Wallerstein birikmiş zenginlik anlamına gelen sermayenin ana ögesi olduğu kapitalizmi tarihsel bir toplumsal sistem olarak belirtip, bu sistemin ayırt edici özelliği olarak sermayenin kendisini büyütmesi amacıyla bu sisteme dahil olmasının onun özel bir yönü olduğunu vurguluyor. Zita daha önceki toplumsal sistemlerde sermaye karşımıza yeterince metalaştırılmamış bir biçimde çıkmaktadır ve bu noktadaki ayrışma ile kapitalizm, takas yöntemi haricinde birçok farklı yolla kendisini genişleten bir metalaşma süreci izlemiştir. Takiben doğurduğu sonuç ise toplumsal süreçlerin metalaşmasının ötesinde, tüm üretim süreçleri oluşan metalaşma sürecinin parçası haline getirerek kendi içerisinde bir meta zinciri haline getirmesi olmuştur. Yazarın metin boyunca karşı çıktığı bir noktayı da belirmekte fayda var: Wallerstein bazı savunucularının aksine kapitalizmin doğal bir sistem olmadığını, hatta açıkça saçma bir sistem olduğunu, sermayenin sermaye üretmek için var oluşu ile açıklıyor.
Kapitalizmin beraberinde getirdiği ve diğer toplumsal sistemlerden onu farklılaştıran bir nokta olarak Wallerstein, işbölümü ve emeğin değerlendirilmesi arasında kurumsallaşan cinsiyetçi bir ayrımın varlığına dikkat çekiyor. Bu durumun doğal sonucu olarak kamusal – özel alandaki cinsiyetçi ayrımın beslenmesi ve düzenin kendi denetimi ve sürekliliğinin garantileme yolu kapsamında kadının “ev kadını” ve erkeğin “ekmek parası kazanan” olarak konumlandırılması karşımıza çıkıyor. Cinsiyetçi ayrım üzerinden ilerleyen ücretli emek sömürüsünün hem yarattığı hem de muhtaç olduğu bu durum, işgücü piyasasında etkin olan ve olmayan arasındaki ayrımda cinsiyeti keskin bir çizgi haline getiriyor.
Wallerstein’ın kapitalist sistemin uzun süredir varlığını devam ettiren bir toplumsal sistem olmasına rağmen proleterleşmiş işçilerin oranının yüzde elliye bile ulaşamadığını belirtmesi önemli bir nokta. En düşük ücret eşiği olarak belirttiği ve proleter hanenin yine kapitalist sistem içerisinde sömürülmek için sistem tarafından “hayatta tutulmasının”, yeniden üretimin sürekliliği için en temel ihtiyaçlarını karşılayabilir halde ücretlendirilmesi şeklinde özetlenebilir. Yazar bu durumu, gelirini “en düşük ücret” üzerine çıkarmak isteyen işçinin, başka bir ücretli işte yine en düşük işe razı gelerek, kapitalizmin maliyet düşürme ve kar marjını artırma amacı doğrultusunda yine başka bir ücretli emek sömürüsünün kurbanı oluşu ile de bağlantılı olarak ele alıyor. Bağlantılı olarak vurguladığı bir diğer nokta ise kapitalist sistemin kendisine sürekli yeni alanlar açtığı dünya ekonomisinde, kapsamına giren her yeni bölgenin “dünya sisteminin ücret düzeyi hiyerarşisinde en altta yer alan reel ücret düzeylerini” peşinden sürüklemesi, sömürge devletlerinin proleterleşmemiş işgücünü yarı – proleterleşmiş seviyede sömürmesi oluyor. Çünkü yayıldığı alanda maksimum kar elde etmek için en düşük ücret düzeyinde işçinin yaratılması, sermayenin birikimini kolaylaştırmaktadır.
Sistem içi bir çelişki olarak bir yandan emekçinin karşısında her zaman sermayenin artması için sınıf dayanışmasına girmiş sermayedarlar olmasına rağmen, kendi içlerinde de daha fazlası için bir rekabet içinde oluşuna işaret ediyor Wallerstein. İlgili olarak, sermayedar ve devlet mekanizmasının işçilerin hayatlarına, “daha fazlası için” müdahale etmesinin yoğunlaşmasını da ekleyebiliriz.
Sistem karşıtı hareketlerinde de evrenselcilik çelişkisi yaşadığını vurgulayan Wallerstein, evrenselciliği de tarihsel kapitalizmin yarattığı bir ideoloji olarak görüyor. Bu yüzden, sistem karşıtı hareketlerin Aydınlanma’nın ideolojisine büründüğü ve kendisini evrensel olarak tanımladığı an tuzağa düşmüş olduğunu söylüyor. Aynı şekilde ilerleme fikrini de eleştiren yazar, ilerlemenin sosyalizme haklılık kazandırdığı kadar kapitalizme de haklılık kazandırdığını belirtiyor. Ancak Wallerstein bu noktada ilerlemenin kaçınılmaz olmadığını ekleyerek, kapitalizmin ilerlemeyi kesinlikle temsil etmediğini ifade ediyor.
Kapitalist sistemin beraberinde getirdiği eşitsiz biçimde dağılmış olan refaha değinen yazar, uçurumun gittikçe arttığı bu eşitsizlik içerisinde payı daha yüksek almış olanın ise tarihin daha önceki dönemlerinde elde etme şansı bulamayacağı bir paya sahip olduğunu belirtiyor. Bunu bir kapitalizm övgüsü olarak görmemek lazım çünkü Wallerstein, bireyin ve toplumun korunmasına yönelik girişimleri de kapsayan bu sistemin öte yandan yarattığı çevresel değişiklikler ile oluşturduğu yıkıma da işaret ediyor. Ozon tabakasına verilen zarar, doğal kaynakların yağmalanması gibi… Daha uzun yaşamak mümkün ancak yaşlı olmanın işgücü piyasasından itilme sorununu doğurması, yaşlıların dezavantajlı gruplar olarak oluşmaya başlaması buna örnek olarak gösterilebilir. Bunun haricinde iç savaşları da kapitalist sistemin bir ürünü olarak gören Wallerstein, iç savaşları işgücünün etnikleştirilmesi ve kapitalizmin yayılmacılığıyla beraber ilerleyen süreç kapsamında değerlendiriyor.
Evrenselcilik ve demokrasi kavramlarını sunar gibi görünen ancak insan hakları ihlallerinin de nereden bakılsa görülebilir olduğu Wallerstein’ın değindiği bir nokta olarak karşımıza çıkıyor. Oysa bu kavramları kapitalizm adeta hediye eder gibi sunmaktadır. Dünya sistemleri içerisinde de aralarında uçurum bulunan insan hakları konusunu güçlü devlet – sömürge devlet çerçevesinde de görmek mümkün.
Değişimin tarihsel olarak gelecek olduğunu belirten Wallerstein, kitabın son satırlarında değişimin gerçekleşeceği yönün ihtimallerini gösteriyor.