23 Haziran 2020 Salı

Ruth Ware "The Lying Game"

2020 yazındaki kurgu okuma hedeflerinden biri de 2018 ocağında başladığım ve yarım bıraktığım bu kitabı tamamlamaktı. Neden böyle bir rezalet oldu bilmiyorum ama kitaba baştan tekrar başlayıp bitirdim geçen günlerde. Rezalet kısmı kitabı bir türlü 2018'de bitirmemiş olmam, vazgeçip bir kenara atmış olmam ama kitabın hızı beni çekmemiş demek ki, tekrar okurken fark ettim. Yani, bu romanı okumasam da olurmuş mesela. Çok fazla klişe ve zorlama var ve bütün bunların yapılmasının da aman aman bir olayı yaratmak ya da desteklemek için değil.

Konusu şöyle, yatılı okul döneminde yolları aynı okulda kesişen dört arkadaşın, yıllar sonra aralarından birinin "size ihtiyacım var" mesajı atması ve hepsinin apar topar işlerini hayatlarını o günkü akışından alıkoyup sabah yola çıkıp okullarının ve arkadaşlarının bulunduğu Salten'a gelmeleri. Konu ne, neden çağrıldılar bilmiyorlar. Direkt çıkıp geliyorlar, nedeni sormuyorlar. Ve aslında bu tür bir girişi neden yaptığını anlamadım yazarın, aralarındaki ilişkinin zorlama olduğu yerlerden birisi de burası mesela. Neyse devam edeyim; tüm bunlar aynı zamanda Salten'da gelgit olan bölgede bir cesedin de bulunmasıyla eş zamanlı oluyor. Ceset bulunuyor, kimliği belirsiz bu cesedin bulunması ardından dörtlünün Salten'da yaşayan parçası Kate size ihtiyacım var diyince diğer üçü de fırlayıp geliyor. O güne kadar yıllardır haberleşmemişler kendi aralarında pek. Ya işte kopuk, zorlama dediğim yerler bunlar.

Bu dörtlünün okul dönemi de sorunlu geçmiş, sonunda okuldan bir yıl biterken atılıyorlar aslında, okur neden atıldıklarını, neler yaşandığını başta bilmiyor. Kendi aralarında "yalan oyunu" diye bir oyun oynayan ve bu yalanların niteliğine göre de bir puanlama sistemine sahip olan dört arkadaş, okulun kendilerini herkesten yalıttığı tipler oluyor. Kate'in babası (aynı zamanda Salten'da resim öğretmeni) ve üvey kardeşiyle yaşadığı evde bolca zaman geçiriyorlar. 14-15 yaşlarında alkol sigara uyuşturucu kafasına eseni yapma, kendimize ait küçük bir hayatımız var mottosu ve kimseyi tanımayız kendimizden başka eserliği ile günlerini geçiriyorlar. Burada hepsinin de hayatlarında okula başladıkları dönemde eksik olan birşeyler de var, bu birşeyler orada kurdukları düzenle telafi edilebilir oluyor gibi. Çok zorlama gelen kısmı karakterlerin çeşitlilikleri olsun diye üzerlerine yazarın giydirdiği kıyafetler çoğu zaman aslında karaktelerin çocuk olduğunun ötesine geçen bir bilince sahip. 15 yaşındaki çocukların taşıyabileceği yük çok tutarsız geliyor bana. Bir de neden böyle bir kaynaşmışlık ve bir yıllık arkadaşlık sonucunda asla kopulamaz bağlar kurulmuş, birbirlerinden başka kimseyi aslında sevmiyorlar, umursamıyorlar, hayatlarında uğruna yaşadıkları tek şey neredeyse on yıl iletişim kurmadıkları diğer arkadaşları yani. Burası bana çok zorlama geldi. Özellikle anlatıcı karakter olan Isa'nın gittikçe insanın sinirini bozan, zorlama "arkadaşlarım her şeyden önce gelir" tavrı roman ilerledikçe daha da zorlamayla saçma sapan bir yere gidiyor. Gençlik yıllarında zor durumdayken, zor şeyleri yaşarken oluşan dostluk yani ruh hastalığı gibi bir şeye dönüşüyor bu romanda. Yazar çok zorlamış, ciddiyim. Ruth Ware'i severim ama bu roman gerçekten zorlama bir kurguya sahip. Ha, elindeki olay tamam, karakterlerin dördü de çeşit olsun diye eklediği detaylar da tamam, ama dörtlü arasında şimdiki zamanda geçen ilişki ve bu ilişkinin oluşumu sadece zorlama. Zemini bu gidişata müsait değilmiş. İki kere okumuş sayılınca böyle yorumlar yapıyorum işte. 

Geçmişe dair bilinmezlerin aydınlanması, cesedin kim olduğunun yarattığı gerilim ve bu ölümün sebebinin ne olduğunu öğrenmek için yarattığı merak güzel. Okuru sonuna kadar götürecek bir şey varsa o da bunlar. Ama bunu karakterleri saçma sapan davrandırarak bulandırıyor, okur kitabı cidden merak yerine karakterlerden sıkılarak bile kapatabilir. Biraz daha sağlam bir akış olsaymış keşke. Klişe üzerine klişe, karakterlerden yansıyan da, davranışları da hatta finaldeki çoğu detay da klişe. 

Bu yorumu yazan da yazar, sormazlar mı Umut senin kitabın ne sanki diye =/ Ama ne diyebilirim, kitabı kendimce yorumluyorum. 

Fikir ve sanat eserleri kanunu madde 34, ek fıkra 3 uyarınca eser sahibinin izni olmadan kullanılması yasaktır. 
Lütfen yazılarımın tamamını ya da bir bölümünü kullanmayınız.

18 Haziran 2020 Perşembe

Helene Tursten "The Torso"

Kareler ve sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turu için bir süredir kitap yazısı yazmamışım, tur bitti sanmayın. Devam. Sonsuza dek devam edeceğim.

Helene Tursten, İsveçli bir polisiye yazarı. The Torso ise 10 kitaptan oluşan Detective Inspector Irene Huss serisinin 3. kitabı. Bu kitap, yazın ne okusam (yani hangi kurguları) diye düşünürken listeye eklediğim (ve o listeyi de blog'da paylaştım) kitaplardan biriydi. Seriye üçüncü kitabından giriş yapmayı ise tamamen özgür irademle seçtim. Birinci kitap da vardı ama bunu okudum, pişman değilim. Soğuk diyar polisiyesi dediğim polisiye türü aslında sadece kuzey avrupa polisiyesi değil, ben bir histen de bahsediyorum aslında. Ragnar Jonasson'da o his var mesela. Jo Nesbo'nun da çoğu eserinde var. Asıl aradığım ise belki hiç bulamayacağım Henning Mankell'deki his. Gerçekten ne zaman bir polisiye okusam kendimi Wallander'ın muhteşemliğini özlemekten ve Mankell'i kaybetmiş olmanın yeri doldurulamaz efkarından alamıyorum. Bu bende efkar yaratıyor, Wallander'ı böylesine bana sevdiren de belki bu efkardı, şimdi artık onu kaybettiğimizin efkarıyla devam ediyoruz. 

The Torso'ya dönersek; Danimarka ve İsveç arasında gidip gelmelerle geçiyor roman. Irene Huss, İsveç'te çalışıyor tabi. Her şey bazı parçaları eksik bir vücudun bulunmasıyla başlıyor ve kimliğin tespiti yapılana kadar olaylara ek gelişmeler de yaşanıyor. Yeni kayıplar, yeni isimler. Kimliği belirlemek için çıkılan yolda daha sonra cinayeti kimin işlediği, geçmişteki benzer cinayetlerle bağlantısının ne olduğunu bulmaya çalışmakla devam ediyor roman. Aslında, bi üstte de dediğim gibi bu soğuk diyar polisiyesi değil. Sadece orada geçiyor. Mesela tam amerikan işi geldiği çok nokta vardı. Çünkü isimleri ve mekanı değiştirin, bu roman dünyadaki çoğu ülkede geçebilirdi. 

Bir Wallander romanı ise asla geçemez. Demek istediğimi anlatabiliyorum umarım.

Roman çok hızlı, duraklama, boş geçen zaman yok. Zaten oldukça oradan oraya sıçramalı, bazen çözüme hah geldik derken yine başka bir şeyin olduğu bir roman. Ancak bu, katilin ya da sebebin gizliliğini gizlerken, çok da matah bir kurgu yapmıyor eseri. Bir polisiye kurgudaki zeka nerede gizlidir, bu biraz da kişisel bir tercih aslında. Beni cezbeden parıltı ve karmaşa içinde kendisini gösteren, kurguyu kendisine hayran bırakan düğümler bu romanda yok. Ama birçok düğüm, bilinmez ve ters köşe var. Dediğim gibi, kişisel zevkler bunlar galiba.

İyi bir polisiye mi, evet. Helene Tursten'in bu serisinden bir romanı daha bu yıl okur muyum? Sanmıyorum, belki sonra. Yola devam etmeli ve soğuk diyar polisiyesi aramalıyım çünkü. Başka romanları, serileri keşfetmek daha cazip geldi.

Bir de bazı yerlerde İsveççe-İngilizce çeviride olan sıkıntılar çok göze batıyordu, gıcıklığına demiyorum, çok battı. Özür dilerim.

8 Haziran 2020 Pazartesi

Benzer Diziler: 1

 Başlık mecburen sadece "Benzer Diziler: 1" gibi kısa bir başlık oldu çünkü benzer diziler adlı yeni serimizin (serimizin, kurumsal ifade) ilk iki konuğu (ciddi ifadeler devam ediyor) Elma ve Soğan adlı cartoon network dizisi ve en sevdiğim dizilerden biri olan flight of the conchords.

Yeni bir seri, yeni bir heyecan. Kareler ve Sayfalar benzer diziler özel serisi de tıpkı kareler ve sayfalar soğuk diyar polisiyesi özel turu gibi kimsenin ilgilenmediği içeriklerle dolu olacak, şimdiden bunun heyecanını yaşıyorum evet. Ayrıca konu açıldığında sıklıkla bahsederim, ben pek dizi izlemem. Herhangi bir şey izlemeyi sevmem. Yemek yerken yemek yiyebilmek için ekranda ise en sevdiğim dizilerden herhangi birini açarım. Bunu küçük çocuk sahibi olanlar eminim çok iyi anlar burada küçük çocuk göndermesi kime, açıklamaya gerek yok.

Flight of the conchords'u sanırım ilk kez bundan 7-8 yıl önce izledim, televizyonu evde ses olsun diye açtığım için ekranda ne olduğuna pek bakmıyordum. O dönem e2 adlı bir kanal vardı, bu dizi de oradaydı. Bir şekilde dikkatimi çekmiş ki izlemeye başladım, tam da beğeneceğim türde karakterlerde zekasızlık akan saçma sapan bir diziydi. Yani zekice bir diziydi. 

Dizi ne anlatıyor derseniz; gerçek hayatta da benzer hikayeleri olan iki arkadaş, kendi isimleriyle dizide yer alıyorlar zaten. Bret ve Jamaine. Yeni Zelanda'dan ünlü olmak büyük rock starlar olmak için Amerika'ya kaçak yollardan giriş yaptığını öğrendiğimiz ikili, müzik yapıyor, elçilikti sanırım orada çalışan ve bu ikilinin menajerliğini üstlenen murray, dalavereci gıcık dave, tek dinleyicileri ve sapıkça hayranları olan mel dışında çevreleri yok. Günübilirlik işlerde çalışarak hayatta kalmaya çalışıyorlar, bir ya da maksimum iki kişiye konser verebilecekleri büyük organizasyonlar ayarlayan murray'nin önderliğinde büyük bir umutla çalışmalarına devam ediyorlar. İkiye varan dinleyicinin olduğu konserlerinde diğer dinleyici mutlaka mel oluyor ya da mel zaten daimi tek dinleyicileri ve sapıkları. Bildiğiniz sapık. Sek sapık. Konserleri de genelde abuk subuk yerlerde oluyor, konser mahiyeti olmayan yerlerde büyük bir ciddiyetle ikili sanatlarını icra ediyor. Üç kişilik asansör ya da akvaryum vb.

İkilinin düz, dümdüz, saf insanlar olduğunu, dizinin çoğunluğunda akıl almaz derece saçmalıklara maruz kalacağınız için artık gülemeyeceğiniz kadar eğlendiren karakterler olduğunu da ekleyim. Bir de ortalama bir arabanın içinden biraz daha büyük bir dairede yaşıyorlar. 

Yeni Zelandalı oluşları da ayrı bir komiklik katıyor bence özellikle konuşmaları. Yeni zelandada hala 1980'lerde yaşanıyor göndermeleri... Koyunlar... Dişfırçası çiti... Şarkılar ise... hala açıp dinliyorum zaten kendileri aynı zamanda gerçekte de bir müzik grubu. Şarkıların içeriği için youtube'a flight of the conchords yazın. 

Elma ile Soğan... evet çocuklar için diyecekler size, evet elma ve soğan da ne diyecekler... Ama burada da elma ve soğan, bret ve jamaine'e benziyor; evlerinden, yataklarına kadar, şarkılarından başlarına gelen saçmalıklara ve ikilinin genel haline kadar. Her şey flight of the conchords'un o kadar benzeri ki. 

Elma ve soğan'da hangisi bret hangisi jamaine peki derseniz, emin olamıyorum. Karakterler bir adet elma ve bir adet soğan olarak bile zihinsel potansiyel kabiliyetleri bakımından bret ve jamaine ile öylesine örtüşüyor ki. 

Ayrıca tarz olarak da benziyorlar, fark ettim synth-pop sevgisi mevcut ve hafif rap.