmen, tüm insanlar için eşit olan tek gerçeğin, onlar için de fark yaratmadığını anlatıyor.

Tolstoy hakkında daha önce de blog'da bir yazı yazmıştım, sanırım 1 yıl kadar önce, Sergei Baba adlı hikayesine de orada değinmiştim. Tolstoy bildiğim kadarıyla hayatının son döneminde dine yönelen, buna ek olarak Marksist felsefeye de kendisini yakın hisseden bir yazar. Bunu da eserlerinde sık görmek mümkün. İnsan Ne İle Yaşar adlı kitabında da öne çıkan noktalar, açgözlülüğün nasıl yıkıcı bir şey olduğunu vurgulayan, meta fetişizmi ve sermaye biriktirmenin insanın sonunu nasıl hazırladığı, hikayelerine bakınca ilk aklıma gelenler oluyor. Maddi zenginliğin maneviyatı katlettiği yönünde bir çıkarım yapmak, ya da daha doğru tabirle maddi zenginlik uğruna maneviyatı katletmenin insanın ölümü olduğunu söylemek mümkün sanırım. Haliyle bu durumda da insanın ne ile yaşadığını bulmak gibi, aslında ne ile öldüğünü, ne ile insan olma halinden uzaklaştığını yani sonuçta yine öldüğünü de anlamak mümkün diye düşünüyorum.

Not: Gönderide kullandığım görsel bana aittir, izin kullanmanızı bu yüzden istemiyorum. Teşekkürler.

5 Ekim 2015 Pazartesi

Nikolay Gogol "Bir Delinin Güncesi"

Aşırı derecede yorgunum ama bu kitabın yazısını atlamak istemedim. Çünkü yazmadıkça birikecek, daha fena.

Bugün sabah 10:00'da girdiğim kütüphaneden bir dersi de aynı binada işlediğimizden akşam 17:00'de çıktığım, tüm süre boyunca ya kitap okuma ya ders dinleme ya da 600 tonluk ağırlığa ulaşan omuz çantamın omzumu yere yapıştıracak kadar beni ezmesine aldırmadan kütüphanede kitap arama halindeydim. Şu an boynumdan kütür kütür sesler çıkıyor, sabaha da baş ağrısıyla uyanırım. Neyse, sızlanmalarıma ara verip, yakınmamı kısa kesip, kitaba dönersem daha iyi olacak?

Bir Delinin Güncesi, blog'daki son birkaç yazıda bahsettiğim üzere okumadığım Rus klasiklerini okuma girişimim sonucu kütüphaneden aldığım kitaplardan biri. Kitabı dün gece okumaya başlamıştım sanırım ama uyku bastırınca kitabı bitirmem sabahı buldu.

Nikolay Gogol (tam bunu yazarken Twitter'da TT'lere gözüm takıldı ve Henning Mankell'in öldüğünü öğrendim. Şu andan itibaren bir kaç gözyaşıyla yazıyorum yazıyı) Bir Delinin Güncesi'nden bir insanın deliliğinin farkında olmadan nasıl deliliğin zirvesine çıktığını gösteriyor. Hayatı sıradan, göze batmayan, umursanmayan, yaşadığı farkına bile varılmayan başkarakterin kendisini çıldırışa götüren süreci kaleme almasıyla oluşan kurguda Gogol, hem dönemin alt ve orta sınıfının küçük detaylarla ve fazla yoğunlaşmadan bir portresini çiziyor, hem de bir insanın nasıl kaybolduğunu anlatıyor. Komik detaylarıyla espirili bir hikaye gibi görünse de içinizi burkacak bir dram diyebilirim.

Oda Yayınları'ndan çıkan baskısını okudum; diğer baskılarında içerik nasıl bilmiyorum ancak bu kitapta, kitaba adını veren Bir Delinin Güncesi hariç iki öykü daha yer alıyor. Onlardan da kısaca bahsetmek istiyorum.

İvan İvanoviç ve İvan Nikiforoviç Nasıl Bozuştu?adlı öyküde ise karşımıza aynı ismi paylaşan iki yakın arkadaşın nasıl birbirlerine düşman hale geldiği espirili bir dille anlatıyor Gogol. Bir İvan'ın diğerine "kaz" demesiyle başlayan ve ileriki aşamalarda yargıya taşınan ve yargıya taşıma aracı olan evrakın İvan'lardan birinin domuzunun evrakı yemesi gibi detaylarla hareketli biçimde ilerliyor. Soylu ailelere mensup iki arkadaşın arasındaki dargınlığı çözmek için yapılan tüm girişimlerin sonuçsuz kaldığı yıllar boyunca bir yandan Gogol'un her iki karakterin de ortak paylaştıkları inatçılık gibi farklı özelliklerine vurgu yaparken bir yandan da dönemin Rusya'sının politik - idari ve günlük yaşamına dair küçük kesitler de sunuyor.

Son öykü olan Portre'de ise Gogol, öykünün baş kahramanı genç ressam Çartkov'un hayatının gerçekmişçesine bakan gözler taşıyan bir portreyi son parasını harcayarak edinmesi sonrasında yaşadığı değişimi gösteriyor. Hayallerini sanatına yansıtmak ve kendisini metalaştırmaktan, sanatı para için icra etmekten kaçınan ve bu doğrultudaki öğütleri kendisine sürekli veren profesörünün yardımlarıyla gelecek vaat eden bir ressam iken Çartkov'un nasıl sosyetenin ve paranın kölesi olduğunu anlatıyor. Gogol karakterinin yaşadığı değişimin çıkış noktası olarak satın aldığı portreyi çıkış noktası yaparken, aslında portre üzerinden insanın açgözlülüğü ve doyumsuzluğu yüzünden yaşamak için çırpındığı hayat ve fırsat eline geçtiğinde, hırs ve doyumsuzlukla giriştiği işlerden nasıl hüsran ile yenik ve mutsuz çıkacağının örneğini veriyor. Şeytanın, birey içindeki açgözlülük, kibir, kıskançlık, paragözlük gibi huylarla beslendiğini ve asıl korkulması gerekenin bu ruh olduğunun vurgusunu yapan öykü ile kitabın son öyküsünü de okumuş oluyor.

Gogol'un yalın anlatımı, hareketli kurgusu ve insanı "gören" kaleminden çıkma hikayeler.

O yüzden, iyi okumalar.

3 Ekim 2015 Cumartesi

Fyodor Mihailoviç Dostoyevski "Tatsız Bir Olay"

Son iki günde blog'a üçüncü yazıyı ekliyorum, takip eden, okuyan ya da bekleyen var mı bilmiyorum ama bu durum en azından bence iyi.

(Görselde de dünkü kullandığım görseli kullanıyorum, kitabın kapağının üzerinde değil, yanında yazıyor bilgileri ve ben bunu atlamak istemiyorum, bu görsele biraz dikkatli bakarsanız okuyabilirsiniz siz de =))

Fyodor Mihailoviç Dostoyevski'nin Tatsız Bir Olay adlı kitabı da hem okunacaklar listemdeydi, hem de Rus klasiklerinden okumadıklarımı tamamlama listemin bir parçasıydı. Tabi haliyle klasikler listesinde yer alınca zaten okunmamışlar listesinde de oluyor diyebilirsiniz, haklısınız, ama ben öncelik sırasına göre liste yapıyorum. Ders kitapları haricinde okumayı planladığım ilk kitaplar, daha doğrusu romanlar diyeyim, okumadığım Rus edebiyat eserleri. Bu gereksiz görme ihtimaliniz yüksek olan açıklamadan sonra sizin ve kitabın yorumu arasından çekiliyorum.

Sahne, dün gece okuduğum Tatsız Bir Olay'ındır artık.

Uzun bir öykü olarak da elebileceğiniz eser, Dostoyevski'nin romanlarından haliyle epey bir kısa. Benim okuduğum baskısı 1990, MEB Yayınları baskısı ve sadece 91 sayfa.

Dostoyevski'nin değerini dünya biliyor ancak bir kere de, bir kere daha ben yazmak isterim ki insan ruhunu böylesine çözümlemiş ve yazıya aktarabilmiş kaç yazar var bilmiyorum. Kendi dönemi içindeki diğer yazarlar bir yana, Dostoyevski'nin yalın anlatımından insan ruhuna dair yaptığı çıkarımları aktardığı kurgu, yazın yeteneğini besleyen ruh çözümle gücünün de ne kadar kusursuz olduğunu gösteriyor - bence tabi.

Tatsız Bir Olay, farklı rütbe ve karakterdeki memurların bir akşam sohbetinden ayrıldıktan sonra, İvan İlyiç'in yaptığı seri rezilliklerin kaydı diyebilirim. Biraz kaba bir tabir olsa da, emin olun fazlasıyla hak ediyor bu tabiri.

Arkadaşlarıyla oturduğu süre içinde sürekli olarak insan sevgisini, hümanizmi, içinde yaşadığı dönemde değişmekte olan toplumsal, siyasi ve ekonomik yapıya açıkça değinerek serbest piyasa ekonomisini bile savunduğunu söyleyebileceğim (yanlış bir çıkarımda bulunduysam düzeltin, cidden) İvan İlyiç, rütbesinin verdiği özgüven ile akşam ziyaretinin ardından, içtiği bir kaç kadehin damarlarında yarattığı ve pek alışık olmadığı bir rahatlıkla sokaklarda ilerlemeye başlar. Arabacısının gelmemesi yüzünden yürümeye mecbur kalan İvan İlyiç, bir gece içinde seri rezaletlere imza atacağı durum içine de işte bu mecburu yürüyüş yüzünden düşer: Alt rütbeden bir memurun, başka bir memurun kızıyla evlerinde yaptığı düğünün sokağa gelen sesini duyar ve meraklanarak düğünün kimin olduğunu bir şekilde öğrenir.

Hümanizm savunan, insan sevgisinin kalpten eksik olmamasını vurgulaması üzerinden henüz bir saat geçmemiş olan kırk üç yaşındaki İvan İlyiç, davet edilmediği düğüne, kendi bürosunda çalışmakta olan düşük rütbeli bu memurun düğününe giderek onları "şereflendirmeyi", onlara "lütufta bulunmayı" planlar. Bir yandan ne kadar egoist ve içten pazarlıklı olduğunu gördüğümüz İvan İlyiç, planlarını yaparken bir yandan da "acaba?" sorusu aklındadır. Ancak galip gelen, pohpohlanmayı seven, rütbesinin vurgulanması ve kendisine "lütfettiği bu ziyaret için kimbilir ne hale girecek olan düşük rütbeli memur ailesinin tavırlarını" hayalinde candırmasıyla İvan İlyiç, davetsiz bir misafir olarak düğünün en eğlenceli kısmında içeriye dalar.

Sonrası, bir insanın konumu itibariyle geldiği noktadaki hazımsızlığının, düşük rütbeli ve fakir bir memurun bu ziyaret karşısında girdiği zor durum, tüm konukların içinden çıkamayacağı bir kasvete ve gerginliğe bürünen düğünün ve gecenin devamının hikayesi.

İkram edilen alkolün ardından, planının da başarıyla uygulamaya geçemediğini görmesine rağmen yine de planladığı cümleleri kuran, kendisi ve diğerleri için bu girişimleriyle utançtan başka bir şey yaratmayan İvan İlyiç, düğün eğlencesini mahvetmesinin devamında ise düğün gecesini yeni evliler için okurken bile sinirinizi bozulacak derecede berbat ederek geceyi seri halde mahvetmeye devam eder.

İnsan ruhunu her zaman mükemmel çözümleyen Dostoyevski, İval İlyiç üzerinden hırslı, tepeden bakan, konumu gereği kendisi, aslında içinde hiçbir şey olmayan hayatını insanlarüstü görmeye pek yaklaşan, kendisini rezil edip, sonrasında yine Dostoyevski-vari bir utancın ve pişmanlığın içinde kaybolan bir ruhun incelemesini yapıyor. 

Bir insanın kendi edip kendi bulduğu rezalet içinde kendini sorgulaması, kendisini cidden tatsız bir olayın yaratıcısı ve mahkumu olarak bulması, Rusya'nın ekonomik durumun bir düğüne yansıması, yeni şekillenen düşünce akımlarının en azından ivan İlyiç örneğinde nasıl çuvallaması Tatsız Bir Olay'a yansıyanlardan birkaçı. 

Ne Okuyorum?

Fotoğraf bana aittir, instagram profilimde de paylaştım. İzinsiz kullanmazsanız sevinirim.

Bugün güne başka bir kitapla başladığım halde galiba bugünün "bitecek şanslı kitabı" bu kitap: Fyodor Mihayloviç Dostoyevski'den Tatsız Bir Olay.

Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları'ndan çıkmış, 1990 basımı, ciltli bir kitap. Okul kütüphanesinden hafta sonu için seçtiklerimden biriydi. Bu gece biter, yazısını da yarın eklerim

Sizin cumartesi kitabınız ne, onu da sorayım, çünkü blog'da ya da Twitter'da yazdığınız/önerdiğiniz/okuduğunuzu gördüğüm hemen her kitaba "bu neymiş?" diye bakıyorum eğer bilmediğim bir kitapsa =)

İyi bi cumartesi akşamı dileyim.

Virginia Woolf "Orlando"

Sözümde duruyorum ve bugün ikinci bir yazıyı daha blog'a ekliyorum.

Virginia Woolf'un Orlando adlı romanını galiba üç haftadır elimde oradan oraya sürüklüyorum. Kitabın akıcı olması ya da olmamasıyla ilgisi yok; sadece araya o kadar çok başka okuma vs. girdi ki, Orlando'nun sıradışı ve hareketli yaşamını okurken sık sık duraklama dönemine girdim.

16. yüzyılın sonunda İngiltere'de başlıyor Orlando'nun hikayesi. Doğaya, edebiyata, şiire aşık soylu bir genç olarak, çekici bir erkek olarak, hayranlık uyandıran bir erkek olarak gençliğini fırtınalı ve hızlı bir şekilde yaşıyor. Oradan oraya sürükleniyor; içinde bitmek bilmeyen doğa hayranlığı, asla vazgeçmediği Meşe Ağacı adlı şiiri ile kıtalar arasında, yıllar arasında, yüzyıllar arasında geçiyor ömrü.

Bir erkek olarak başladığı hayat, otuzlu yaşlarının başında kadına dönüşmesiyle devam ediyor. Bir anda kadın oluyor Orlando. Leydi Orlando olarak yaşamaya devam ediyor. Bu sefer erkek gözünden yaşadığı hayatı kadın gözünden değerlendiriyor; değişen arzularına, tepkilerine, verdiği anlamlara bakıyor. Bir yandan da, aslında Orlando hep Orlando olarak kalıyor.

Kitap boyunca karşınızdaki kişi aslında sadece Orlando. Onun gözünden İngiltere ve Avrupa'nın 1500'lü yılların ortasında 1928'e dek geçirdiği değişimi görüyoruz. Sanayileşmenin yarattığı şoku da, sarsılan siyasi iktidar biçimlerinin dönüşümlerini de, toplumsal hayatın yaşadığı hızlı değişimi, kadın erkek ilişkilerinin zamanla geçirdiği evrimi, kültürün, sanatın, edebiyatın yüzyıllar içindeki evrimini.... Her şeyi onun gözünden, hep Orlando'nun gözünden görüyoruz.

Ağırlıklı olarak İngiltere'de geçse de romanın bir bölümünde Orlando, İstanbul'a büyükelçi olarak atanıyor. Bir süre İstanbul'u, imparatorluk dönemini, dönemin diplomasisi içinde Orlando'nun yerini görüyoruz. Ardından Orlando, yeniden ülkesine, İngitere'ye dönüyor. Zaman ve mekanın, zamanın seyri içinde Orlando gözünden yaşadığı değişimin ana hatları, çarpıcı biçimde aktarılıyor.

İngiltere'nin Aydınlanma dönemi ile temelleri atılan sanayileşmenin ardından gelen kültürel, toplumsal, hatta şehir hayatında yaşanan mimari değişimlerin Orlando gözünden ne kadar anormal ve şoke edici olduğunu düşünün. Özellikle Orlando'nun bir yazar olarak da ele alınabileceği roman içinde Orlando, kendi yazın uğraşı haricinde takip ettiği, her dönem, hangi dönemde olursa olsun karşısına çıktığı anda ilgisini çeken yeni edebi akım, yazar ve eserlere büyük ilgi gösteriyor. Ancak burada da sıklıkla görülüyor ki Orlando için İngiliz edebiyatının gidişatı sıkıntılı bir süreç; değişen ekonomik ve toplumsal yapının yeni değerlerinin yansıdığı bu sanat alanı, Orlando için değişen toplumsal yapının en uç örnekleri.

Elektriğin evlerde kullanılmaya başlanması, elde yazılan kopyalar yerine makineleşeme sonrasında ucuz, kolay erişilir kitapların basılmaya başlanması ancak bir yandan da ticarileşen, basımı ve erişimi kolaylaşan edebiyatın amacının ne olduğu sorununun doğması, tıpkı kadın ve erkeklerin sokaklarda flörtleşebilmesini gördüğünde yaşadığı şokun benzerini yansıtıyor Orlando'ya.

Kadın gözünden ve erkek gözünden ilişkilerin, aşkın gözlemlenmesi, toplumsal cinsiyet rollerinin yarattığı beklentilere uygun hareketler içinde olmaya zorlanılan bireyin iç dünyası Orlando'nun gözünden romana muazzam biçimde aktarılıyor. Bir kadın olduktan sonra evlilik yüzüğü takmıyor olmanın üzerinde yarattığı gerilimi, toplumun parçası olmaktan men edilmek gibi bir yansımayla kendisinde bulan Orlando, aslında her dönem için cinsiyet rollerinin sorgusunu bu ve bunun gibi bir çok örnekle yapıyor.

Virginia Woolf'un kendine has anlatım tarzı bence en çok Orlando'da okumayı kolay kılıyor. Elbette çevirmen İlknur Özdemir'in başarısını da buna eklemeden geçemeyiz, ancak Woolf, zor alışılan bir tarza sahip ve ya alışkanlıktan ya da hem alışkanlıktan hem de Orlando'nun akışı/anlatımı içinde, bu roman, daha kolay okunan bir Woolf romanı benim gözümde.

2 Ekim 2015 Cuma

Ivan Turgenyev "İlk Aşk"

"İnsanın kendini kurban etmesi mutluluğun doruğudur; en azından kimileri için".
İlk Aşk

Blog eski yazı düzenine kavuşuyor gibi mi ne? Bugün ve yarın bu yazı haricinde iki yazı daha eklemeyi planlıyorum da. Koşturmaca içindeyim, planlar planlar üzerine eklendiğinden bakarsız eklenemeyebilir, ama inancım tam. Çünkü bir şekilde zaman yaratılabiliyor; bugünün yazısı, hafta içinde ders çalışmaya biraz mola vermek için isyan bayrağı çeken beynim sayesinde oldu. Buradan kendisine ve tüm sinir sistemime teşekkür ediyorum.

Perşembe günü kütüphaneye ders çalışmak için gitmiştim ama çalışmam gereken konuya odaklanamadığım için çalışamadım. Odaklanamama sebebim de baya baya "ben roman okumak istiyorum"du. Ben de ne zamandır aklımda olan, Gogol, Dostoyevski, Tolstoy ve Gorki'nin okumadığım kitaplarını da okuma planımı uygulamaya koydum. Evde okuma yazmayı Rus klasiklerinin büyük yardımıyla öğrenmiş biri olarak Turgenyev'in (ve diğer Rus romancıların) şu yaşıma kadar okumadığım kitaplarının hala kalmış olmasını kendim için bir utanç meselesi de yaptığımdan, sorumluluğum haline getirdiğim bu "okunmamış Rus klasikleri" konusuna resmi olarak girişim böyle oldu.  Tabi kitap bölünmesin, derse kadar olan 2 saat içinde bitirebileyim diye ince de bir kitap seçemem gerekiyordu; o yüzden Turgenyev'in İlk Aşk adlı kitabını seçtim. Bunun yanında açgözlü gibi hafta sonu okurum diye dört kitap daha aldım ödünç. Şu an masada kütüphaneden aldığım dokuz kitap bana bakıyor ve blog'da yazılarıyla yer almak için adeta yarışıyorlar =)

Kitaba dönersek.
İvan Sergeyeviç Turgenyev,  1818 - 1883 tarihleri arasında yaşamış, Rus edebiyatı denilince aklıma gelen ilk isimlerden biri. Anlatım yolunda  gerçekçilik yöntemini kullandığı belirtilen Turgenyev'i okurken siz de zaten bunu fark edebilirsiniz.

İlk Aşk adlı romanı ise, ilk bir kaç sayfası hariç, ilk aşklarını anlatan bir kaç arkadaşın bir akşamki buluşmalarında, romanın baş kahramanı Vladimir Petroviç'in ilk aşkını kaleme alıp arkadaşlarına aktardığı bölümden oluşuyor.

Sürekli gergin, ilgisiz bir anne ve oldukça farklı, çocuğu ya da ailesiyle ilişkisi fazlasıyla mesafeli ve hayranı olduğu babası ile birlikte yaşayan Vladimir'in hayatı  bir yaz, evlerinin yakınlarındaki bir başka eve taşınan, ekonomik darboğaz içindeki prenses ve kızı ile değişir. On altı yaşındaki Vladimir'den beş yaş büyük olan Zinaida, annesinin maddi sıkıntılarının da etkisiyle iyi bir evlilik amacıyla, ancak bir yandan da sebebini roman ilerledikçe göreceğimiz bir hırs ve yer yer vicdansızlıkla çevresindeki erkekleri sürekli olarak kukla gibi oynatır.

Vladimir'in komşu evdeki genç kıza olan duyguları gittikçe şiddetlenirken, aynı kendisi gibi, farklı yaşlarda da olsa genç kız için rezil rüsva olmaya dahi razı gelen, etrafında fır döndükçe ve genç kız tarafından aşağılandıkça ona daha da yaklaşan erkeklerin de duyguları aynı oranda artar.

Sakin hayatında bir yaşam belirtisi olarak Zinaida'nın belirmesi, babası ile olan mesafeli ilişkilerindeki bilinmezlikler, annesinin dışa yansımaması mümkün olmayan hayata karşı kırgınlığı içinde Vladimir kendisini adeta tüm renklerin içinde olduğu bir çiçek tarlasında bulur. İşin garip yanı ise Zinaida'nın kişiliğindedir. Zinaida'nın renkleri, cezbedici olduğu kadar katledicidir de.

Kişinin kendisini ailesi için feda etmesi, zorlukların üstesinden maddi olarak gelebilmek için annesi için feda etmesi - sevmediği de olsa kendisine uygun erkekler içinden birini eş olarak seçebilecek gözle bakması ve etrafında dönen bu erkekleri adeta kuklaya çevirerek ilgilerini kendinde sabitlemesi, sevdiği kadın için bir çok erkekle birlikte gurur ya da onur dinlemeden aşağılanmaya, yerin dibine sokulmaya razı gelmesi, üniversiteye hazırlanarak ailesinin beklentilerini karşılaması, sevdiği kadından sevdiği bir başka insan için vazgeçmesi, sevdiği insan için hayatını mahvetmesi ve ölmesi... İlk Aşk'ta bireyin kendini kurban etmesinin bir çok farklı yönü yer alıyor.

Beklenmeyen sonu ile romanı okuyanların da göreceği üzere "bir aşk çokgeni" içinde ilerleyen İlk Aşk, son sayfalarında en baştan beri Zinaida'nın iniş çıkışlar, bazen tutarsızlıklar içindeki davranışlarının asıl sebebini okur için bir süre sonra tahmin edilebilir kılsa bile, yine de süpriz ile kapatıyor.

Kısa bir kitap, okumaya başlayın, bir saat sonra siz de Zinaida'nın Vladimir'in hayatında, ilk kez aşık olan bir genç için nasıl bir deprem yarattığını düşünüyor olursunuz.