Jack Kerouac adının anılmasıyla beraber
aklıma hemen “Yolda” gelir; belki büyük çoğunluk için de öyledir ve Yolda ile
başlayan bir süreç sonunda Kerouac beat dönemi için ikonlaşmaya başladığı gibi,
yeni keşfedenler üzerinde de aynı etkiyi yaratmayı her daim başarıyordur
sanırım.
Yolda ardından, o dönemde yarattığı etki ve
akabinde gelen, neredeyse “tapınmaya” varan ilgiden bunalan Jack Kerouac, Jack
Doluoz olarak karşımıza çıkıyor ve bu yoğun ilgiden, yaşının getirdiklerinden
(Big Sur’da yazar kırklı yaşlarının başında), aslında o ana dek geçen zamandaki
yaşamının ardından biraz kafa dinlemek istiyor ve arkadaşının Big Sur’deki
kulübesine çekiliyor. Amacı, uzun bir süre orada kalmak ve aradığı huzuru
bulmak, kendi başınalığının tadını çıkarmak, evinin kapısına dadanan ergen
hayranlarından kurtulmak, yaşamının saatteki hızını biraz yavaşlatmak aslında.
“Artık
aşırıya kaçmak yok, dünyayı sessizce seyretmenin, hatta onun tadını çıkarmanın
zamanıdır benim için, önce böylesi korularda, sonra da dünyada insanların
arasında sakin sakin yürüyü onlarla konuşma zamanı, içki yok, uyuşturucu yok,
işret alemleri yok, beatniklerle, ayyaşlarla, esrarkeşlerle ve herkesle
yarışmak yok, artık kendime Ah, Tanrı ne
diye bana bu çileyi layık görüyor diye sormuyorum, bu kadar, yalnızlığı
sev, gez, garsonlarla konuş sadece, gerçekten Milano’da, Paris’te, sırf
garsonlarla konuş, gez, toz, artık hayatı kendine zehir etmek yok...”
İnzivaya çekildiği bu dönemde, kendi
fikirleri içinde geçen her günün ardından, aslında daha ilk günlerden itibaren
kaçmaya çalıştığı dünyanın tamamen uzağına ulaşmayı başardığı Big Sur’de,
aslında sıkılmaya başladığını fark ediyor ve yeniden, planladığından erken bir
şekilde kulübeyi terk ediyor. Ancak Big Sur, illa ki dönüp dolaşıp geleceği yer
oluyor. Bir kırılmanın ve karar anının yaşanacağı, hatta bir delirmenin
sergileneceği sahne oluyor.
Yeniden arkadaşları arasına dönüyor; şu
sıralar Üçün Biri adlı kitabına denk gelme olasılığınız fazla olan Neal
Cassasdy’nin kitapta karşımıza çıkan “hali”Cody Pomeray’nin metresi olan
Billie’nin evinde, Cody’nin kendisini orada bir süreliğine bırakması(!) sonucu
içine düşeceği yeni ve garip durumun etkileri belirene kadar, yeniden içkiye,
sabahları o akşamdan kalmalığın berbat haliyle uyanmaya, şiire, sonsuz
muhabbetlere, insanlara kaldığı yerden devam ediyor Jack. Ancak kendisi kadar
delirmeye müsait olan, hatta deliliğin zirvelerinde oynadığını düşündüğüm
Billie’nin evinde sadece alkole ve pineklemeye kendisini kaptırdığı günlerin
arından, Billie’nin garip bir çocuktan sanırım daha fazlası olan fakat
nihayetinden yine garip bir çocuk olan oğlu etkisiyle de bilinçaltındn daha
sonra delice fırlamaya başlayacak fikirlerin tohumlarını da bu dönemde atıyor
benliğine.
Ardından yeniden, bir arkadaş grubu olarak,
Billie ve oğlunun da dahil olduğu bir ekiple Big Sur’deki kulübeye dönülüyor ve
tam bir çıldırmanın hızı işte bu ikinci dönüşte yaşnıyor. Olan biten herşeyin
kendisini bir batağa sürüklediği hissi ile sarmalana Jack Duluoz, en sonunda
bir çıldırma yaşıyor. Bu noktada dikkatinizi çekmek istediğim bir nokta ise
çıldırmanın ve ardından gelenlerin, bir Katolik olarak yetiştirilen Jack
Kerouac ekseninde düşünülerek, din kısmının es geçilmemesi. Zira çıldırış
anlarında baskın olarak ortaya çıkıyor bu yetiştirilmenin izleri.
Herkesten şüphelenmeye, herkesin kendisini
delirtmeye ve bir daha yazamaması için elinden tüm yetilerini almaya çalışmaya
uğraştığı gibi bir paranoyaya kapılıyor; kendisinden bir beklenti içinde olan
ve bu beklenti ile Duluoz’u boğduğunu farketmeyen Billie’nin de bence bu
çıldırışta etkisi yadsınamaz. Özellikle Billie’nin çocuğunu öldüreceğine dair
saplantılı biçimde ortaya çıkan korkusu (Jack Duluoz’un korkusu) sürekli
tedirginlik yaratan ve çıldırışta büyük payı olan bir durum.
Bunu bir kadın – erkek ilişkisi temelinde
göstermek istemiyorum zira öyle değil, sadece etkenlerden birini söylediğimi
farz edin. Asıl sorun kendisini kendisinden kurtarmaya ve etrafındaki
insanlardan kurtulup nefes almaya, evde canının sıkılması gibi doğal bir
durumda ve rahatlıkta yaşamaya çalışan, bunu özleyen bir adamın “paçayı
kurtarma çabası” sanırım. Bu kurtuluşu simgeleyen de tüm çıldırma anından sonra
yeniden Big Sur’den ayrılışı ve ailesine, annesine dönmesi, evine gitmesi
oluyor.
Kitap boyunca bir çıldırmaya doğru giden yazar,
en karanlık anın ardından en aydınlık an gelecek fikrindeki gibi, bir çıkış
yolu buluyor ve bunu çektiği onca şeyin şeyin ardından, huzura ulaşmışçasına
kucaklıyor. Herkesin ve herşeyin “iyiye” ulaşacağından emin bitiriyor.
“...
Güzelim bahar gecelerinde bahçece yıldızların altında duracağım – Bütün
bunlardan iyi şeyler çıkacak daha – Ve işte öylece görkemli ve ölümsüz olacak –
Başka söz söylemeye de gerek yok.”
Hikaye, bir adamın, yazarın (bir kuşağın
belki de en büyük temsilcisinin) bu “yolculuğunun” yerleştirildiği çerçeve Beat
kuşağının yaşamı üzerinden yapılıyor; bolca edebiyat, bolca fikir etrafınızı
sarıyor.
Beat kuşağı ilginizi çekiyor mu bilmiyorum
ama dönemin önemli temsilcilerinden birinin yazdığı Big Sur’da döneme,
sonrasına ya da aslında yazara dair şu ana kadar oluşan bir merakınız varsa onu
gidermeye, anlamatmaya ve anlamaya çalışmanıza yetecek kadar detay var.
Ayrıca, (yine dönemim diyeceğim) dönemin
diğer ünlü yazarları, isimleri de kitapta; Allen Ginsberg, ırwin Garden adıyla,
Henry Miller kendi adıyla kitapta yer alan ve ilk aklıma gelen isimlerden. Ek
olarak, kitaptaki tüm karakterlerinin Kerouac’ın hayatındaki gerçek karakterler
olduğunu belirtmekte fayda var. Big Sur de zaten gerçekten yola çıkılarak
yazılmış bir eser.
Big Sur’de, kitabın sonunda Jack Duluoz, yani
Kerouac’ın yazdığı bir şiir, Deniz adlı bir şiir var. Bu şiir de Big Sur’e ilk
gidişi sırasında yazdığı, süreçten de kitabın içinde parçalar bulacağınız bir
şiir. Eklemek istedim.