Grip gibi bir hastalığın ilk günlerini yaşarken bir yandan da ders çalışırken yine kendi rutinimi bozmadım ve nefes almak, yani mola vermek için bi kitap yazısını daha blog'a ekleyim dedim.
1920'de kalem aldığı kitabında Bertrand Russell, SSCB'de bizzat gözlemlediklerini aktarıyor. Bolşevizm'in yeni bir inanç, parlak bir gelecek, refah, ekonomik sıkıntıların sonlanacağı ve elbette savaşın duracağı yeni bir inanç olarak sunulduğunu ifade ediyor. Çöküşüne dek dünya tarihindeki en önemli olaylardan biri olarak incelenen ve incelenmeye devam edecek olan dönemin Russell'ın yer yer kendi fikirleriyle, önerileriyle ve öngörüleriyle devam ediyor kitap. İlginç olan noktalardan biri de Russell'ın Bolşevikler'e yönelttiği öneriler, hatta tedbirler, aslında çöküşün önlenmesinin ihtimallerini ve neredeyse zorunluluklarını Russell'ın gördüğünü ispatlıyor. Her durum için bunu benim söylemem mümkün değil ancak özellikle gıdaya erişim ve kıtlık konusundaki sıkıntıyı dillendirmesi ve bunun çözümüne ve gelecekte yaratabileceği sıkıntıya yönelik Russell'ın öngörüleri bana en azından birkaç durum için bunu ifade ediyor.
Dışa kapalı yönetimin, özellikle teknoloji konusunda dış desteğe olan sıkı tavrının, ülkenin geleceği için büyük bir tehdit olduğuna değiniyor Russell. Ekonomik kalkınma için yurtdışından takviye, yani ekonomik teknik destek alınmasının reddedilmesini yadırgıyor Russell. Yol gösterici olarak ekonomi konusunda danışmanlara acilen ihtiyaç olduğunu vurguluyor. Bunu öyle şiddetli ifade ediyor ki, düzenin yıkımının bu ihtiyacın giderilmemesi ve görülmemesi yüzünden olabileceğini söylüyor. Ancak burada getirdiği önerilerden birinin, günümüzde olduğu gibi o anda da kabul görme ihtimali pek düşük, hatta yok: Russell, SSCB'nin ABD ile ticati ilişkilere girmesini tavsiye ediyor.
Bizzat olayın yerinde gözlemlerini aktaran yazar, kaynaklara erişim, seyahat, uzun çalışma saatleri gibi konulara rağmen halkın çoğu başkentten farklı olarak yasadışı durumlardan uzak olduğunu, hatta neredeyse hiç olmadığını ve güvenlik konusunda bir açığın Moskova sokaklarında olmadığını belirtiyor. Ek olarak, Londra ile kıyasladığında Moskova'yı hayli kasvetli ve sıkıcı buluyor ki bunun genel-geçer bir bilgi olmayışından ziyade cidden sıkıcı dahi olsa geçirilen zor zamanlar ardından bir karnaval havasında olunmasının da beklenmemesi gerektiği aşikar.
Toplumun farklı kurum ve yapılarına dair gözlemlerini aktaran yazar, devlet okullarındaki Bolşevik propagandaya, kültürel hayatın öne çıkan unsurları tiyatro ve operada bu propagandanın durumunu yine kendi şahitliği ile kaleme alıyor.
Russell'ın Moskova ziyaretini "ilginç bir deneyim" olarak yorumluyor ancak gezisinde "yenilikçi bir devlet anlayışını göremediğini" de ifade ediyor.
Konuyla ilgilenen olursa diye kitabın yazısını eklemek istedim. Benim kısa yorumumdan hayli fazlasını içeren, kolay okunan bir kitap.