Marx'ın
"meta üretimi" olarak tanımladığı modern tüketim, yaptığı
tanımlamadan uzaklaşmaya başlamıştır. İçinde yaşadığı dönemin koşulları
düşünülürse Marx'ın tüketim malları üretimi üzerinden değerlendirdiği
kapitalist üretim modeli de başka bir yöne ilerlemiştir. Artık kültür
endüstrisinin kitleleri modernizmin üretim odaklı anlayışından post modernizmin
tüketim dayatması üzerinden ilerleyen bir sürece soktuğu dünyada, kimlik
bunalımından iş hayatında başarıya, çocuk yetiştirmeden eğitime kadar her
alanda bireyin içine itildiği bencilliğine ve tatminsizliğine bir kılıf bulması
hayli kolay hale gelmiştir. İşe yaramaz soyut çözümler(!) ile bu kılıfı
yaratmaya ve sözde anlam karmaşası içinde kendisini kaybetmiş bireye sığınacak
bir liman olan bu anlayış sonunda geniş bir mutsuzluğu yaratmaktan bir işe
yaramamıştır. İnsanın üretimle arasındaki bağı, yaratıcı emekle üretebileceği
her şeyi ondan aldıktan sonra kalan posayı oyalamak, tüketim kültürünün, kültür
emperyalizminin de bir oyun alanı haline gelmiştir.
Saf
gereksinimlerin ötesine geçmiş, sembol ve göstergeler üzerinden kendisini
yaratan tüketim arzusu, ekonomik boyutunu bir tarafa fırlatarak kültürel bir
düzeleme geçmiştir. Böylece hem tüketimi artırmaya yönelik girişimler hem de
tüketim arzusunun coşması hızlanmıştır. Kalıplaşmış halde de olsa, kültürel
muhafazakarlık da bunun karşısında direncini kaybetmeye başlamıştır. Zira karşı
tarafın gücü, yerelin tıpkı bireyde olduğu gibi kendisini muhafazasına imkan
vermeyecek kadar fazladır.
Farelly'nin
ağırlıklı olarak içinde yaşadığı Avustralya toplumu üzerinden örneklemelerle
konuyu işlediği Mutluluğun Sakıncaları adlı kitabı da buna odaklanıyor.
Tüketimin ve gösterişin, konforun ve tatmin arayışının içinde adeta oradan
oraya savrulan insanların, mutsuzluklarının ve tatminsizliklerinin arasındaki
ilişkiyi sunuyor.
Tüketimi bir
felaket olarak değerlendirdiğimizde Farrelly'nin kitabı da bu felaketin farklı
boyutlarını gösteriyor diyebiliriz. Her şeyi hemen isteme batağındaki
insanların, ihtiyacın giderilmesi ardından tatmin ve mutluluk yaşaması gereken
bir kurgu dayatması içerisinde hiçbir tatmin ardından neredeyse mutlu
olmadıklarını ve sırada her zaman istenecek "daha fazlası"nın
olduğunu vurgulaması da bu yüzden. Sabırsız,
daha fazlasının arzusuyla sıkıntı içerisinde olan ve hiçbir zaman
kurtulamayacağı bu tatminsizlik içerisinde yaşayan insan. Toplum bireylerden
oluştuğuna göre modern dünyada toplumları sarmalamış mutsuzluğun sebebini
uzakta aramaya gerek yok. Tıpkı bir kıyafet ya da bir insan gibi ideolojileri
de tüketmeye olan meyil, kararsızlık ve tatminsizlikle oradan oraya koşarken
kabullerini siyaset ya da ikili ilişkileri içerisinde olsun, nerede olursa olan
kaybetmeye hazır insanlar. Kitlelerin tatminsizlik batağında sadece nesneler
üzerinden çırpınmalarının ötesine baktığımızda, desteklediği partinin "tam
o anda o istediği tepkiyi vermediğini" gören insanın battığı mutsuzluk ve
tatminsizlik de buna bir örnek olarak verilebilir diye düşünmek de pek alakasız
sayılmaz. Oy verme davranışının ya da iradenin dengesizliğinde tüketim
toplumunun yarattığı ya da kurban ettiği bireylerin yansımalarını görmek, tıpkı
alıp asla giymediği bir pantolonu gözünün önünden hışımla iten bir bireyin
davranışı gibi geliyor.
Farrelly'nin
değindiği konulardan biri de gerçeğin idealize hali yerine konulmuş olan ve
aslında modernizme bir tepki olarak da sunulan çirkinlik anlayışı. Bir sanat
eserinin gerçeği birebir yansıtmasının başarı olarak değerlendirildiği günlerin
de geri kaldığına işaret eden yazar, çirkinliğin ve itici olanın gerçeğin
göstergesi olarak ortaya atıldığı durumu anlatıyor ancak bunun yarattığı
tatminin ne olduğu sorusunun cevabını yine toplumda aramak mümkün.
Şehirlerin,
nüfusun değişen dağılımı ve yoğunluğu arasında da bireyin mutsuzluğuyla bir
ilişki kuran Farrelly, banliyönün konfor ve gösteriş için cazip hale
getirilmesine karşın insanlarda yarattığı mutsuzluk ve soyutlanmış hale dikkat
çekiyor. Bir yandan şehirlerde dengeli bir kaosun yarattığı enerji ile
yaratıcılığı güçlendirdiği vurgusunu da yaptığı için, merkezin uzağında büyük
vaatlerle oluşturulan bu yeni çevrenin reklamlardaki ideal mutlu aile tablosu
ve güler yüzlü mutlu insanlardan aslında ne kadar uzak olduğuna değiniyor. İnsanlar
arasındaki etkileşim ve ortaklaşa mekan kullanımın uzağında, doğayla sözde
yakınmış gibi duran fakat insan doğasıyla insanın arasına bir duvar çeken bu
yerleşim şeklini eleştiriyor. İnsanın kendi rızasıyla bir hapishane duvarının
ardına kendisini hapsetmesi benzetmesini banliyö için yapması bu yüzden. İnsan
olması gerektiği her yerden uzaklaşarak bir türlü varamayacağı bir yolda nefes
almadan koşarken, tüketimin ve kendisine dayatılan tüm arzu nesnelerinin
peşinde, kendisi olmaktan çıkan bir hale geliyor.
Mutluluğun
Sakıncaları, mutluluğun ne olduğunu önce tanımlayan sonra da bunu insanların
gözüne sokarak bizzat yarattığı mutsuzluğun çaresini sunmaya çalışan çelişkiyi
anlatıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder