29 Nisan 2015 Çarşamba

Ne Okuyorum?


Nasıl bir tesadüftür anlayamadım ama ÖSS günlerinden (10 yıl kadar öncesi yani, o kadar yaşlıyım) bugüne dek her zaman önemli bir sınav öncesinde sağlık sorunlarım hortlar, beklenmedik, şaka gibi sorunlar yaşarım. Bu hafta da bu sorunlardan biri eşliğinde geçiyor, geçecek. Nisan'ın ilk haftasından beri anlayamadığım bir şekilde devam eden garip bir grip haricinde bu hafta içine düştüğüm yeni sağlık sorunuyla beraber ALES için son günlere girmiş bulunuyorum. 27 yaşında matematik çalışmak çok ilginç - ya ne demezsin -, benim gibi matematik zekası olmayan biri için ayrı tatlı. Evet. Matematiği anlamıyor olmam yetmiyor, bir de anlama ihtimalim zerre olmadığı hastalıklı, mıymıntı günlerde çalışmam gerekiyor, ne tatlı... Çok güzel geçiyor günler. Son güne niye bıraktın, diye soracak olursanız, ancak zaman geldi matematik çalışmaya. Çalıştığım da dediğim gibi, kendi matematik seviyeme uygun, biraz didikleyince hatırlama ihtimalim olan konular zaten. Yoksa lisede de anlamadığım konuları anlamaya çalışmıyorum. Yok benim beynimde o bölge. 

Onun haricinde Claude Levi-Strauss'un "Irk, Tarih ve Kültür" adlı kitabını okuyorum, bir yandan da China Mieville'ın "Demir Konsey"i duruyor; onu okumaya başladım ve baktım hemen bitirmem pek muhtemel, kitap bitmesin diye bıraktım okumuyorum =( Şu cümlemden sonra kimse blog'umu okumaz herhalde; kitap bitmesin diye en sevdiği yazarın kitabını OKUMUYOR. Okuyacağım, antibiyotiklerin ve at ve fili aynı anda bayıltacak güçteki ağrı kesicilerin etkisinden çıkayım, burnum akmadan otuz saniye nefes alabileyim, okuyacağım.

Darkthrone sevsenize.

Unleashed Ağustos ayında Türkiye'de çalacak bu arada.

Evet yazacak başka bir şey bulamadım, yarın yeni bir kitap yazısı ekleyim, zira aynı anda kaç kitap okuduğumun farkında değilim ama şu an gözümün önünde olan, hadi sürpriz olsun, kitaplardan biri bitecek gibi.
Siz neler yapıyorsunuz? 

25 Nisan 2015 Cumartesi

Erich Fromm "Sahip Olmak ya da Olmak"

Birkaç gün öncesinde Hitler'in Filozofları adlı kitabın yazısını eklemiştim blog'a, bir kaç yazı aşağıdadır hatta, bakabilirsiniz. Nazizm'in yükselişi ile beraber bilim insanlarının Almanya'da çalışamaz hale getirilmesi, mesleklerinden, üniversitelerinden sudan bahanelerle ya da açık açık uzaklaştırılmaları ve sonunda da yaşam haklarının ellerinden alınması sonrasında Almanya'yı terk eden düşünürlerden, 20. yüzyılın en büyük düşünürlerinden biri de Erich Fromm.

1900 doğumlu olan Fromm'un 80 yıllık yaşamında, toplumbilim ve psikanaliz eğitimi temelinde ortaya koyduğu eserlerle bir yandan Marksist teori içinde, bir yandan da Frankfurt Okulu geleneğinde sıkça anılıyor.

Say Yayınları'nın Erich Fromm Kitaplığı serisinden çıkan Sahip Olmak ya da Olmak adlı kitabında Fromm, henüz ilk bölümlerden itibaren sanayileşme sonrasında, her zaman değer verdiği ve yanında durduğu "insan"ın ruhunu zedeleyen gerçekleri irdelemeye başlıyor. Bir şekilde, yine Marx'ın yabancılaşma kavramına -doğal olarak- paralellik gösteren ifadeleriyle birlikte, doğaya hükmetme arzusundaki insanın zamanla (ve makineleşmenin artan hızıyla güç kazanarak) ürettiklerine ve sahip olduklarına bağımlı bir mutluluk kavramı, sahte bir dünya yaratmasını eleştiriyor.

Gerçekliğinden kopan sahip olma ve olma ifadeleri üzerinden aslında kapitalizm eleştirisi yapan yazar, endüstrileşmenin getirdiği bireysel hazzı öne çıkaran düzene de değiniyor. Doyumsuz bireylerin, kendisinin "sahip olacağı şeyler" haricinden bir şeyi önemseyemeyen bireylerin ön plana çıkarıldığı ve bunun ulaşılması gereken ve mutluluğun yegane yolu gibi sunulmasına da karşı çıkıyor. Haklı olarak.

Doyumsuz toplumların oluşmasında en azından yakın tarih içinde kesinlikle sebep gösterilebilecek sanayileşme ile gelen konformizm tutkusu - saplantısı - amacı yazarın değindiği bir diğer nokta. Ek olarak,  "boş zaman" kavramı gibi nereden bakarsak bakalım mantık olarak elimizde kalması çok kolay görünen bir kavramın yaratılması ve bu kavramı "değerlendirmek" üzere oluşturulan bencil tüketim toplumuna sunulan" boş zaman geçirme/değerlendirme" seçenekleri de yazarın eleştirdiği bir diğer nokta. Burada da karşımıza kitle iletişim araçlarından tutun da açgözlü konformist bireylerin, kişisel "sahip olmaktan ibaret" hazlarını tatmin için düzenin satışa çıkardığı tüm "şeyleri" görebilmemiz mümkün; önce çalıştırıp, sonra soluklanmak için zaman verip, bunu boş zaman olarak tanımlayıp, onu nasıl değerlendirebileceğinizi söyleyen bir düzen içinde, boş zaman ya da özgürlük kavramlarını sorgulamadan nasıl yaşarsınız? Formm'un diğer kitaplarında bu konular hakkında fazlası var, meraklısına.

Düzenin gündelik hayat içine aynı zamanda dilde de kendisini belirttiğini vurgulayan yazar, sahip olma ve olma ifadelerinin nasıl şekillendiği ve dilbilimsel olarak bireyin varlığına nasıl sindiğine de değiniyor.

Farklı düşünürlerin bakış açılarıyla varlığı, sahip olmayı ve olmayı sorgulayan yazar, yaptığı çıkarımlarla insanı ön planda tuttuğu kendi felsefesinin de savunmasını yapıyor diyebiliriz. Zira bir Marksist ve hümanist olarak Fromm'un okuduğum tüm kitaplarında düzen için yok olan birey (ve haliyle toplumlar) için ne kadar çaba gösterdiği, uyandırmaya çalıştığı ve üzüldüğü de ortada.

24 Nisan 2015 Cuma

Jose Saramago "Mağara"

Kendine has yazım tarzı, diye bir kalıbı kullanarak bahsedebileceğimiz yazarlardan biri Jose Saramago. Öyle ki, ilk kez okuduğumda okuma hızım pek bir düşmüştü; belki hikayesinin ilginç kurgusundan da olabilir, bilemeyeceğim. Ardından yazarın daha fazla eserini okumaya başladıkça anlatımına alıştım ve Mağara'yı bu yazara alışmış olmanın getirisi olarak "başlasam şimdi kesin bitiremem" dediğim günlerde okudum.

Mağara, sanayileşme sonrası ortadan kaybolma hızı artan meslek gruplarının sanayi karşısındaki gerileme ve beklenen sonucu, yok olmaya - çökmeye değinen bir kitap. Cipriano Algor, kızı ve damadı ile birlikte şehirden çok da uzak olmasa da, şehirleşmenin henüz yutamadığı bir köyde yaşayan bir çömlekçidir. Kilden çömlekler yaparak üç kuşaktır bu işi yaparak geçinen bir ailenin ferdi olan Algor, Merkez olarak karşımıza çıkan ve kapitalist - sanayileşmiş dünyayı temsil eden yerde güvenlik görevlisi olarak ayın büyük bir bölümünü evden uzakta geçiren damadı ve kendisine çömlek yapımında yardımcı olan kızıyla beraber kendince huzurlu bir hayat yaşamaktadır. Ancak bir zaman gelir ki, Merkez'in artık Algor'un kil çömleklerine ihtiyacı kalmaz; insanlar kil yerine plastik çömlekleri tercih etmeye başlamıştır ve bu el işi ürünler artık yalnızca, o da şansları varsa koleksiyoncuların ilgisini çekecektir.

Elindeki düzeni kaybetmenin şokunu yaşan Algor'un, kapitalist dünya içinde el emeğinin yeri olmadığı gerçeğiyle yüzleşmesi ve inancını içten içe kaybetmiş olmasına rağmen kızının çıkış yolu bulma çabalarının parçası olmasına rağmen, kendisi ve ailesinin, dünyasının yeni bir döneme girmesi hikayesi Mağara.

Şehirleşmenin ve makineleşmenin sonucunda yaptığı iş başta olmak üzere doğası ve gündelik hayatına da yabancılaşan insan portresini çömlekçi üzerinden çizen Saramago, "Buldum" adı ile hikayeye dahil olan bir köpek üzerinden de uzaklaşılan düzene kısa bakışlar gönderdiği cümleler ile de çömlekçinin de okurun da gözlerini bir anlığına yaşlarla doldurabilecek samimi durumlar yaratıyor. İnsanın sanayileşme sonrasında kaybettiği "şeylerin" bir kaç kere Buldum üzerinden aktarıldığını düşünüyorum.

Bir çöküşün, alışveriş merkezlerinde yürümenin dahi "bir işlevi varmışçasına" sunulduğu dünya içinde kaybolan çok şey olduğu muhakkak. Yiten mesleklerin yasını tutup ancak belgesel çekmek için araya didine buldukları, mesleğini öğreteceği hiçbir kimsenin köyünde/civarında kalmadığı ya da buna hevesli kimsenin olmadığı insanları aslında mesleklerinden eden düzen içinde, avm'de kahve içmeyi "çok elit"(!) bir şey sanan insanların aslında bu belgesel/haber gerektiği zaman koşa koşa köylere, kentten uzağa kendilerini atmaları da aklıma geldi okurken. Kentleşmenin çağdaşlığa ya da bilimselliğe götürmediği, yüksek binaların göğe yaklaşmasıyla insanın ya da toplumların ilerlemesi arasında paralellik olmadığını idrak etmekten pek uzak olan insanların, "köy kahvaltısı" diye pazarlanan ve zaten hali hazırda bildikleri şeyleri plastik sandalyelerde oturarak bilmem kaç liraya yemelerinin fotoğraflarını paylaşması gariplikler de aklıma geldi.

İnsanları çarpık kentleşmenin parçası edip varoşlarda yaşamaya muhtaç eden bir düzenin eleştirisi olarak da görebiliriz Mağara'yı; damadının Merkez'de yükselmesi ve alışılmış dünyalarının dışında para için, parayla hayatta kalmak için mücadele etmek adına yine kente, Merkez'de bir şansları olduğunu düşünen Algor'un kızı, size de yabancı gelmemiştir. Ürünü elinde kalan onlarca köylünün, üretim süreci içine ancak makineleşmenin ucuz işgücü olarak girebilecek ve aslında hayatı mahvolmaktan bir adım öteye gidemeyecek hale gelmeye mecbur bırakılan insanların hikayesi bu.

23 Nisan 2015 Perşembe

Yvonne Sherratt "Hitler'in Filozofları"

Bazen üzerine çok şey söylenebilecek kitaplar vardır; tarihten bazı kişiler ya da olaylarla ya da geçmişte kalan herhangi bir şey ile kendi hayatımızdan paralellikler kurabileceğimiz şeyler vardır.

Severek okuduğum, Yvonne Sherratt'ın kaleme aldığı Hitler'in Filozofları kitabı hakkında yazılacak, söylenecek çok şey var. Ben sadece, kısaca kitaptan bahsetmeyi seçiyorum.

Daha önce farklı yazılarda birkaç kere değindiğim üzere Nazizm, II. Dünya Savaşı ilgimi çeken konulardan. Özellikle eskiden, daha çok bu konular üzerine okurdum. Maalesef ülkemizde bu konulara ilgim var, dediğinizde, üzerine bir de black metal gibi duyanın kürekle kovalamak isteyeceği bir tür dinlediğiniz biliniyorsa siz de hemen "Nazi özentisi" damgasını yersiniz; Nietzsche'den başka filozof bilmeyen (açıp okumadan hayran olurlar; Böyle Buyurdu Zerdüşt'ün ucuz bir baskısı, sayfaları açılmadan onlarla durur), klasik müzik ve Wagner'e dair tek bir şey dinlemeden "en sevdiği besteci Wagner" olan cahil sürüsüne itelenirsiniz zihinlerde. Ki böyle değildir; en azından benim için. Nazizm ve temellerinde payı olan her şey gördüğüm en rezil düşünceler arasındadır.

Hitler'in Filozofları adlı kitapta, Hitler'in kendisini "kral - filozof" ilan etmesi yolunda, kendi sapkın düşüncelerine alet ettiği, bu sapkın düşünceleri dayanaksız temelleri oluşturulurken kendi isimlerinin geçtiğini duysa felsefe yaptıklarına bin pişman olacak ünlü, özellikle Alman filozofları ve Hitler'in yükseliş dönemi itibariyle göz göre göre Nazizm savunan filozofların hikayelerini okuyoruz. Bir de, elbette, Yahudi oldukları ya da Yahudilik ile en ufak bir bağları oldukları gerekçesiyle dahi hayatları cehenneme çevrilen akademisyenleri, insanları görüyoruz.

Cahilliğinin farkında olan ve ezik ruhunun acısını bilim insanlarından, akademisyenlerden çıkarmaya hevesli olan, kendi yetersiz eğitimini gözünü diktiği üniversitelerin kürsülerini Yahudi düşmanı olanlara sunarak, Yahudi bilim insanlarının önce kariyerlerine, sonra da canlarına son vererek dindirmeye (!) çalışan cani Hitler'i görüyoruz. Hapishane zamanlarında yaptığı yetersiz okumalar ve cımbızla seçip kullanmak üzere bir kenara not aldığı belli düşünceler ışığında ne Alman tarihi, ne de felsefe üzerine bir bilgi birikimi olmayan bu insan ve peşinden sürüklenen milyonların, felsefe bilimini nasıl Nazi ideolojisini yaratmak ve eğitim kurumlarına bu düşünceleri yerleştirerek geleceği, gençleri zehirlemeye çalıştığını okuyoruz.

Martin Heidegger gibi okumayı, okumaya çalışmayı ve anlamak için çaba harcamayı pek sevdiğim düşünürlerin böyle bir saçmalığa kendilerini atarcasına alet olmalarını görmek, içimi elbette her zaman sızlatmıştır. Sherratt'ın kitabında ise daha detaylı bilgiler mevcut; mesela Heidegger'ın sırtından bıçakladığı akademisyenler, Hitler'e yaranmak için sahte suçlamalarla hayatlarını kaydırdığı akademisyenler, hocasına olan saygısızlığı ve vefasızlığı...

Marksizm denince akla gelen isimlerden olan Walter Benjamin'in bence, kitaba rağmen en azından benim için hala net bir açıklamaya kavuşmamış olan, ülkesinden uzak son bulan yaşamı, toplumbilimin ünlü isimlerinden Theodor Adorno'nun Nazizm'den uzağa kaçışı, sürgünü...

Kitabı keşke çok kişi okusa; adı geçen felsefecileri merak etse ve ardından, hala, nasıl oluyor da bazı delice fikirler nasıl kendilerine alkışçı ve köle buluyor, sorgulasalar. 

21 Nisan 2015 Salı

Evelyn Reed "Bilimde Cins Ayrımı"

Bir süredir blog'a yazı ekleme düzeni kaybolmuş gibi görünebilir. Ama bu okumadığım anlamına gelmesin; okuduklarımın bazılarının yazısını yazmıyorum, bazılarının da yazısını yazacak zamanı bulamıyorum. Evelyn Reed'in Bilimde Cins Ayrımı kitabı yazısı da bu son grubu dahil. Geçen hafta bitirdiğim bu kitabın yazısını ancak bugün yazabiliyorum.

Okumak istediğim kitaplardan biri olduğu için sahafta görür görmez alıp çıktım ve sahaftaki diğer kitaplara bakmadım. Bu sığ ve yüzeysel biçimde gerçekleştirdiğim sahaf ziyaretimi bir sonraki gidişimde telafi edeceğim. (Bunun anlamı şu: Sahafta yarım saat dolanırım ve sonunda iki kitapla falan çıkarım. Telafiden kastım sahaf içinde fiziksel varlığımla yer kaplamak ve her kitaba bakmak zorunluluğumu yerine getirmek. Sırtımdaki dev çanta ile raflar arasını işgal etmek ve insanların mekan içindeki hareketlerini kısıtlamak - bence ben internet sahaflarından ya da internetteki kitap sitelerinden kitap alayım, en iyisi, toplumumuzun huzuru ve sağlıklı nesiller için yapılacak en iyi şey bu).

Artık kitaptan bahsedebilirim.

Kadın hareketi içinde adı sıkça duyulan, benim için de en önemli isimlerden biri olan Evelyn Reed, Bilimde Cins Ayrımı adlı kitabında maymunbilim hakkında doğruluğuna sıkıca yapışılan yanlış gerçekleri aydınlattığı bir bölüm ile giriş yapıyor. Hayvan ve insan evrimi üzerine karşılaştırmaları da içeren bu bölümde yazar, üzerinde şiddetli tartışmalar dönen insan evrimi ve anaerkil - ataerkil yapının tarihin bu akışı içindeki ilerleyişini açıklıyor. Alet kullanma ve et yemenin türler üzerindeki ayrıştırıcı ya da ortak etkilerine değinen Reed, tahmin edersiniz ki alet kullanma konusu üzerinden emek kavramına geçişi Engels'in fikirleri ile beraber ele alıyor. Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı efsanevi çalışmasından parçalarla sıkça kitap içinde araştırmaları ile yer alan Engels'in Reed'ce yorumlarıyla beraber, emek etkinliklerinin insan evrimi içinde toplumsal yaşamda yarattığı değişimleri ortaya koyuyor.

İnsan ve maymunlar üzerine kitabı yazdığı döneme dek yapılan araştırmalar karşısındaki (bazen de yanında) kendi fikirlerini okura aktaran Reed, maymunların hiçbir zaman insana özel "toplum" kavramına sahip olamayacaklarını, insanlar gibi konuşma yetisine sahip olamayacaklarını ve alet kullanmalarının, insan - araç - emek - amaç arasındaki ilişki ile bir tutulamayacağını vurguluyor, hatta ısrarla vurguluyor. Makalenin yazıldığı tarih 1977 olarak belirtilmiş. Bu konu hakkında benim kafamda soru işaretleri oluştu zira bizim gibi sese dökerek bir dil konuşmadıkları halde, yazarak ya da işaret dili ili İngilizce olarak beraber çalıştıkları araştırmacılar ile iletişim kuran maymunlar var. Hatta unutmazsam buraya isimlerini de eklerim. Neyse.

Kadın erkek eşitsizliğinin tarihin incelenmesi ve aktarılması sırasında, evrim sırasında - antropolojinin, insanbilimin, biyolojinin ünlü isimleri tarafından nasıl yaratıldığı ve sunulduğu da Reed'in karşı çıktığı, çürüttüğü noktalar arasında. Tarih yazımında bile erkek egemen bir kültür içinde olduğumuzu vurgulayan yazar, Levi-Strauss gibi büyük isimlerin bile kadın üzerine ettikleri tüm lafların kadının ikincilliğini pekiştiren nitelikte olduğunu ve bilinçli örtbas çabalarına rağmen nasıl yeniden yaratıldığını gözler önüne seriyor. Elbette, sadece Levi-Strauss eleştirisi yok, aklıma şu an hemen o geldiği için yazdım. Diyebilirim ki neredeyse Levi-Strauss Reed'in en az yerden yere vurduğu isim; farklı makalelerin derlendiği bu kitabında kendisi hakkında yazılanlara cevap verdiği ya da eleştirilerini hazırladığı bazı araştırmalar üzerine yazdıkları emin olun daha sert. Ve Reed'in neredeyse tüm karşı çıkışları okuru ikna ediyor - bilimin ışığında.

Aile ve akrabalık bağlarının üretim süreçleri paralelinde yaşadığı değişim de kitapta yazarın uzun uzun değindiği konulardan biri. Akrabalık ilişkilerini şekillendiren, başlangıçtan itibaren varolan anayanlı düzenin nasıl inatla sonradan olma şeklinde sunulduğu konusunu şiddetle eleştiren yazar, bu konuya kanıt olarak bir çok bilimsel gerçeği ortaya koyuyor. Örneğin; ilkel kabilelerin hala anayanlı - anaerkil olması? diyor. Ek olarak, her klanın anayanlı oluşan bir klan yapısına sahip olduğunu vurgulayan Evelyn Reed, evlilik temelinde şekillendiği iddia edilen klan yapısı üzerine de eleştirilerini sıralıyor.

İçgüdülerin saldırganlık için bir kılıf oluşturacak şekilde savunulduğu ve toplumsal şiddetin, ırk ve cinslere karşı şiddetin, savaşların ve saldırganlığın meşrulaştırıldığı düzeni eleştiren Reed aynı zamanda erkeğe atfedilen bu saldırgan içgüdünün, iktidar ve düzen arasındaki ilişkisine de değiniyor.

Kesinlikle tavsiye edebileceğim bir kitap, tekrar tekrar da okuyacağımdan çok eminim. 

10 Nisan 2015 Cuma

Ne Okuyorum?


Koşturmacadan yazı ekleyemedim, hatta elimdeki kitapları bile bitiremedim. Son bir haftanın yarısını yollarda geçirdim ama olsun, önümüzdeki birkaç gün içinde yeni yazılar blog'da olacak.


Koray Sarıdoğan'ın Kadran Kadraj'ını bir haftadır okuyorum, üç gün boyunca okuyamadım ancak bugün ya da yarın biter, geriye 100 sayfa kadar kaldı. Şimdiden tavsiye edebilirim, okuyun da derim. Fotoğrafta bacağı ve kitaptaki ısırık iziyle yer alan kedim için pek bir şey diyemiyorum, zira ben bu satırları yazarken sabah çılgınlığıyla odayı talan ediyor. Slayer da Slayer zaten, ekleme yapmaya gerek yok.


Diğer yandan kadın çalışmaları konusunda iki kitap da Kadran Kadraj'dan arta kalan zamanlarda okuduklarım arasında, her ikisinin de yazıları sanırım bir hafta içinde blog'da olur. 

Haricinde, önümüzdeki "10 günü az ders çok kitap" şeklinde düşündüğüm için bir kaç kitap daha var okumak istediğim, dünyanın son günü ve acilen tüm kitapları okumam lazım çünkü.  

2 Nisan 2015 Perşembe

Leonore Davidoff "Feminist Tarihyazımında Sınıf ve Cinsiyet"

1932 New York doğumlu, İngiltere Essex Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde uzun yıllar ders veren yazar Leonore Davidoff aynı zamanda Kültürel ve Sosyal Tarih Merkezi'nin de kurucusu ve yöneticisi olarak çalışmış. Bu yüzdendir ki, tam da makalelerinin derlendiği kitabın isminin tam karşılığı kitapta okuru bekliyor.

Hemen belirtmek isterim ki kitabı yayınlayan Ayşe Durakbaşa'nın önsözü ve Ferhunde Özbay'ın "Evlerde El Kızları: Cariyeler, Evlatlıklar, Gelinler" adlı makalesi de kitapta, Davidoff'un makaleleri haricinde yer alan iki metin.

Ağırlıklı olarak 17. yy ve sonrası İngiltere'sine odaklanmış olan, kadın ve kadın emeğinin küresel değişimler ve ulusal çaptaki etkilerle beraber zamanla geçirdiği dönüşümler üzerine yazılan makaleler mevcut kitapta.

Aile ve akrabalık ilişkileri çerçevesinde kadın emeğinin çizilen bu sınırlar içinde tutulma (bu kelime seçimi için düşündüm, sonunda cidden "tutulma"ya karar verdim) çabası ve kadının bu ilişkiler içinde kendisinden beklenen yaşantıya farkında olmadan boyun eğmesi gibi konuların haricinde, elbette sanayileşme ile beraber emeğin mekansal değişimi sonucunda, aileye de yansıyan bu değişim rüzgarından kadın emeğinin/kadının nasıl etkilendiğini ilk makalede irdeliyor yazar. Ek olarak, tüm gelişmelerin sınırları keskin çizilen bu akraba ve aile ilişkilerinin de değişimine sebep olduğunu da gösteriyor. Ailenin bireyleri arasındaki ilişkilerin her birine karşı getirdiğini sorumluluklar ve cinsiyete dayalı roller de yine bu bölümde yazar tarafından kaleme alınıyor.

Kamusal ve özel alan sınırlarını netleştiren ve bu sınırlar arasında kadının varlığının kısıtlanmasının sebebi olarak sanayi devrimini ortaya koyan yazar, orta sınıfın üretim sürecinden uzaklaşmasıyla beraber değişen "ev" algısının da üzerinde duruyor. Sanayileşme ardından değişen dengelerle kamusal (dünya) pis, ev (yuva) ise temiz gösterilmeye başlanması, böylece, kadına yüklenen tüm roller de yuvaya iyice hapsedilmeye başlanmasına dikkat çekiyor yazar.

Kardeşler arası ilişkilerin tarihte nasıl var olduğunu aktararak başka bir makalesini okumaya devam ettiğimiz Davidoff, kardeşler arası ilişkinin kimi zaman ütopyaları da beslediğini vurguluyor.

Özel alan (ev) ve feminist tarih hakkında yazdığı bir makalede, ayrı alanlar nosyonunun ortaya çıkışı ve yeniden - yeniden yaratımı üzerinde duruyor. Bireyselliğin mekansal "hapsi", "zekanın" yüklendiği alandan ayrılan "yuva" kavramı üzerine burada da uzun uzun düşünmeye devam ediyoruz. Sanayileşme ardından üretimin ev dışında varlığını sürdürmeye doğru evrilmesine rağmen, kapitalizmin ihtiyacı olan işgücü sağlama görevinin yuvaya, yani kadına yüklenmesi ve üretimin tarihsel bağlamından koparılması yazarın dikkat çektiği bir nokta olarak karşımıza çıkıyor. Tarih içinde erkeğin de bir anlamda "ev dışına" itilmesinin de aynı döneme denk gelişine değiniyor. (Bu günlerde televizyonda bir reklama denk geliyorum, linkini bulursam paylaşayım, siz de izlemişsinizdir belki. Bir erkeğin, akşam geç saatlerde eve dönüp kendisini bekleyen kızı ve karısına kavuşması ve onlar için kendi hayatını hiçe sayarak çalışması üzerine bir reklam. Tabi bu, bu şekilde sunulmuyor. -Eski bir reklam yazarı yazıyor bu satırları bu arada-. Yani ev dışı üretimin parçası olarak kapitalist düzende var olma savaşı veren bir erkeğin ve ev ve çocuk bakımı - yuva kavramına hapis bir kadının hayatını saniyeler içinde özetleyen bir reklam. Neyse daha yazmayım. Paragraftaki konuyla ilgili geldiği için paylaşmak istedim.)

Ticaretin el değiştirmesi, soy ve mekandan bağımsızlaşarak yeni düzene ayak uydurmasıyla beraber getirdiği tüm toplumsal değişimler yazarca kaleme alınıyor.

Viktorya ve Edward döneminde İngiltere'deki hizmetçi ve evli kadınların konumu hakkındaki makalesini "Ömür Boyu Esaret" olarak kağıda döken Davidoff, burjuvanın ve orta ve alt sınıfların Neredeyse 1900'lü yılların sonuna dek kadına olan bakışını, daha doğrusu kadınla sınıflandırmamak gerek, orta sınıfa bakışını açıkça gözler önüne seriyor. Gelir dağılımındaki adaletsizlikle oluşan bu sistem içinde hayat mücadelesi veren insanların bitmek bilmeyen "hizmet" çilesi kitapta uzunca yer alıyor.

Sadece feminizm için değil, iktisat, tarih, siyaset ve ekonomi için de bir kaynak kitabı olarak görebilirsiniz Feminist Tarihyazımında Sınıf ve Cinsiyet'i.

İyi okumalar.