İletişim Yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İletişim Yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Aralık 2017 Pazartesi

Anna Jourdain & Sidonie Naulin "Pierre Bourdieu'nün Kuramı ve Soyolojik Kullanımları"

Pierre Bourdieu için bir giriş kitabı arıyorsanız önerebileceğim kitaplardan biri, kısaca bahsedeyim dedim. 

Marx'tan, Durkheim'dan ve Ayrım adlı çalışmasında sıklıkla akıllara geldiği üzere Weber'den etkilenen Bourdieu'nün öte yandan bu isimlerin hiçbirinin doğrudan devamı sayılamayacağını da belirterek, kitapta da aynı vurgunun doğal olarak varlığını belirteyim. Yirminci yüzyılın en büyük sosyoloğu olduğunu söylesek az mı gelir bilmiyorum fakat Bourdieu için karman çorman gibi görünen kuramıyla haşır neşir olmaya başladıkça klasik kuramların üzerine böylesine yükselen bir isme az gelmediği konusunda hemen herkes hemfikir oluyor diye düşünüyorum.

Kitaba dönersek; yazarlar kısaca Bourdieu'nün kuramının temel kavramlarını kitap içinde açıklıyor, farklı bölümlerde bunları bulmak mümkün. Ancak dediğim gibi bunları sadece insanların ismini öğrendiğiniz bir tanışma toplantısı gibi düşünün. 

Bourdieu ile akıllara gelen eğitim konusunda da ayrı bir bölüm var, Varisler adlı eserini de bu vesileyle tavsiye edeyim. Passeron ile beraber yaptığı bir çalışma, pozitivist bir çalışma gibi görünse de çatır çatır nasıl realist olunacağını ispatlıyor ikili o çalışmada. Bu kitapta eğitim konusuyla zaten anılıyor, ancak çalışmanın kendisi Türkçe olarak mevcut, en azından Fransa örneği üzerinden okumak bile faydalı olacaktır. Konu biraz dağıldı ancak eğitimde fırsat eşitsizliği ve Bourdieu'nün daha sonra Distinction'da derli toplu görülen kuramına dair, özellikle kültürel sermaye - ekonomik sermaye gibi kuramının içeriği için Varisler adlı çalışmanın önemi büyük, okumakta fayda var. Şekillenmenin nasıl olduğuna dair önceki verileri görmek adına yani. Mesela toplumsal eşitsizlik noktasında Bourdieu için eğitim nedir, Jourdain ve Naulin de buna yer veriyor; yine aynı şeye dönüyorum ancak Bourdieu'nün kuramı için eğitim alanındaki çalışmasından tutun kültür alanına kadar yazdığı söylediği her şeyi zaten kavramlarına şöyle bir göz atarken dahi aslında görmek zorunda kalıyorsunuz.

Kültür ve meşru kültürün Bourdieu için ne olduğuna da ayrı bir bölüm ayırmış yazarlar, burada da habitus kavramı üzerinden yeniden üretimle beraber inceliyorlar. Takip eden bölüm saha kuramı ki bunu da habitustan bağımsız düşünemeyiz. 

Kitap kavramlar, kurama dair tanıtmak, genel bir bilgi vermek için özet niteliğinde ve derli toplu. Sonraki okumalar geçmeden önce tanışmak için bakmak isteyenlere önerebilirim.


19 Eylül 2016 Pazartesi

Ernesto Laclau "Evrensellik, Kimlik ve Özgürleşme"

Toplam yedi farklı makaleden oluşan Evrensellik, Kimlik ve Özgürleşme,  Laclau'nun 90'lı yıllardaki makalelerini içeriyor.

Evrensel ve tikel arasındaki gerilimi, kendine özgü tikellik iddialarının ortaya konulabilmesi için tikelin ötesinde olana, yani evrensel olana muhtaç oluşunu belirten Laclau, özellikle kültürel çoğulculuk ve farklılıkların öne çıktığı ya da çıkarılmak için sürekli dürtüklendiği günümüz dünyasında, kültürel farklılıklara has taleplerin kendi iç çelişkilerine işaret ediyor. Evrensel gerçekten kopuk bir tikel talebin, etki yaratabildiği alan genişledikçe daha evrensel olan gerekçelere ihtiyaç duyacağını ortaya koyması, buna bir gösterge. Laclau'nun ilk bölümde vurguladığı ve bence çok dikkat çekici olan bir nokta var ki, farklı gruplar üzerinden ilerleyen bazı taleplerin işlevsizliğini yansıtan güzel bir cümle; Laclau, miras kalan kültürel otantiklikten çıkış yapan ve bunun üzerinden ilerleyen bir zafer ihtimali olmadığını söylüyor.

Farklı kimlikleri antagonistik sınırlar ile kurmayı, farklılaştıran noktaları yıkan şey olarak gösteren Laclau, sistem içerisindeki farklı kimliklerin oluşumunun aslında sistemin varlığına bağlı olduğunu da işaret ediyor. Farklılıkların sınırları olmadığında, fark üzerinden ilerleyen ve bu noktada bahsettiği tikel taleplerin de aslında olamayacağı, çünkü sınır yoksa tanımlanacak kimliğin farklılaştırıcı noktalarının da olamayacağını söylüyor. Tikelin evrenseli dışlama noktasında içine düştüğü çelişki. Farklılıkların var olmasının sisteme, tikelin var olmasının evrensele muhtaç olması çelişkisi.

Buradakine benzer bir çelişkiye ilerleyen bölümlerde de değiniyor yazar. Örneğin özgürleşimin baskıya olan ihtiyacı. Bahsettiği, baskının olmadığı yerde özgürleşim olamayacağı ve tam bir özgürleşim için mutlaka bir "öteki"nin olması gerektiği. Bu noktada Laclau, ikiliğin kurucu ya da kurucu olmayan rolünü de sorguluyor. Karşı karşıya gelen iki noktanın bir diğerinin kurucusu olması da, bahsettiği durumun göstergesi. Zira Laclau, ikiliğin nesnel bir zorunluluğa dayandığı koşullarda  bu gerilimin aslında kurucu oluğunu ortaya koyuyor.

Birbirinin varlığına ve birbirini dışlamaya ihtiyaç duyma durumu. Bir yanda mümkün olanı bir yanda da imkansız olanı yaratanın bu olduğunu söylüyor Laclau. 

Günümüzde kimi durumlarda coşkuyla karşılanan yeni toplumsal hareketlerin, çoğulculuğun - farklılıkların ifadesinin bir yansıması olarak görülmesi bir yana, bu hareketlerin yarattığı ve barındırdığı potansiyel işlevsiz kimlik oluşturma çabaları bir yana diye düşünüyorum. YTH'nin ifadesi için uygun bir alan olmadığında ya da bu alanın sınırları, tikelin evrenselden kopuk, idrak kabiliyetinden yoksun kalmış taleplerince sarmalandığında ortaya çıkacak olan manzara her daim iç açıcı gelmiyor bana. En azından bana. 

Ulus devletlerin günümüzdeki durumu, yakın dönem dünya tarihinde farklı kimlik inşaları üzerinden biçimlenen hareketlerin vardığı nokta, farklılıkların ifadesinin ihtiyacının ve sebebinin sorgulanması gerekliliğine işaret ediyor bence. Dediğim gibi, işlevsiz ifadelerin ve kimliklerin, çoğulculuğun zenginliğini bir yana atıp birçok farklı gruba bölündüğünde ortaya çıkan tablonun pek mükemmel olduğu söylenemez. İnsanların birden çok kimliğe bölündüğü, tek bir karşı duruş için en insanı durumlarda dahi fikir birliği sağlanamadığı durumları düşünün. Evrenselle arasındaki ilişkinin idrakını barındırmayan tikel taleplerin, bu yüzden, örneğin antiemperyalist bir tavra en çok ihtiyaç duyan ülkelerde tamamen yıkıcı bir etki yaratacağını, antiemperyalizmde birleşemeyecek birçok kimliğin ve grubun işlevsiz ve kopuk muhalefetinden başka pek de bir işe yaramayacağını düşünüyorum. 

23 Eylül 2015 Çarşamba

Ahmet Çiğdem "Aydınlanma Düşüncesi"

Uzun bir aradan sonra yeni bir kitap yazısı ile blog'a döndüm. Yeni bir şehir, yeni bir okul, yeni bir okulun yeni bir haftası için yapılması gerekenler ve okunması gerekenler derken zaman aktı gitti.

Sanırım bu hafta itibariyle yeniden eski düzenine kavuşur blog. En azından haftada bir kitap yazısı eklemek yine öncelikli hedefim blog'da ilgili. Kurgu eserler haricindeki kitap yazıları son bir yılda olduğu gibi bu yıl da blog'da ağırlığa sahip olacak sanırım, ancak okul kütüphanesinde çıkacağım keşiflerle hiç fikrim olmayan yazar ve kitaplarla da tanışıp, burada eserlerini tanıtmayı düşünüyorum.

Ahmet Çiğdem'in Aydınlanma Düşüncesi adlı kitabı da okulla ilgili okumalarımdan biri oldu aslında. Günümüz toplum yapısını ve bu yapıyı şekillendiren her bir düşüncenin temellerinin atıldığı Aydınlanma hakkında bilgi sahibi olmak isteyen, ileri okumalar yapmak için neye nereden başlaması gerektiğini kestiremeyen ve derli toplu biçimde sürecin gidişatını tarihin akışı içinde öğrenmek isteyen herkese önerebileceğim bir kitap. Bu yüzden, ellerim yazmaktan yorulmuş olsa da hazır biraz vaktim varken blog'a yazıyı eklemek istedim.

Kitap, Aydınlanma'nın ne olduğunu, ana hatlarla hangi alanlarda kendisini gösterdiğine değiniyor öncelikle. Aydınlanma için zemin hazırlayan toplumsal gelişmeler (sanattan tutun da bilime dek bu alandaki tüm adımları dahil ediyorum) hakkında bilgi vererek, Aydınlanma'nın düşünsel temelini atan filozofların ve bu filozofların düşüncelerini ifade etmelerine olanak veren toplumsal yapıların özelliklerine değiniyor Ahmet Çiğdem.

Ardından, Avrupa'dan yayılan ve dünya tarihinin gidişatını değiştiren bu sürecin farklı ülkelerde ve hatta Amerika'yı da eklersek farklı kıtalarda nasıl yankı bulduğu, nasıl yorumlandığı ve hangi karakteristik özelliklerle yaşandığına değiniyor. Birbiriyle ortak bir fikir birliğinden ziyade düşünsel bir reform için çabalayan birbirinden farklı düşünürlerin temellendirdiği Aydınlanma'nın tüm isimleri kitabın farklı bölümlerinde, ilgili oldukları ülke kapsamında değerlendiriliyor.

İnsan temelli ve akıl ışığında aydınlanan bir dünyayı anlama çabasının, bilimin öne çıktığı bir dönemi ve sonrasında gelecek olan Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimi gibi günümüz toplumlarının entellektüel, siyasi, dini konular başta olmak üzere bir çok yönden etkileyen Aydınlanma'nın yer yer birbirinden ilham alan, yer yer birbiriyle çelişen filozoflarının fikirlerini konuya dair okuma yapmak isteyen herkes için kolay anlaşılır bir dille anlatıyor yazar.

Kendi çalışma/ilgi alanıma göre düşündüğümde Aydınlanma'dan itibaren yabancılaşma sorununun, ilerlemenin ve insanın toplumsal vicdanı ya da ahlakı olarak değerlendirilebilecek konuların dünya düşün/bilim tarihinde adını adeta kazıyan isimler tarafından nasıl önceden şiddetle vurgulandığı benim özellikle dikkatimi çeken ve sizlerle paylaşmak istediğim bir konu.

Aklın ve bilimin ışığında bir dünyayı anlama çabası içine girerek, insan merkezli, doğru bilgiye insan mutluluğu ve doğal olarak toplum mutluluğu için adım atmak olarak tanımlayabileceğim, özgür düşüncenin temellerini ve gerekliliğinin önemini vurgulayan Aydınlanma'yı daha yakından anlamak için, daha detaylı okumalara yönelmek için şiddetle tavsiyedir.....


İyi okumalar.

15 Temmuz 2015 Çarşamba

Terry Eagleton "Eleştiri ve İdeoloji"

Terry Eagleton'ın Eleştiri ve İdeoloji adlı kitabı, kitabın alt başlığında da belirtildiği üzere Marksist edebiyat teorisi hakkında bir kitap. Bu açıklama olmasa bile çoğu insanın aklına yazarın adı, eleştiri ve ideoloji kelimeleri ayrı ayrı ya da ikili gruplar halinde geldiğinde dahi çağrıştıracağı,
düşündüreceği diğer şey Marksist teori olacaktır. Blog'da daha önce bir kaç Eagleton kitabının daha yazısını paylaşmıştım, merak eden varsa onlara da yönlenebilir bu arada, bahsettiğim çağrışımları pekiştirecek nitelikteydiler zira.

Edebiyat ve eleştiri arasındaki ilişki kitabın ilk sayfalarından itibaren masumane bir ilişkiden uzaklaştırılıyor. Bence de, normalde de zaten olması gereken bu değil mi? Herhangi bir metnin kendisi ya da eleştirisi, kesinlikle "öylesine" ve "sakin" bir çerçevede incelenemez . Farklı edebiyat akımları ve varoldukları dönem içindeki koşullar, tüm "şeyleri" ve "işleri" etkilediği gibi elbette edebiyatı da, edebi metni de etkileyecektir. Sizin bakış açınız nedir, bilemiyorum ancak Eagleton ve eleştiride temel aldığı, paylaştığı ideoloji olan Marksizm'in izinden giderek bu yazıya devam ediyorum.

Ne diyorduk? Herhangi bir üretim, tarihten ve insandan bağımsız düşünülemez. İşte bu yüzden Eagleton da sürekli olarak maddi üretim şartlarının ve ilişkilerinin biçimlendirdiği farklı toplumsal düzen ve dönemlerdeki edebi metinlerin üretim sürecine etki eden ana faktör üzerinden eleştirinin de şekilleneceği vurgusunu yapıyor. Hegemonyanın edebiyata yaptığı etki ve oluşum sürecine dahil oluşu, metnin yaratım sürecinde kendisini var etme çabası içinde nasıl yer alıyor diye inceliyor Eagleton.

Her metnin kendisini yaratırken bir yandan da oluşmasına vesile olan ideoloji de yeniden yaratması, okur karşısında bir "tüketim" unsuru olarak çıkacak olan "edebi üretim metnini" hem ideoloji üreten, hem de ideoloji ile üretilen kılıyor sonucuna varabiliyoruz böylece. Örnek olarak da iktidarın kendisini meşrulaştırma aracı olarak ısmarlama edebi metin yazdırması ya da burjuvanın/küçük burjuvanın taleplerini ya da varlığının sürekliliğini sağlama ihtiyacını iletmek amacıyla kaleme aldırdığı edebi metinleri gösterebiliriz.

Materyalist bir edebiyat eleştirisi için genel üretim tarzı, edebi üretim tarzı, genel ideoloji, yazarın ideolojisi, estetik ideoloji ve metin olmak üzere altbaşlıkları sıralayan Eagleton, edebi üretim sürecine etki eden bu farklı unsurların aralarındaki ilişkinin metin ve eleştisi eksenindeki sorgulamasını yapıyor.

Egemen ideoloji oluşumunda metnin ve eleştirisinin önemini ısrarla çizen kitapta aynı zamanda dilin siyasal önemine de dikkat çekiliyor. Şöyle ki dilin, siyasal dil olarak düşünülmesinin vurgusu, metnin ideoloji ile içinde bulunduğu ilişkinin öneminden bağımsız düşünülemez. Çünkü dil, siyasal niteliğini içinde bulunduğu siyasal ideolojiye borçludur ki aslında bu da dilin, ideoloji yaratmadaki görevinin/sorumluluğunun/kullanılışının bir örneğidir.

Kurmaca edebi metin ve tarihi edebi metin arasındaki ilişkiyi de Marksist teori çerçevesinde inceleyen Eagleton aynı zamanda İngiliz edebiyatının öne çıkan yazarlarındaki ideolojiyi ve bu ideolojinin şekillenmesinin ardında yatan şeyleri de inceliyor. Bu da ayrı bir bölümde yapan yazar Matthew Arnold, George Eliot, Charles Dickens, Joseph Conrad, Henry James, T.S. Eliot, W.B. Yeats, D.H. Lawrence üzerinden her bir yazarın metinlerindeki ideolojiyi yaratan ve yazarların yaşamlarıyla, yaşadıkları dönemle, benimsedikleri değerle, parçası oldukları toplumla olan ilişkileri ve kişisel görüşleri etrafında, haliyle egemen ideolojiye ya da karşı duran ya da egemen ideoloji ile ortaklaşan fikirleri çerçevesinde yapıtlarındaki ideoloji üretimini bence yeteri kadar detay ve açıklama ile okura sunuyor.

Kapitalizm ve feodalizmin İngiliz edebiyatının ideolojik biçimlenmesine etkisi ve toplumun kurtarıcı olarak benimsemesi için egemen ideolojinin çabaları, yazarların siyasi düşünceleri ile toplumsal birlik ve beraberlik için başat gördükleri unsurların, değerlerin eserlere nasıl yansıdığı Eagleton'ın kaleminden okunabiliyor.

Okuması kesinlikle çok zevkli bir kitap; Marksist edebibyat eleştirisi, İngiliz edebiyatı konusunda uzman olan Terry Eagleton'ın fikirleri, değerlendirmeleri ve doğal olarak ağırlıklı şekilde İngiliz edebiyatının materyalist eleştirisi ilginizi çekiyorsa, kitabı atlamayın derim.

İyi okumalar.

2 Nisan 2015 Perşembe

Leonore Davidoff "Feminist Tarihyazımında Sınıf ve Cinsiyet"

1932 New York doğumlu, İngiltere Essex Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde uzun yıllar ders veren yazar Leonore Davidoff aynı zamanda Kültürel ve Sosyal Tarih Merkezi'nin de kurucusu ve yöneticisi olarak çalışmış. Bu yüzdendir ki, tam da makalelerinin derlendiği kitabın isminin tam karşılığı kitapta okuru bekliyor.

Hemen belirtmek isterim ki kitabı yayınlayan Ayşe Durakbaşa'nın önsözü ve Ferhunde Özbay'ın "Evlerde El Kızları: Cariyeler, Evlatlıklar, Gelinler" adlı makalesi de kitapta, Davidoff'un makaleleri haricinde yer alan iki metin.

Ağırlıklı olarak 17. yy ve sonrası İngiltere'sine odaklanmış olan, kadın ve kadın emeğinin küresel değişimler ve ulusal çaptaki etkilerle beraber zamanla geçirdiği dönüşümler üzerine yazılan makaleler mevcut kitapta.

Aile ve akrabalık ilişkileri çerçevesinde kadın emeğinin çizilen bu sınırlar içinde tutulma (bu kelime seçimi için düşündüm, sonunda cidden "tutulma"ya karar verdim) çabası ve kadının bu ilişkiler içinde kendisinden beklenen yaşantıya farkında olmadan boyun eğmesi gibi konuların haricinde, elbette sanayileşme ile beraber emeğin mekansal değişimi sonucunda, aileye de yansıyan bu değişim rüzgarından kadın emeğinin/kadının nasıl etkilendiğini ilk makalede irdeliyor yazar. Ek olarak, tüm gelişmelerin sınırları keskin çizilen bu akraba ve aile ilişkilerinin de değişimine sebep olduğunu da gösteriyor. Ailenin bireyleri arasındaki ilişkilerin her birine karşı getirdiğini sorumluluklar ve cinsiyete dayalı roller de yine bu bölümde yazar tarafından kaleme alınıyor.

Kamusal ve özel alan sınırlarını netleştiren ve bu sınırlar arasında kadının varlığının kısıtlanmasının sebebi olarak sanayi devrimini ortaya koyan yazar, orta sınıfın üretim sürecinden uzaklaşmasıyla beraber değişen "ev" algısının da üzerinde duruyor. Sanayileşme ardından değişen dengelerle kamusal (dünya) pis, ev (yuva) ise temiz gösterilmeye başlanması, böylece, kadına yüklenen tüm roller de yuvaya iyice hapsedilmeye başlanmasına dikkat çekiyor yazar.

Kardeşler arası ilişkilerin tarihte nasıl var olduğunu aktararak başka bir makalesini okumaya devam ettiğimiz Davidoff, kardeşler arası ilişkinin kimi zaman ütopyaları da beslediğini vurguluyor.

Özel alan (ev) ve feminist tarih hakkında yazdığı bir makalede, ayrı alanlar nosyonunun ortaya çıkışı ve yeniden - yeniden yaratımı üzerinde duruyor. Bireyselliğin mekansal "hapsi", "zekanın" yüklendiği alandan ayrılan "yuva" kavramı üzerine burada da uzun uzun düşünmeye devam ediyoruz. Sanayileşme ardından üretimin ev dışında varlığını sürdürmeye doğru evrilmesine rağmen, kapitalizmin ihtiyacı olan işgücü sağlama görevinin yuvaya, yani kadına yüklenmesi ve üretimin tarihsel bağlamından koparılması yazarın dikkat çektiği bir nokta olarak karşımıza çıkıyor. Tarih içinde erkeğin de bir anlamda "ev dışına" itilmesinin de aynı döneme denk gelişine değiniyor. (Bu günlerde televizyonda bir reklama denk geliyorum, linkini bulursam paylaşayım, siz de izlemişsinizdir belki. Bir erkeğin, akşam geç saatlerde eve dönüp kendisini bekleyen kızı ve karısına kavuşması ve onlar için kendi hayatını hiçe sayarak çalışması üzerine bir reklam. Tabi bu, bu şekilde sunulmuyor. -Eski bir reklam yazarı yazıyor bu satırları bu arada-. Yani ev dışı üretimin parçası olarak kapitalist düzende var olma savaşı veren bir erkeğin ve ev ve çocuk bakımı - yuva kavramına hapis bir kadının hayatını saniyeler içinde özetleyen bir reklam. Neyse daha yazmayım. Paragraftaki konuyla ilgili geldiği için paylaşmak istedim.)

Ticaretin el değiştirmesi, soy ve mekandan bağımsızlaşarak yeni düzene ayak uydurmasıyla beraber getirdiği tüm toplumsal değişimler yazarca kaleme alınıyor.

Viktorya ve Edward döneminde İngiltere'deki hizmetçi ve evli kadınların konumu hakkındaki makalesini "Ömür Boyu Esaret" olarak kağıda döken Davidoff, burjuvanın ve orta ve alt sınıfların Neredeyse 1900'lü yılların sonuna dek kadına olan bakışını, daha doğrusu kadınla sınıflandırmamak gerek, orta sınıfa bakışını açıkça gözler önüne seriyor. Gelir dağılımındaki adaletsizlikle oluşan bu sistem içinde hayat mücadelesi veren insanların bitmek bilmeyen "hizmet" çilesi kitapta uzunca yer alıyor.

Sadece feminizm için değil, iktisat, tarih, siyaset ve ekonomi için de bir kaynak kitabı olarak görebilirsiniz Feminist Tarihyazımında Sınıf ve Cinsiyet'i.

İyi okumalar. 

19 Ocak 2015 Pazartesi

Terry Eagleton "Marksizm ve Edebiyat Eleştirisi"

Marksist eleştiriyi tanımanın en iyi yolunu, tarihte konu üzerine Marx ve Engels'e uzanıp, günümüze dönmek olarak tanımlıyor Terry Eagleton.

Tarihin kendisindeki devrimci bakış açsının Marksist eleştirinin en büyük özgünlüğü olarak ele alan Eagleton, alt yapı ve üst yapı kavramlarına yer verdiği "Edebiyat ve Tarih" adlı bölümde Marx'ın gözünden edebi metinin yapısındaki unsurları değerlendiriyor. Toplumun ekonomik yapısını, eser içindeki üst yapıda belirleyici faktör olduğunu belirten yazar, üst yapının aynı zamanda "toplumsal bilincin belli biçimlerini" de içeren kısım, yani ideolojiyi işleyen kısım olarak ele alıyor. İdeolojinin her alandaki işlevini düşünürsek, üst yapının varlığını, buradan da çıkacak olan egemen ideoloji vasıtasıyla egemen sınıfının gücüne güç katmak  olarak tanımlayabiliriz.

Marksizm için sanatı, toplumun üst yapısının bir parçası olması sebebiyle de edebiyatın toplum açısından önemine bağlıyor metni Eagleton: Marksizm için bir eseri anlamak, toplumsal süreçlerin tamamına erişebilme şansı sunmaktadır. Toplumdan bağımsız bir eser yaratılamayacağı çıkarımını buradan yapabiliriz bu durumda. Sürekli sanat eserini toplumdan bağımsız gören (yalnızca yazılı eserleri kast etmiyorum), sanatı ve snob'luğu bir tutan eminim en az bir kişiye siz de hayatınız boyunca denk gelmişsinizdir. Bir evdeki büyük bir kütüphaneyi ancak ve ancak burjuva hobisi olarak gören zihniyetler için, Marksit eleştiriden çıkarılacak bir sürü ders olduğunu düşünüyorum. Şu paragraf da yardımcı olur; paragrafı yazmama vesile olan kitap da. Umarım.

Sanatsal üretim ve ekonomik gelişmişlik arasındaki ilişkiyi Marksizm ekseninde inceleyen yazar, antik toplumlar ve kapitalist toplumlar arasındaki sanat üretimi arasında bir karşılaştırmaya gidiyor.

Biçim ve içeriğin birbiriyle olan etkileşimine ve hangisinin hangisini yarattığı/şekillendirdiği sürecini farklı görüşlerden fikirlere de yer vererek inceleyn Eagleton, ideolojinin biçim üzerindeki etkilerini de başta Leon Troçki olmak üzere bir çok farklı sese yer vererek işliyor.

Sanatın proletarya ile olan ilişkisini ve yönetimin, yönetimdeki ideolojinin pekiştirilmesinde sanatın nasıl bir araca dönüştürüldüğünü yer yer Marx ve Engels'in sert yorumlarına yer vererek irdeleyen yazar, sanat üretimini şekillendiren unsurları detaylı biçimde ele alıyor.

Lenin'in "kahrolsun partizan olmayan yazarlar!" şeklindeki keskin ve sert söyleminin karşısında Engels'in "siyasal 'eğilim'i olan kurgu romanlardan hiçbir biçimde hoşlanmadığı" gerçeğini okura sunan yazar, "nesnel partizanlık" kavramını da bu örnekler çerçevesinde işliyor.

Terry Eagleton'dan Marksizm ve edebiyat üzerine, sayfa sayısından çok daha fazlasını okura sunan bir kitap. Okur için de yazar için de atlanmamalı. 

19 Temmuz 2014 Cumartesi

Virginia Woolf "Deniz Feneri"

Daha önce okumadığım bir yazara karşı fazlasıyla kesin bir çizgi, anlamsız bir karar gibi görünse de yıllardır bilinçli bir şekilde Virginia Woolf okumuyordum, okumadım. Bunu bir marifet ya da edebiyattan çok iyi anlayan bir dehanın haritası gibi sunmak da istemiyorum zira bunun aklıma gelen pek de somut bir sebebi yok. Sadece, işte öyle. Okumak istemedim. Sylvia Plath’ı geçtiğimiz yıllarda, yani yakın zamanda okumuş olmam gibi. Bir şeyleri beklemişim de haberim yokmuş gibi. Ama o bekleyiş bittiğinde ilk sayfalar hızla akmaya başladığında görüyorum ki aslında doğru bir zamanlama ile okuyorum bu yazarları ben.

Woolf’un biliç akışı tekniği ile yazdığı romanlarından biri olan Deniz Feneri, oldukça depresif bir roman. Neresine kaçarsanız kaçın buhranların ve kalp ağrılarının uzağına gitmeniz mümkün değil. Her bir karakterin kendi içinde bulunduğu durum o denli ağır bir çöküntü içinde ki, heyecanların ya da umutların ortaya çıktığı anlarda bile bu kabus gibi çöken karanlıktan zerre kadar bile sıyrılamıyorlar.

Ramsay ailesi etrafında şekillenen, sekiz çocuklu Mrs. Ve Mr. Ramsay’in odak noktası olduğu romanda ailedeki hemen her bireyin gözünden olduğu gibi, aileyi gözlemlerken aynı zamanda kendi iç dünyalarının sorgusunu da yapan karakterlerin gözünden hikaye ilerliyor.
Hayalkırıklıkları, gençlik heyecanları, beklentiler, umutlar – bir yanda da tükenmişlik, umutsuluk, nefret, vazgeçmişlik… Uç noktalar arasında gezinen duyguların yarattığı gerilim ve sıkıntı roman boyunca boynunuza bir atkı gibi sıkıca dolanıyor.


Virginia Woolf okumaya alışma evresi diye bi,r dönem vardıur gibime geliyor. Yazrla ilk kez tanışan birisinin, öncesinde yazara dair en ufak bir bilgisi olmayan bir okuyucunun yazarla tanıştığı ilk sayfaların sıkıntı yaratacağı kanısındayım. Kendisine o denli has bir anlatımı ve dili var ki, onu benimseyebilmek için o evreyi atlatmak şart. Yoksa o karanlık dünyaya bir adım atıp, korkar da geri çekilirseniz, bu efsane yazarla yakınlaşma şansınızı tamamen kaybedersiniz.

27 Nisan 2014 Pazar

Ne Okuyorum?


Bu pazar Borges okuyorum.
Yazısı yakında blog'da olur.
Hafta sonu bitti bitiyor ama umarım iyi geçmektedir sizin için de.


6 Ekim 2013 Pazar

Art Spiegelman "Maus"

Tam adıyla Maus Hayatta Kalanın Öyküsü, ne zamandır okumak istediğim bir çizgi romandı. Ancak dün alabildim – cumartesi. Şansıma Arkabahçe Çizgi Roman Dükkanı’nda Büyük Beşiktaş Çarşısı’ndaki genel bir indirim sebebiyle indirim de vardı, hehe.

Hitler, Nazizm, Aryan ırk saplantısı her zaman ilgimi çekmiştir. Daha önce de blog’da bahsetmişimdir sanırım, II. Dünya Savaşı’na karşı özel bir ilgim var. Elimden geldiğince okumaya çalıştığım bir dönem. Zira Nazizm gibi hastalıklı bir düşüncenin, Hitler gibi insanlıktan nasibini almamış bir canlının nasıl olup da milyonları peşinden sürükleyen –yine- hastalıklı bir ideoloji yaratıp, peşine taktıkları insanlarla beraber milyonların katliamına sebep olduğu bende hala soru işaretleri oluşturan, tarihin kara bir lekesidir.

Maus da işte tam benim ilgimi çekecek şekilde, toplama kamplarına gönderilen ve her türlü zorluğa rağmen hayatta kalan bir adamın, oğlu Art Spiegelman tarafından çizgi roman haline getirilen öyküsü.

Art yani Artie Spiegelman’a 1992’de Pulitzer Ödülü’nü kazandıran bu hikayede, babası Vladek Spiegelman’ın Polonya’da başlayan öyküsünün nasıl Amerika’da sonlandığını dinliyoruz. Bu tip hikayeler çokça filmlere, kitaplara konu oldu; kurmaca ya da tarihi bir çok kitap ile sizin de karşınıza eminim ki çıkmıştır. Bu yüzden hikayenin detaylarını ve içinde saklı acıyı okuyacağınız zamana bırakayım diyorum ve ilginç noktalardan bahsetmek istiyorum.

Hikaye Vladek’in gözünden 1930’ların ortasında, iyi bir hayatı olan bir erkeğin gözünden, karısı Anja ile evlenmesine kadar geçen süreçten ve bu sırada Almanlar’ın gittikçe artan tehdidi ile varlığın doruklarındaki bir ailenin nasıl parçalanmaya ve korku ile çevrelenmeye başladığını gösteriyor bizlere. Daha sonra, elbette tahmin edeceğiniz gibi Naziler önce ailedeki yaşlıları alıyor, sonra sıra diğerlerine ve diğerlerine… Bu noktada ailenin küçük oğlu Richieu’nun da trajik öyküsünden, sonundan etkilenmemek mümkün değil.

Kitabın kapağında da göreceğiniz üzere kitapta Yahudiler fare, Almanlar kedi, Polonyalılar domuz, Fransızlar kurbağa, Amerikalılar ise köpek olarak çizilmiş. Kitaptaki çizimi aktarıyorum yalnızca, tekrar belirtmek isterim. Kedilerin katil Almanlar ile özdeşleşmesi, Hitler’in gözünden Yahudi ırkının konumlandırılmasını göstermesi açısından çarpıcı ve ilginç bir tasvir olmuş.

Kitapta ilginç gelen bir diğer nokta ise ırkçılık gibi hastalıklı bir düşüncenin kurbanı olan Vladek’in, Amerikalı bir zenciye karşı duyduğu önyargının bizlere yansıdığı kareler. Bunu tıpkı benim gibi Artie ve karısı, Fransız olduğu halde Museviliğe geçtiği için kurbağa olarak değil de fare olarak resmedilen Françoise da yadırgıyor.

Artie’nin babasının hayatta kalması başarısının ardında kendisini sürekli babası karşısında yetersiz hissetmesi gibi bir durumun ortaya çıkması, kitabın bir bölümünde Artie’nin psikoloğu ile konuşmasından anlaşılıyor açıkça. Bu da değinmek istediğim bir diğer şeydi. Aynı zamanda bir baba – oğul ilişkisinin, çatışmasının bize yansıdığı Maus’un temelinde bunun da izlerinin olduğunu siz de okuduğunuzda göreceksiniz.

301 sayfa olan kitaba gece başladım, öğlen saatlerinde bitti. Tahmin ettiğimden daha akıcı bir dil, göz yormayan kareler. Etkileyici çizimler. İçinizi kan ağlatacak kadar gerçek ve yaşanmış katliamlar. Şimdiye dek okumadığıma pişmanım, keşke daha önce haberim olsaydı ya da duyar duymaz gidip bu kitabı alsaydım diyorum.

Tavsiyedir.

7 Ocak 2013 Pazartesi

James Joyce "Dublinliler"

Dublinliler’de, James Joyce’un yaşadığı dönemdeki (1882 – 1941) toplum hayatını bir çok farklı konuda ele alan hikayelerini okumak mümkün. Üstelik bunu yaparken toplumun elit ve üst bir tabakasından bahsederek okuyucuyu toplumun –bence- asıl kısmından uzak kılarak değil, tam da da orta sınıftan, gündelik hayatın içindeki sıradan insanlardan bahsederek yapıyor. Bu yüzden karşımıza çıkan öyküler de içeriği bakımından günlük/sıradan tabiriyle sınıflandırılsa bile aslında insanların içinde bulundukları toplumsal gerçekleri tüm gerçekliği ile sunmaları sebebiyle hem Dublin’i hem de dönemi anlatacak güzel bir kaynak görevi de görüyor.

Her bir öyküde karşımıza çıkan karakterlerin en belirgin özelliği öykü sonunda mutlaka bir “şey” yaşamaları ya da bu “şeyi” fark ederek hayatlarında yeni bir sayfa açmaları; bu iç dünyalarında açtıkları bir sayfa oluyor genelde, ya da tüm yaşamlarında yeni bir “davranış” biçimi doğuracak bir aydınlanma oluyor. Sıradan olanın sonrasında yaşanan bu aydınlanmayı sağlayan olaylar ya da düşünceler süresinde ise gündelik hayattan bir çok konu sorgulanıyor öykülerde; tutsak olma, çocukluk, bilgelik, hayatta nerede olduğunu sorgulama, evliliğinin sorgulanması, hayatın yetişilemeyen geçişi, din ve arkadaşlık bunlardan bazıları.

Dublinliler’de benim gözüme çarpan bir nokta ise zaman zaman öykülerde Dostoyevski’nin karakterlerine benzer tavırlar içine giren başkahramanlar görmekti; sıkışıp kalınan hayat içindeki küçük adamlar ve kendilerini üzerlerinde düşündükçe daha da sıkıştıran gerçeklikleri.

Okuması güzel, yer yer insanı kedere ve üzüntüye boğan bir kitaptı; bazen karakterleri o kadar çaresiz görüyordum ya da o kadar bir saflık içinde buluyordum ki, kendimi bir kederin içinde bulmamam imkansızdı.

James Joyce, Dublinliler. İletişim Yayınları, 232 sayfa.