27 Aralık 2017 Çarşamba

Ruth Ware "The Woman in Cabin 10"

Bu yıl okumayı planladığım çoğu şey, yılın kendisi sebebiyle okunamadı. The Woman In Cabin 10 de merak ettiğim halde aylardır öylece bekliyordu geri kalan onlarcası gibi; biraz onun biraz da benim şansıma sonunda okuyabildim. 

The Woman In Cabin 10 "merak edeyim, çözmeye çalışayım, sıkmasın, bunaltmasın yeter"den ibaret beklentilerimi karşılayan, böyle basit basit yazdığıma bakmayın güzel de kurgusu olan, gizemli bir macera, kısmen de hafif gerilim romanı diyebileceğim bir roman. 

Kuzey ışıklarını görmek için yapılan, on kabinden ibaret olan bir cruise romanın neredeyse tamamının geçtiği yer. Lo Blacklock, aynı zamanda hikayenin anlatıcısı da olan başkarakter, biraz da şansının yüzüne gülmesiyle çalıştığı dergi için gezi yazısı yazmak üzere bu yolculuğa katılıyor ve,on numaralı kabindeki kadınla karşılaştığı andan itibaren işler çığrından çıkıyor. 

Romandaki diğer karakterler üzerinde çok durmuyor mesela, çok gereksiz bir paragraf yazacağım şimdi cidden yazmasam da olur. Büyük bir kısmı tek mekanda ve hareket kabiliyeti sınırlı kişiyle geçen bir romanda, denizin ortasında geçen bir roman okurken karakterler üzerinde daha fazla durulacaktır diye umdum nedense. Cidden nedense ve ne alaka. Ruth Ware böyle bir şey yapmamış. İhtiyacı olan karakterleri seçip çıkarmış, karmaşa ya da gereksiz detay eklenmemiş seyahat edenlere dair. Öte yandan bir süre sonra neredeyse diğerleri yok oluyor; okurken hissedersiniz. Bunu bilinçli mi yaptı bilmiyorum ama soyutlanmasını, yalnızlığını vermiş bu durum bir taraftan da. Ama diğer yandan da karakterler sadece işine yaradığı an var, sonrasında yoklar. Tam olarak böyle. Fakat kurguda kalabalık var mı - hayır. Sadece bir göz atıp çıkıyoruz. Sonrasında Lo ile beraberiz. 

Gereksiz paragrafım bitti. Diğer kısa gereksiz notuma geçeyim: Bir gizemin sayfa sayfa çözülmeye çalışıldığı her romanda olduğu gibi bi romanda da kendim ve yazar arasında geçen bir yarışa girerek "ben de bulacam" havasına girdim. Okura bu imkanı da vermiş Ruth Ware, yani sonunda çok büyük bir şaşkınlık yaşayıp yaşamamak size kalmış. Zaman geçmiyor diye yakınıyorsanız ve merakla okuyacağınız, okurken de "acaba acaba acaba acaba"larla kafanız dolsun istiyorsanız, The Woman In Cabin 10 bunu karşılayacak güzel bir roman. 


6 Aralık 2017 Çarşamba

Arnaldur Indridason "Sular Çekildiğinde"

Erlendur serisinden daha önce bir kitap hakkında daha yazmıştım blog'da ama sanırım kitabı pek beğenmemiştim. Yine kuzey polisiyesi üzerinden benden başka kimsenin ilgisini çekmeyecek lüzumsuz bir tartışmaya girerek bunu da yazıya dökmüş de olabilirim. Yine başlamayım.

Sular Çekildiğinde, Inspector Erlendur serisinin altıncı kitabı. Erlendur da (ne yapsam konu canım ciğerim Wallander'a geliyor) Wallander'ı anımsatan bir karakter ama ELBETTE bir Wallander değil. Bu kitapta yaşı biraz daha ilerlemiş ve yalnız hayatında ayrı olduğu eşi ve çocuklarıyla ilgili problemler kendisini iyice belli etmiş halde olduğu için aklıma Wallander geldi. Aklıma hep Wallander geliyor zaten çünkü her kuzey polisiyesini onunla kıyaslayacak kadar lüzumsuz bir önyargı ile okuyorum her satırı.

Kitabın konusu ise Reykjavík'te bir gölge bulunan bir ceset ile geçmişe dönük bir araştırma süreci ve yakın dönem dünya tarihine damgasını vurmuş en büyük mevzulardan biri. Stasi, KGB, NATO... Karşınıza bolca çıkacak olan bu isimlere alışabilirsiniz okumadan. Hele ki gündemimiz bolca NATO ile meşgulken kütüphanede elimi attığım bu kitabın da böyle çıkması muazzam oldu. Amerikancılıktı, Rusyaydı, NATO'ydu derken nüfusu ortalama bir ilimizden az fazla olan İzlanda'da casus avına çıkmaya kadar varıyor romanda iş. Tabi tam olarak böyle değil. Okursanız tadı kaçmasın diye çarpıttım. İyi yaptım bence.

Katılıp katılmayacağınız yorumlar yapabilir bu arada karakterler, tabi ben okurken taraflı okudum, sizin için nasıl bir okuma süreci olur bilemem ama her şeyle kavga etmeye hazır olduğum bir konu hakkında olduğu için okurken NE DİYORSUN LAN da diyerek okuduğum oldu, ADAM HAKLI dediğim de oldu.

Güzel polisiye ama.

Son olarak, NATO'dan çıkalım.






5 Aralık 2017 Salı

George Ritzer "The McDonaldization Thesis"

Ritzer'in rasyonelleşme ve toplumun McDonald'laşması üzerine olan bir çalışması bu kitap. Bu yüzden önce rasyonelleşmeyi Mannheim'ın rasyonelleşme teorisi üzerinden ele almış, endüstrileşme ve beraberinde gelen rasyonelleşme süreci kapsamında diyebiliriz. Burada Mannheim'ın bu sürecin tamamının doğal olarak ve mecburen dahil olduğu rasyonelleşme sürecine karşı getirdiği aslında bir korkuya da yer vermiş, şöyle ki Mannheim'da bu dünyanın dört bucağını sarmış bir restoran zincirinin aynı kalıpta çalışması biçiminde ifade edilmese de Ritzer'in bağladığı noktaya nasıl geldiği açısından önem taşıyor. Çünkü Mannheim mevcut durumumuzdaki küreselleşme belasının bir tektipleştirme ve virüs gibi yayılma sonucunda ideolojiyi de gasp edeceğini ifade ediyordu; ki bu oldu da. İdeoloji ve ütopya üzerine yazdıklarına bakabilirsiniz. İnsan doğasının bir tahribi olarak görür mesela bunu. Bu da insan gelişimine ket vurur çünkü insanın ideolojisi ve ütopyası elinden gider. Bunu rasyonelleşme bağlamında, endüstrileşme ile beraber değerlendirdiği kısma Ritzer yer vermiş mesela.

Sonrasında McDonald'laşmanın işgücü piyasasına etkisinden ağırlıklı olarak Amerikan toplumundan örneklerle açıklamalar getirdiği bölüm var mesela, burada vasıfsız işgücünün ve gelip geçici işlerin postfordist dönemde nasıl bir rasyonelleşme sürecine dahil olduğuna değiniyor. Bu aslında rasyonelleşmiş bir yapı mesela. Çünkü bu şekilde işliyor. Ancak iş gücü piyasası için nasıl bir yıkım ve bölünme olduğunu düşünün; oradaki çalışanların özellikleri bağlamında buna değiniyor zaten.

Küreselleşme, McDonald'laşma ve Amerikanlaşmaya da yer vermiş. Bunlar zaten aynı şeye tekabül ediyor şöyle bir düşününce, çıkış yeri küresel emperyalist işgalin merkezi olduğundan şaşırmıyoruz. Tüketim kültürüyle bu sistemin nasıl işlediğini anlatıyor Ritzer. Ritzer gibi anlatıyor tabi. Tüketim toplumunun yeni unsurları, mesela tüketim kartlarıyla beraber gelen yeni pratikler gibi toplumda kendisine yer bulan daha doğrusu topluma sunulan/yedirilen yeni sistemlere değiniyor. Bunların bu süreçteki rolüne ve amacına dair çözümlemeleri var. Hesaplanabilir bir tüketimin iki taraf için de nasıl bir rolü olduğunu anlatıyor ki bu da bahsettiğimiz tüketim toplumunun neden emperyalist bir işgalin zuhur ettiği bir an olduğunu ispatlıyor bence. Hani siz bu kitaptan ne çıkarırsınız bilmiyorum ancak başta bahsettiğim, Mannheim'ın ideolojinin ve insan ütopyasının gaspından konuyu kredi kartını neden kullanıyoruz ve neden insanların dünyanın en ücra köşesinde bile mahallelerindeki bir amerikan fastfood zincirini gördüklerinde kendilerini daha rahat hissediyor ve oraya gidiyor diye düşünür ve bunu eleştirmeye başlarsanız, sanırım daha rahat olacaktır.

Disneyland gibi tema parklar, turizm için yaratılan simulasyonlar ya da kurgular gibi tüketim toplumun yeni manyaklıklarının da analizini yapan Ritzer, tüketimin yeni anlamlarını da bu bağlamda değerlendiriyor. Tüketim artık modern dönemdeki anlamından çıkmıştır. Zaten postmodern analize ayrı bir bölüm de ayırmış.

Tavsiyedir. 

4 Aralık 2017 Pazartesi

Jean Baudrillard "Gösterge Ekonomi Politiği Hakkında Bir Eleştiri"

Baudrillard'ın Marx'tan daha marksist olduğunu belirterek marksist ekonomi politiğin eleştirisi yapma ihtiyacını sıklıkla sert bir dile getirdiği, bazen de yumuşak biçimde bir eleştiri getirdiği çalışması birkaç noktada Baudrillard'ın ne yapmaya çalıştığını anlamakta beni zorlasa da Veblen'ci bir bakışla tüketim kültürüne bakmaya çalıştığınızda mesela, derdinizi anlatmanıza yardımcı olabilecek bir çalışma.

Baudrillard, kitabın adının da zaten bangır bangır bağırdığı üzere Marx'ın meta analizinin bir eleştirisini içeriyor. Şöyle, Baudrillard bir tüketim toplumundan bahsediyor. Burada bir fayda var diyelim. Ancak Marx'ın analizindeki fayda, başka. Kapital'de buna değiniyor. Kısaca şöyle özetleyebilirim; metanın değerini Marx kendisinden ayrı görür, metaya değer katan mübadeleye dahil oluşudur. Bu da aslında somut bir şey değil. Marx'ın bir metaya değer yüklemesi yani mübadeleye dahil oluşu ki burada da değeri şey üzerindeki emek ile ölçüyor. Tamam toparlayacam bir saniye. Marx için üretim sürecine dahil olmasından başka metanın bir değeri yoktur. Bu da mübadele ile ilgili. Çünkü mübadeleye girmesi bir ihtiyacı karşılaması ile ilgili. Böyle kabaca. Çok karıştırmadım bence ya.

Neyse. Karıştıysa şimdi netleşecek.

Ama Baudrillard'da böyle değil. Baudrillard bize göstergelerden bahsediyor. Marx bize mübadeleden, faydadan, üretim sürecine dahil olarak üzerinde bir emek birikerek ancak değer kazanabilen bir metadan bahsediyordu. Baudrillard da burada eleştirmeye başlıyor işte. Zaten Marx'ı yerden yere vuruyor ancak çoğu zaman da bir Marksist gibi davranıyor. Ancak yine de kendisini her daim postmodern düşünürler arasında görmeye alışkınız ki kendisi postmodern olduğunu da kabul etmiyor. Neyse. Baudrillard, bir üründe örneğin Veblen'in gösterişçi tüketim dediği, statü ile ilintili bir harcama tüketime benzer bir durumdan bahsediyor ancak doğrudan Veblen gibi de değil. Çünkü; Marx nesneldi; ihtiyaçları nesnel zemindeydi. Baudrillard buna tamamen karşı çıkarak ihtiyaçları bu bahsettiğimiz göstergeler üzerinde oluşan hareket halindeki ihtiyaçlar olarak tanımlıyor. Yani modernizmden kopuş bu işte. Zaten o iddia da yok ama postmodernist değilim demesine karşılık olarak belirttim neden belirttim diye kimse sormaz ama yazdım. Baudrillard'ın tüketim toplumunda Marx'tan farklı olarak üretim değil tüketim önplandadır ve tüketim aslında bir üretim rolündedir. Yani o tüketmek için yaşayan ve tüketmek için üreten insan kalıbı Baudrillard'da var kabaca. Üstelik bu tüketim üretiminin ilişki biçimlerine de indiğini yani böylece bir tüketim toplumu oluştuğunu da belirtiyor ki bu başka bir kitabının konusu. Burada asıl meselesi göstergeler üzerinden yürüyen sisteminin açıklaması. 

Baudrillard gergin bir insan ve tüketimin boyutlarını oldukça gerçekçi biçimde inceliyor ancak yer yer cidden ipin ucu kaçıyor; bir noktada Marx'ı kapitalizmi beslemek gibi bir şeyle suçluyor mesela. Onun haricinde gerçekçiliği karamsarlık olarak görmüyorsanız tüketimin ihtiyaç - arzu - gösterge - soyut - somut - inanç  gibi kavramlarla beraber nasıl bir analize tabi tutulduğunu Marx'tan kopuş ancak arada Marx'la temas eden bir çalışma kapsamında okuyabilirsiniz bu kitapta. 

Anna Jourdain & Sidonie Naulin "Pierre Bourdieu'nün Kuramı ve Soyolojik Kullanımları"

Pierre Bourdieu için bir giriş kitabı arıyorsanız önerebileceğim kitaplardan biri, kısaca bahsedeyim dedim. 

Marx'tan, Durkheim'dan ve Ayrım adlı çalışmasında sıklıkla akıllara geldiği üzere Weber'den etkilenen Bourdieu'nün öte yandan bu isimlerin hiçbirinin doğrudan devamı sayılamayacağını da belirterek, kitapta da aynı vurgunun doğal olarak varlığını belirteyim. Yirminci yüzyılın en büyük sosyoloğu olduğunu söylesek az mı gelir bilmiyorum fakat Bourdieu için karman çorman gibi görünen kuramıyla haşır neşir olmaya başladıkça klasik kuramların üzerine böylesine yükselen bir isme az gelmediği konusunda hemen herkes hemfikir oluyor diye düşünüyorum.

Kitaba dönersek; yazarlar kısaca Bourdieu'nün kuramının temel kavramlarını kitap içinde açıklıyor, farklı bölümlerde bunları bulmak mümkün. Ancak dediğim gibi bunları sadece insanların ismini öğrendiğiniz bir tanışma toplantısı gibi düşünün. 

Bourdieu ile akıllara gelen eğitim konusunda da ayrı bir bölüm var, Varisler adlı eserini de bu vesileyle tavsiye edeyim. Passeron ile beraber yaptığı bir çalışma, pozitivist bir çalışma gibi görünse de çatır çatır nasıl realist olunacağını ispatlıyor ikili o çalışmada. Bu kitapta eğitim konusuyla zaten anılıyor, ancak çalışmanın kendisi Türkçe olarak mevcut, en azından Fransa örneği üzerinden okumak bile faydalı olacaktır. Konu biraz dağıldı ancak eğitimde fırsat eşitsizliği ve Bourdieu'nün daha sonra Distinction'da derli toplu görülen kuramına dair, özellikle kültürel sermaye - ekonomik sermaye gibi kuramının içeriği için Varisler adlı çalışmanın önemi büyük, okumakta fayda var. Şekillenmenin nasıl olduğuna dair önceki verileri görmek adına yani. Mesela toplumsal eşitsizlik noktasında Bourdieu için eğitim nedir, Jourdain ve Naulin de buna yer veriyor; yine aynı şeye dönüyorum ancak Bourdieu'nün kuramı için eğitim alanındaki çalışmasından tutun kültür alanına kadar yazdığı söylediği her şeyi zaten kavramlarına şöyle bir göz atarken dahi aslında görmek zorunda kalıyorsunuz.

Kültür ve meşru kültürün Bourdieu için ne olduğuna da ayrı bir bölüm ayırmış yazarlar, burada da habitus kavramı üzerinden yeniden üretimle beraber inceliyorlar. Takip eden bölüm saha kuramı ki bunu da habitustan bağımsız düşünemeyiz. 

Kitap kavramlar, kurama dair tanıtmak, genel bir bilgi vermek için özet niteliğinde ve derli toplu. Sonraki okumalar geçmeden önce tanışmak için bakmak isteyenlere önerebilirim.