The White Lioness, Henning Mankell'in Wallander serisinin üçüncü kitabı. Ancak benim seriden okuduğum son kitap oldu, böylece seriden okumadığım kitap kalmamış oldu. Neden çok sevdiğim bu yazarın ölümü sonrasına kadar elimde kitap sakladım derseniz, okursam seri bitecekti çünkü. Elimde başka Wallander kitabı kalmayacaktı. Sonunda, maalesef yazar ölünce, ölümünden önce Wallander serisini de tamamlayınca, artık okuyayım dedim.
Kitabın Türkçe baskısı eskiden mevcuttu ancak tekrar basılmadı bildiğim kadarıyla. E-kitap olarak İngilizcesi'ni edinmek mümkün. Merak edip okumak isteyen olursa. Bildiğim kadarıyla bazı sahaflarda ya da sitelerde kitaptan tek tük mevcut ve fiyatı açıkçası bence çok yüksek. Size kalmış edinip edinmemek tabi.
Kitaba dönersek. Serideki en farklı kitap. Kitabın odak noktası bu sefer Wallander ve bir cinayet değil bence. Bu kitap tamamen politika, ırkçılık ve yakın dönem Avrupa siyasi hareketleriyle Afrika'nın yine yakın dönemde yaşadıklarıyla dolu. Zira okurken karşınıza Stasi'den KGB'ye, Mandela'ya birçok isim çıkıyor; ırkçılıkla mücadeleden tutun hayatta kalma mücadelesine, kin ve intikam duygusunun sömürülmesinden tutun da bir ülkenin sömürülmesine kadar politik birçok hamlenin hem makro boyutta hem de bireysel olarak kitapta karşılaşılan karakterler üzerinden nasıl etkiler yarattığına tanık olabiliyorsunuz. Bu noktada romandaki Afrika ağırlığına Mankell üzerinden dikkat de çekmek gerek ayrıca, kendisi hakkında, kendisinin de kitabın sonunda değindiği ve iki farklı kitabından da değindiği üzere Mankell'in hayatında Afrika'nın bir yeri var.
Farklı iki kültürün bir yandan İsveç ve Afrika üzerinden ve karakterlerin hayatlarındaki sembolleri kullanma, dahil etme/etmemeleri üzerinden de değerlendiren kısa anlara yer veren yazar, Afrika'daki kültürün Avrupa'nın kültürüyle ne kadar zıt olduğunu ilk başta iklimden alıyor, sonra bağladığı yer kökenlere ve köklere işleyen ruhsal süreçlere yayıyor. Anlam aktarımı konusunda İsveçli ve Afrikalı karakterin arasında geçen bir anı okursanız umarım fark edersiniz. Sembollerin kültürle olan bağının kültür dışına çıktığında nasıl bir anlamsızlık ve kaos içinde kaldığını, iki kişi arasındaki iletişimsizlik örneğinde yazar çok güzel örneklemiş. Buna rağmen karakterler arasında bir şekilde kurulabilen bağı göstermesi, yazarın her daim, her kitabında, en ufak bir karakterini dahi okura yabancılaştırmadan sunabilmesinin de yine tekrar eden bir örneği olmuş.
Polisiye bir romandan bahsederken olay akışından bahsetmiyorum genelde. Bunun yerine kısaca bir şeylerden bahsetmeye çalıştım, ne derece anlatabildim, çok sınırlı bir yerinden konuya girdim biliyorum. Ancak The White Lioness tek kelimeyle politik bir roman ve yazıldığı dönemi de düşünürsek, Sovyetler sonrası Avrupa ve Afrika'nın o dönemki hareketleri bağlamında okunursa, Wallander serisinin sadece bir polisiye seri olmadığının altını tekrar çizecek bir kitap olduğu kesin.