19 Şubat 2024 Pazartesi

Riley Sager "The House Across The Lake"

Kareler ve Sayfalar psikolojik gerilim/polisiye/gizem özel turu devam ediyor: Riley Sager'in geçen haftalarda okuduğum The Last One Left adlı romanını çok beğendiğim için yine aynı yazardan bir roman okumaya karar vermiştim. Blog'da yazısı var; bu yazıdan birkaç yazı öncesi. Orada da söylemiştim, sanırım yazarın en iyi romanıyla yazarı tanımış oldum diye. Doğru tahmin ettiğimi görmek üzdü; zira The House Across The Lake de muhtemelen yazarın henüz iki kitabını okumuş olsam da en sevmediğim kitabı oldu galiba. Zirvede bırakıp, The Last One Left'ten başka romanını okumasa mıydım acaba...

Ancak romana çok hevesli başladım; klişe bir olay örgüsüyle başlayan romanda anlatıcımız 35 yaşındaki oyuncu Casey Flether, aylar önce eşinin de boğularak hayatını kaybettiği gölün kıyısındaki evlerinde tek başına alkole boğulmuş halde yas tutmaktadır. Bu tür bir klişe için zaten hazırlıklıydım; yalnız, depresif bir baş karakter gerekliydi zira o kadar boş zamanı olmalı ki, karşı komşularının evini gözetleyecek imkanı olsun. Romanın adından da anlaşılacağı üzere zaten bizi bekleyen şey bir klişe: "cinayeti gördüm" tarzı bir şey olacağı belli, penceredeki kadın gibi bir kurgu geleceği belli, içine biraz da haneiçi şiddet gireceği de belli. Tüm bunlar, okumaya başlamadan beklediğim ve rahatsızlık vermeyen ipuçlarıydı. 

Casey, gölün karşısındaki eve yeni taşınan komşularından, eski bir manken olan Katherine'i boğulmaktan kurtardığı gün, yas ve alkolle dolu günlerinde yeni bir dönem başlıyor. İki kadın arkadaş olmaya doğru giderken, bir gece Casey'nin evi resmen dikizlemekle meşgul olduğu bir anda tanık olduğu karı-koca kavgası ve şüpheli birkaç durum ardından Katherine kayboluyor. Casey de, bu kaybı oldukça şüpheli buluyor. Şüphelerini desteklemek için yazarın kurguya dahil ettiği detaylar çok itekleme, hatta gereksiz, yetersiz, klişelerin ötesine geçemediği gibi zorlanarak ipucu haline getirilmiş. Romanda Casey'yi Katherine'i araştırmaya götüren yol, popüler bir gerilim/gizem yazarı için hazlasıyla hafif kaçmış. En azından editörün müdahale ederek geliştirmek için yönlendirebilmesini beklerdim. Hem popüler, hem çok satan hem de çok okunan bir yazarın "nasılsa okunur" girdabına yakalanması sorunu romanda var; bu yüzden rahatsız etmeyeceğini bildiğim klişeleri içerdiğinden emin olarak başladığım roman, sıradanlıktan ve zoraki bir metin olmaktan kurtulamamış. 

Bir gerilim/gizem/polisiye romanı olarak başlayan The House Across The Lake, nasıl bir riski göze alarak yazar tarafından birden doğaüstü detaylarla hareketlendirilmeye çalışılmış bilmiyorum; romanda benim için en kötü yan buydu. Spoiler vermeden yazmaya gayret ediyorum ancak romanın ilk yarısı zaten klişeler ve zorlamalarla doluyken, ikinci kısmı yaşadığı tarz değişikliği nedeniyle kötü bir cin filmi etkisi yarattı bende. Sadece bitirmiş olmak için okudum. 

Elbette böyle kurguları da seven vardır; ancak süprizlere kapalı, klişeleri işlerken klişelerden kurtulamayan, finalde de oldukça sıkıcı bir sona bağlanan bir roman. Muhtemelen yazarın bundan daha beğenmeyeceğim romanı yoktur; o yüzden bir şans daha verip başka bir eserini yine okudum. Fakat bu kitabın şu an sinemaya da uyarlanmakta olduğunu okumak... Umarım bir polisten destek alarak olayları baştan, incelikle kurgularlar. Yoksa bu filmin yazarın hatrına izlenecek olması haricinde bir başarısı olacağını sanmıyorum.

17 Şubat 2024 Cumartesi

Minka Kent "Imaginary Strangers"

Kareler ve Sayfalar gerilim/gizem hatta polisiye romanlar kısmi özel turu devam ediyor: Bugünkü konuk 23 Temmuz 2024'te okurlarıyla buluşacak bir roman, ilk kez okuduğum bir yazar olan Minka Kent'in "Imaginary Strangers"ı.

Imaginary Strangers'ı geçen hafta okudum, anlatıcı karakter Camille Prescott, dışarıdan baktığımızda kendisine düşkün doktor bir eş ve iki çocuğuyla üst gelir grubunda yer alan, Amerikan rüyası olarak pazarlanan aile yapısının bir örneğini sunan, güzel, akıllı, ailesine düşkün bir kadın olarak karşımıza çıkıyor. Ancak tüm bu ışıltının altında yatan, Camille'e dair kimsenin bilmediği bir gerçek bir gerçek de var. Bu gerçek hem Camille'de vücut bulan kusursuz anne ve eş imajının yaratıcısı, hem de onu kaybetmemek için ortaya çıkmasını engellemek zorunda olduğu bir gerçek: Camille, bir sosyopat. Hayli yüksek işlevli, sosyopat olduğunun farkında ve uzun süre terapi görmüş bir sosyopat olarak Camille. Eğer hayatınızda bir sosyopat ile tanıştıysanız, sosyopatiyi doktor bir eşin bile fark etmediği bir durumda Camille'in kendisini gizlemekte ve her şeyi kusursuz, rayında tutmak için girdiği çabaya hayran kalırsınız. Oldukça ender olduğunu düşündüğüm bu durum, bir kurguda karşıma çıktığı için fazla sorgulamadım.

Camille'in neden sosyopat olduğuna dair bir fikir edinmem için romanın ilk sayfalarını okumam yeterliydi: Camille, annesini küvette boğmaya giriştikten sonra annesinin bir daha kendisiyle karşılaşırsa onu öldüreceği tehdidinin ardından 17 yaşında annesiyle yaşadıkları evden çekip gidiyor.

Camille bir sosyopat, ancak sosyopat olması doğuştan gelen bir sorundan ziyade, insan eliyle "inşa edilmiş". Anlatıcımız, ihmal edilmiş, bu nedenle istismar mağduru bir çocuk olarak büyümüş. Camille'in hayatını mahveden ise bizzat onu doğuran kişi olan annesi. Camille, daima yok sayılan, görünmezmiş gibi davranılan bir çocuk olarak temel insani ihtiyaçlarını bile gidermekten yoksun bırakılarak annesi tarafından daima şiddete uğramış. Tüm bunlara dair detaylar ise romandaki geri dönüşler aracılığıyla Camille'in terapisti ile olan görüşmelerine dair bölümlerde yer alıyor. Sosyopat tanımayanlar için tekrar edeyim, romanda da sıklıkla karaktere dair bir detay olarak yer alıyor zaten: Sevme kabiliyeti, empati, üzüntü gibi duygular maalesef sosyopatlarda yok. Peki Camille nasıl iyi bir anne ve eş oluyor derseniz; toplumsal normları analiz edip, keşfedip, tiyatro sahneler gibi amacına ulaşmak için üstlenmesi gereken rolleri çok iyi bir performansla ortaya koyarak. Ve koruma içgüsünü de oldukça zekice ve kontrollü biçimde kullanarak, ender görülecek bir tablo sunan Camille, çocukları ve ailesi için ölmek ve öldürmekten asla kaçınmayacak halde. Ama dediğim gibi, aslında Camille'de annelik duygusu yok, yalnızca koruyor, onlar uğruna çabalıyor ancak bu hissi güdüleyen, klasik bir anne ya da eş sevgisi değil. Çünkü hissedemez. 

Kendi yaşadığı hiçbir şeyin çocuklarının yaşamaması için uğraşan Camille, küçük kızının anaokulunda edindiği önce hayali bir arkadaşla kurduğu aileye yönelen bir tehlikeyi seziyor. Ardından, hayatını mahveden en büyük suçluya dair anılarında yer alan detaylar, kızının okulda edindiği bir başka "gri saçlı arkadaşı" aracılığıyla Camille'e ulaşmaya başlıyor. Bu noktadan sonra, tehlikeyi bulup imha etmeye yönelmiş güdümlü bir füze olarak Camille var karşımızda; birkaç haftaya yayılan roman, Camille'in bu gizemli arkadaş ve ardındaki sırra dair arayışları, hatta takıntıya dönüşecek iz sürmesini okuyoruz.

Imaginary Strangers her ne kadar "sosyopat bir anne" ile öne çıkıyor olsa da aslında karşımızda hiçbir şeyin ne tam siyah ne de tam beyaz olabileceğine dair bir tablo ile sonlanıyor. Bir yanda kötü bir anne olmamak için her şeyi yapmaya hazır, sosyopat bir Camille, diğer tarafta korkunç bir anne olarak Camille'in annesi Lucinda bir "olgu" olarak roman boyunca bizimle. Ancak kitabın finalinde, anne olmanın bir başka yanını, Camille'in hissedemediği yanını da görüyoruz. Camille ve ailesine yönelik tehdit, bir annenin sevgisiyle mi yoksa nefretiyle mi şekillenmiş?

Kesinlikle okumanızı tavsiye ederim, umarım dilimize de kazandırılır. 

10 Şubat 2024 Cumartesi

Riley Sager "The Only One Left"

Kareler ve Sayfalar pskiolojik gerilim, gerilim, polisiye türleriyle yer yer temas eden kitaplar kısmen özel turu devam ediyor. İlk kez okuduğum bir yazar olan, çok popüler bir "mystery", "thriller" yazarı olan Riley Sager'in yine 2023 yılında çok adı duyulan romanıyla. The Only One Left. 

En baştan belirtmem gerekli; sanırım Sager'ın en iyi romanıyla yazarla tanışmış oldum. Amerikalı yazarın, tam da 1980'lerde geçen, kendilerine has bir korku temasıyla izleyenlere polisiyenin kendi diyarlarından en iyi örneklerini vermiş filmlerine ve romanlarına benzer tatta yazdığı bir roman The Only One Left. Kitap kapağının yaptığı çağrışım da öyle, yaşı benim gibi YAŞLI olanlar hatırlayacaktır; o dönemden bahsediyorum. Keza romandaki hikayenin üslubu ve kurgusu da aslında eski tatta bir olay. Ancak çok iyi işlenerek klişelerin bile ne kadar iyi kullanılabileceğinin de örneği olmuş roman.

Romanda anlatıcımız Kit, hastabakıcı olarak çalışan ancak bir hastasının ölümündeki ihmal yüzünden altı aylığına mesleğinden uzaklaştırılan genç bir kadın. Annesinin ölümü üzerine babasıyla yaşadığı evde oldukça bunalmış durumda olan Kit, kendisine önerilen ilk işe evet diyerek işe geri dönüşünün adeta bir cezayı andırmasına rağmen Maine'deki en kötü itibarlı evlerden birinde işe başlar. Bu evin kötü itibarı, evde işlenen üç cinayetten kaynaklanmaktadır. Anne, baba ve bir kızlarının öldürüldüğü evde, sağ kalan diğer kız ise cinayetle suçlanmasına karşılık onun katil olduğuna dair hiçbir ley ispatlanamamıştır. Ancak sağ kalan kız, Lenora Hope, hayatına yatağa mahkum halde devam etmekte, yalnıza sol elini kullanarak basit iletişimlerde bulunabilmektedir. Konuşması, hareket etmesi ise artık mümkün değildir. Bu nedenle Kit, istemeyerek de olsa bir katilin bakıcısı olmuştur. İçten içe, kendisi gibi "katil" gözüyle bakılan bir kadınla ortak bir kaderi paylaştığı düşüncesi, romanda Kit'in suçluluk duygusu ve yalnızlıkla bir benzerini bulup onu anlama imkanına kavuştuğunda geçeceğini düşündüğü bir hisle, bir umutla sarılı.

Romanın tamamının neredeyse tek mekanda geçtiği bu evin adı ise, romanla muhteşem bir uyum içinde olan Hope's End'dir. Bir yandan umut bir yandan da karamsarlıkla çevrili bu evin sahipleri ve evle neredeyse temas eden herkesin hayatındaki umutlar ve bu umutların nereye kadar nasıl hayatta kaldığına, nasıl sonlandığına ya da yok edildiğine dair aydınlanmayı ise romandaki geri dönüşlerle anlatılan hikayeyle okuyoruz. Bu hikayenin yazarı ise yatağa mahkum Lenora. Elini zorlukla kullanan Lenora'nın bir daktilo aracılığıyla asla aydınlatılamayan, aslında katili asla bulunamayan cinayetlerin işlendiği o gece aslında ne olduğunu itiraf etme çabasıyla Lenora, bir yandan Kit'in merakını gidermeye bir yandan da süregelen bir dramı aydınlatmaya girişiyor.

Romanda birçok klişe olay, yerinde kullanılarak sürükleyici ve usta işi ters köşelerle dolu bir kurguya dönüştürülmüş. Yazarın bundan daha iyi bir kitabı var mı bilmiyorum, ancak bu romandan sonra tüm kitaplarını okumaya karar verdim. 

Kesinlikle gerilim, korku, polisiye unsurlarına karşı bir düşkünlüğünüz varsa atlamayın The Only One Left'i.

9 Şubat 2024 Cuma

Alice Feeney "I Know Who You Are"

Kareler ve Sayfalar psikolojik gerilim & polisiye çok satanlar, çok okunanlar, çok konuşulanlar, çok göz önünde olanlar turu devam ediyor. Yine tanıdık bir isim var; Alice Feeney. Bu yaz çılgın gibi her gün bir kitap bitirdiğim dönemde okuduğum, binge-reading denilen faaliyet için de oldukça uygun kitapların yazarı olan isimlerden biri kendisi. Tutturduğu anlatım tarzı, olay kurguları ile 500 sayfalık bir kitap da yazsa yalnızca bir gün içinde bile bitirebileceğiniz bir tarzın neferi. O yüzden genelde dediğim gibi, bir Wallander serisi romanı ya da iyice abartarak söylersem Ecinniler beklemeyen herkesi tatmin edebilecek bir ürün örneği I Know Who You Are.

Kimsenin nereden tanıdığını net çıkaramadığı ancak gözünün sürekli bir yerden ısırdığı, adından ziyade tahmini rolünün geçtiği eserin anımsandığı oyuncu tipi vardır ya, işte anlatıcımız Aimee Sinclair de öyle bir "az ünlü" oyuncu. Biraz daha fazla adından söz ettirebileceği bir filmin çekimlerinin son günlerinde de ise romanımız başlıyor; Aimee, setten döndüğü bir gün aslında kocasının evde olmadığını fark ediyor. 

Yalnızca kocasının kaybolduğunu değil, kocasının pek fotoğraf çektirmeyi sevmeyen bir adam olmasına karşılık birkaç fotoğraflarından birinin de kaybolduğunu fark ediyor. Geride yalnızca telefonu, cüzdanı ve pasaportu kalan bu adam nerededir, neden gitmiştir, işin en kötüsü de Aimee'nin zaman zaman yaşadığı fügler nedeniyle yeniden hafızasında bir boşluk mu oluşmuştur acaba? Ve acaba, o boşluk, kocasının ortadan kaybolmasıyla doğrudan ilgili bir şey sonucu oluşan travma sonrası bir vicdan azabıyla mı tetiklenmiştir?

Aimee'nin hayatındaki tek sorunun bu olmadığını ise geriye dönüşlerle okura aktarılan bölümlerle hikayenin sonuna dek izliyoruz; romanın sonunda tüm açıklamalar geçmişten başlayıp günümüze gelen ve günümüzde devam etmekte olan olaylarla kesiştiğinde ise biz finali okuyor oluyoruz, her şey aydınlanmış oluyor. Aimee'nin, aslında evden kaçıp kaybolan bir kız olduğunu ve neredeyse kimsesiz olduğunu da böylece görüyoruz. Peki bu kızın başına ne geldi?

Roman, Feeney'nin alışılageldik güvenli alanı içinde bir yazar olarak hareket ettiği bir başka romanı aslında; yine bir kadın karakter, anlatıcı, karakterlerin geçmişi gizemli, ortada net olan neredeyse hiçbir şey olmadığını fark ettiğimiz bir zirve noktasından sonra yavaş yavaş çözülmeye ve tanınmaya başlanan karakterler. Yer yer zorlama olduğu belli bir kurgu. Ancak çok hızlı okunan ve kendisini sonuna dek merak ettirmeyi başararak binge-reading için ideal bir eser olma özelliğini de koruyan bir roman.

Finali ise oldukça eleştiri almış, ki bu eleştirilere ben de katılıyorum. Okurken bile rahatsız olacağınız birden fazla sahnenin yer aldığı romanın finali, gerçekten midenizi ağzına getirecek bir sona sahip.