Klasikler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Klasikler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Kasım 2017 Pazartesi

Wilkie Collins "The Woman In White"

Emily Brönte'nin "Wuthering Heights"ının lafını geçirmeden nedense The Woman In White'dan bahsedemeyecekmişim gibi geldi. Öte yandan bir günümü de Wuthering Heights göndermesi içermeyen en az bir cümleyle geçirmeyeli de yıllar oluyor. Yani yazıda bu iki romanın bir araya gelmesine sebep olan çok şey var. Her iki romanı da okumuş olanların zaten tahmin edeceği gibi, beni tanımış olanların zaten bilebileceği gibi - ki beni pek az kimsenin tanıdığını düşünürsek....

The Woman In White, 1860 yılında ilk basımı yapılan, Wilkie Collins'in kaleme aldığı ve yakın arkadaşı olan Charles Dickens'ın kendisine hayran olmasında büyük payı olan benim çok sevdiğim bir kurgusu olan bir roman. Son cümleyle kendimi ve Charles Dickens'ı aynı kefeye koymuş gibi oldum çünkü romana olan hayranlığımız noktasında aynı değerlendirme yapabilecek seviyedeymişiz gibi bir izlenim yarattım sanki. Buradan hem Wilkie Collins'ten hem de Charles Dickens'tan özür diliyorum, hadsizlik ettim.

Esrarengiz bir hikayenin, içine dahil olan daha fazla esrarengiz hikaye ile geliştiği romanda her bir karakter bir yandan kendilerine ait bir dram, sır ya da korkuyu saklarken öte yandan da büyük ve hikayenin iskeletini oluşturan büyük karanlığın içerisinde okurla beraber sona doğru yol alıyor. Romanın farklı farklı karakterler tarafından anlatıldığını da ayrıca belirtmekte fayda var, yer yer anlatıcı değişiyor, sabit bir anlatıcı yok. Bu yüzden okurun bir şeyleri anlamaya başladığı ve bir dedektiflik hikayesine evrilmeye başlayan romanda sanki ifadeleri bile okuyormuş gibi hissedebiliyor insan. 

Yalandan örülmüş bir ağın içinde yol bulmanın, önünü görecek bir ışığı söndürmemeye çalışarak doğruya ulaşmaya çalışmanın ne denli zor olduğunu da The Woman In White'da görmek mümkün. Hiç lafını geçirmedim şu ana kadar ama bu aynı zamanda bir aşk hikayesi de diyebiliriz; bir aşk hikayesinin neler içerdiğini siz nasıl kafanızda canlandırıyorsunuz bilmiyorum ama  yazar bir aşk hikayesinde iki insanın içine düşebileceği ve karşılaşabileceği hemen her şeyi yani dünya üzerindeki hemen her kötülüğü romana dahil etmiş. Her bir karakterin temsil ettiği, dünya var olduğundan beri dünyada var olan hemen her şeyden pay almış. Bu yüzden The Woman In White'daki acının, kederin, dehşetin, üzüntünün, korkunun, esrarın, kaçışların, ihanetin, intikamın, aşkın, yeri geldiğinde de mutluluğun ve çoşkunun şiddeti çok yüksek. 

7 Kasım 2015 Cumartesi

Mihail Lermontov "Zamanımızın Bir Kahramanı"

Bir süredir devam eden, herhangi bir isim koymadığım ve bu yüzden sürekli "Rus edebiyatının klasikleri içinde yer alan ve benim okumadığım romanları okuma" şeklinde ifade etmeye mecbur kaldığım okuma "maratonu"nda bu hafta Mihail Lermontov'un Zamanımızın Bir Kahramanı adlı kitabı var.

Kitabı geçtiğimiz hafta bitirdim ancak yazısını eklemeye bir türlü zamanım olmadı; çünkü nasıl oluyor bilmiyorum ama ders çalışırken sıklıkla psikoza girmiş de psikozu ders çalışmak olan bir insana dönüştüğümden zamanım olmadı.

1814 Moskova Mihail Lermontov'un hayatı benim yaşımdayken bitmiş; o da 27'sinde, bir düello sonucu hayatını kaybetmiş. Trajik bir durum; Zamanımızın Bir Kahramanı'nda geçen düello bölümlerinde yazarın hayat hikayesini kitabın girişinde kısaca da olsa okuduğum için, roman içinde geçen bu bölümlerde bir efkar bastı. 

Zamanımızın Bir Kahramanı, ilk başta bir yol hikayesi gibi başlıyor; şu an Gürcistan olan bölgeden dönmekte olan bir anlatıcının, yolda karşılaştığı ve sıklıkla coğrafyanın farklı halkları hakkında önyargısı bol ifadelerle geçmişinden anları onunla paylaşan bir başka karakterle yolu kesişiyor. Böylece Zamanımızın Bir Kahramanı'ndaki asıl kahraman da yavaş yavaş okura tanıtılmaya başlanıyor; anlatıcımıza aktarılan bu anıların içindeki bir karakter, Peçorin karakteri, sayfalar ilerledikçe hikayenin merkezine yerleşiveriyor.

Anlatıcı bir süre sonra değişiyor; zira roman, Peçorin'in kendi günlüğünden bölümler ile devam etmeye başlıyor.

Peçorin ilginç bir karakter; içinde bir kötülüğün yeşerdiğini gördüğünüz sayfalarda bile aslında kötü olmadığını hissedebilirsiniz: Neyi neden yaptığına anlam veremediğiniz her seferde, bir sonraki sayfada karşınıza çıkacak maziden bir karenin ya da mazinin doğurduğu bir ruh halinin sizi hem hüzünlendireceğini, hem de Peçorin'in davranışlarını anlamak için gerekli sebebi verdiğini göreceksiniz.

İnsan ilişkilerinde fazla sıcaklığı olmayan, kadınlar konusunda bir hırsın, bir hayalkırıklığının hırsının esiri olan, özgürlüğüne düşkün ve aslında tüm umutlarını geride bıraktığı pek ala da anlaşılabilen bir karakter Peçorin. Ne kadar mutlu ya da mutsuz bir hayatınız oldu bilmiyorum ancak Peçorin'in karakterini yansıtan ifadelerdeki umutsuzluk ve hüzün, sizi en az birkaç kere kendisine çekecek bir ortak nokta yaratacaktır diye düşünüyorum.

Kendi ağzından, kendi ifadeleriyle içini döktüğü, ancak sadece günlüğüne içini döktüğü bölümlerde, çevresi için çoğu zaman kibirli ve umarsız görünen Peçorin'in aslında nasıl bir acının pençesinde olduğu, yitmiş bir hayatın yasını aslında nasıl geleceği ve şimdiyi neredeyse silip atarak, onu yaşamayı reddederek devam ettiğini görmek mümkün.

"Bütün dünyayı sevmeye hazırdım; değerlendiren çıkmadı: Böylelikle de nefret etmeyi öğrendim. Renksiz gençliğimi, kendime ve dünyaya karşı giriştiğim savaşta tükettim. Alaya alınmaktan korktuğum için en iyi duygularımı yüreğimin derinliklerine gömdüm. Orada silinip gittiler. Hep doğruyu söyledim, inanılmadım. O zaman kandırmaya başladım." (syf:127)

17 Ekim 2015 Cumartesi

Lev Tolstoy "İvan İlyiç'in Ölümü"

"Bunun gerektiği gibi yaşamanın sonucu olduğu aklına geldikçe de bu garip düşünceden kurtulmak istiyordu." 

İvan İlyiç'in Ölümü, Lev Tolstoy.

Son yazılarda sürekli söylediğim gibi, okumadığım Rus klasiklerini okuma girişimime devam ediyorum. Ders yoğunluğundan biraz dağıldığım için, elime ders dışı bir kitap aldığımda vicdan azabı duyup elimden bıraktığım, dönüp ders çalışmaya devam ettiğim anlar yaşıyorum ara ara. O yüzden aksadı biraz. 

Şu an masamda duran 21 kitap arasında bu satırları yazmaya çalışıyorum, o kitapların yarısından fazlası benim hafta sonum olacaklar çünkü, öyle anlatayım.

Neyse.

İvan İlyiç'in Ölümü'nü bir gecede okudum diyebilirim. İnce bir kitap. Ancak İvan İlyiç'in ölümünü anlatışı ile Tolstoy, kitabı kalbinize ağırlık yapacak biçimde yazmış. İnsanın varlığına, yaşama uğraşına dair çabasının yıkım mı zafer mi getireceğinin çözümsüzlüğü, mahkeme üyesi İvan İlyiç'in dertli hikayesiyle zamanla değişmeyecek bir sıkıntı olarak her zaman okunacak, her zaman kendisine iç çektirecek okurlar bulacak şekilde hikayeye yansımış.

İç organlarındaki bir sorunun ortaya çıkmasından sonra ölüm korkusu ve hastalığın gerginliğiyle bunalıma giren, ancak sonunda "neden yaşadım", "neden böyle yaşadım", "bu şekilde yaşamak için çabalamam bana ne getirdi"yi sorgulamaya dönüşen bir süreç içinde, günümüz insanının da gayet kendine dönüp sorması gereken sorularla dolu bir hikayesi var İvan İlyiç'in.

Hayatında yükselmek, iyi bir konuma gelmek, zenginlerin evleriyle yarışır ancak onlarla yarışmak için yapıldığı belli olan çabalarla, maddi şeylerle, süslü bir salonla, güzel bir evle hayatın yaşanması gereken haline sahip olduğunu, bunlar için yaşaması ve çalışması gerektiğini düşünen İvan İlyiç'in, hayatında zamanla istediği ve "öyle olması gerektiği için" öyleleştirmeye çalıştığı şeylerin sonu değiştiremediğini okura sunuyor Tolstoy. Manevi kazançlarının yetersizliğini ölüm döşeğinde düşünmeye ve fark etmeye çalışan İvan İlyiç ne sahip olduğu ailenin; ne karısının, ne kızının, ne oğlunun, ne de sahip olduğu ev ve içindeki şatafatın onun için asla bir sebep ve tatmin sebebi olamayacağını ancak son zamanlarında anlıyor. Öyle olması uygun olan bir evlilikle, öyle yaşaması sunulan hayatın parçası olmaya çalıştığı ömrü boyunca, gerçeğin üstünü kapatan ve mutsuzluğunu hissetmesini alıkoyan kurgu içinde İvan İlyiç, ölümüne yaklaştıkça boşa yaşadığını idrak ederken daha da kahroluyor. Bir yandan hastalığının ıstırabı, diğer yandan aslında boşa geçen hayatının boşluğunu yeni fark etmesi....

Cilalı bir hayatın altında kalanın, ciladan zerre etkilenmeden varlığını sürdürmeye devam etmesini görmek için cilalı tabakanın değersizleşmesini bekleyen İvan İlyiç'in hikayesi, ölümüyle idrake ve anlama ulaşıyor diyebilirim.

Etkileyici bir hikaye olduğunu yazsam da yazmasam da bir zira Tolstoy'u olumlu ya da olumsuz anlamda eleştirmenin aslında haddim olmadığını düşünüyorum. Aynı şekilde yaklaştığım dolu yazar var elbette, ama genelde bunu belirtmiyorum. 

Klasiklerin neden klasikleştiğini, hikayelerin neden ölmediğini, zamanın neden hangi yazarı ya da hangi kitabı eskitemediğini kendi kendinize sorun.

Çünkü İvan İlyiç, ölümü beklerken çok şey soruyor. İşte o sorular, insanın varlığının başından sonuna dek insanla bir olacak sorular. O sorulara cevap bulamayan herkesin İvan İlyiç'in Ölümü'nü aslında yaşadığı ya da yaşamakta olduğunu ispatlayacak sorular.

"Kamuya göre yukarı çıkmaktayım. Yükseldiğim ölçüde hayattan uzaklaşıyordum.... Şimdi de tamamıyla öl bakalım." (syf:74)