28 Şubat 2018 Çarşamba

Immanuel Wallerstein "Avrupa Evrenselciliği - Gücün Retoriği"

"Bugün önümüzdeki mesele şudur: Halihazırdaki dünya düzeninin son sapkın haklılaştırılması olan Avrupa evrenselciliğinin ötesine nasıl geçebiliriz?" 
Wallerstein

William Blum, "Killing Hope: US Military & CIA Interventions Since World War II" adlı kitabının bir bölümünde Amerikan dış politikasının Amerikan karşıtı terör gruplarının yaratılması ve yayılmasını içeren stratejilerinden kısaca bahsetmektedir. Batı'ya karşı konumlandırılan Doğu'da yaratılan düşmanın çıktığı laboratuvar olarak Amerika'yı işaret etmektedir. 

Amerika'nın 11 Eylül sonrasında "terörizme karşı savaş" adı altında giriştiği işgallerin, evrensel değerleri koruma ve yayma amaçlarının altına saklaması gibi evrenselcilik iddialarını"Avrupa evrenselciliği" olarak tanımlayan Wallerstein, sapkınlaşmış bir evrenselcilik derken bundan bahsetmekte. Bu evrenselcilik, demokrasi götürmek için giriştiği işgalin kısa vadedeki katliam ve zulmünü uzun vadede "evrensel bir kazanımın bedeli" gibi göstermeye çalışan emperyalist, haince bir stratejinin gerçek evrensel değerlerin yok edilmesi ardından içine tıkıldığı yeni kılıfla Batı'nın ya da Atlantik'in sunuş şeklinden başka bir şey değil. 

Benim "demokrasi", "insan hakları", "barış", "özgürlük", "bilmem ne kazanacak", "eşitlik", "eşit bir şeyler" gibi Soros kelime haznesinden fırlamış yeni "evrensel değerler" ifadeleri görünce girdiğim buhran, Wallerstein'ın "Gücün Retoriği - Avrupa Evrenselciliği" adlı kitabının konusu aslında. 

Wallerstein, Batı'nın sömürge, işgal politikalarında, açıkça katliamlarında aslında bunun her daim görüldüğünü, ilk bölümde Amerika'ya ilk kez ayak basan İspanyollar'ın Amerika'daki yerlilere karşı giriştikleri savaşın "evrensel" zemine oturtulmaya çalışılmasında öne sürülen argümanlarla şu an karşımıza çıkan Batı'nın işgal politikalarındaki evrensel değerler iddialarının aynı noktalardaki kesişimleri üzerinden örnekliyor. Modern dünyadan giden İspanyollar'ın medeni olmayan Amerika'daki yerlilere medeniyet götürdüklerini iddia etmeleri gibi müdahalelerini haklılaştırma sebeplerini, ilerleyen yüzyıllarda da öne sürülen, bir müdahaleyi (işgali) haklılaştırıcı nedenlerle dört noktada buluşturuyor: "onlar barbar", "evrensel değerleri yok sayan uygulamalara sahipler", "aralarında kalan masumları korumak gerekiyor, "evrensel değerlerin burada da yayılması gerekiyor". Bu dört gerekçe, İspanyollar'ın ritülleri sırasında çocuk kurban ediyor olmaları ya da Hristiyan olmamaları sebebiyle Amerika'daki yerli halk arasında katliam yapmalarını, onları köleleştirmelerini, madenlerde çalıştırmalarını, zamanla etnik temizliğe gidecek yolun ilk adımlarını atmalarını, onları alıp satmalarını, topraklarına el koymalarını.... haklı göstermek için öne sürdükleri gerekçeler. İşgalin gerekçeleri. 

Cadı avının "evrensel değerler beşiği" Batı'da olduğundan ya da herhangi bir toplumda herhangi bir sapmadan zaten bahsedilebileceğinden ya da kültürel farkların farklı uygulamalarla uç ritüellerde kendisini gösterebileceğinden habersiz miydi peki İspanyollar? Irak'a giren Amerika'nın evrensel değerleri götürmesi yolundaki adımlarıyla üstteki gerekçeleri yan yana koyunca İspanyollara dair verdiğiniz cevap Wallerstein'ın da bizim de derdimizi özetliyor zaten. Batı'nın evrenselciliğinin dışında kalındığı an, evrensel değerleri size sizi yok ederek sunmak Batı'nın tüm dünyaya en büyük lütfudur herhalde. Keşke kiliseyle olan yakın temaslar bir noktada ölümcül günahları benimsetme işlevi görseydi ve bu kibir bir nebze törpülenseydi, 500 yıl öncesiyle aynı işgal dürtüsü aynı emperyalist açlık dünyanın kana bulanmadık tek bir karışı bile bırakmamaya yemin etmişçesine açlık çekmezdi belki.

Wallerstein, Batı'nın kendisini konumlandırdığı merkezi konumun, Şarkiyatçılıkta da kendisini gösterdiğine değiniyor. Şarkiyatçılığa karşı konumlanma noktasının da yine Batıcılık, daha doğrusu yine Avrupa merkezli bakışı destekleyecek bir konum olduğunu vurgulayarak, burada evrenselcilik iddialarıyla etnik merkezciliğin aslında tikelciliğe çıkmaktan başka bir şey olmadığını söylüyor. Yani ikili her konumlamada merkez bu örnekte Avrupa diyelim; merkezi Avrupa'dan çekip ona karşı durduğunuzda yine etnik merkezci bir konum alıp yine evrenselcilik iddiasına ona göre kurgularsanız yine tikelciliğe düşersiniz ki en başta "Batıcılık tikelciliktir bu yüzden evrenselcilik iddiası yanlıştır"ı savunduğunuz için bunu söylüyorsanız, bu çelişkidir - buna geliyor. Bu yüzden, tikel ve evrensel arasında yine bir bağ kurulması zorunluğu var, konumlandırmayı "ya biri ya biri" diye düşünmekten ziyade birbirine bağlamak üzerine kurmak ancak bu tikelci evrenselcilikle mücadele etme yöntemidir ve bilimsel evrenselcilik için bir yoldur, Wallerstein da sonunda buna bağlıyor. Zira evrensel olan nedir, bu nasıl tanımlanır, bunların da bir ihtiyaç olduğunu zaten ifade ediyor; yani her "evrensel değer" ifadesine karşı konumlanmanın ötesinde buradaki tanımın bilimsel olup olmadığına değiniyor. Elbet burada değerden arınmışlık sorunu karşımıza çıkar. Ki Wallerstein da değiniyor. Bunun aslında mümkün olup olmadığı tartışmasına giriyor hatta bilimde değerden arınmışlık denilince akla gelen ilk ismin bu konuya dair giriştiği çabayı "şizofrenik" buluyor; Max Weber. Weber değerden arınmış bilimi şart koyuyor ancak Wallerstein'a göre bu mümkün değil; tam da bu noktada bilim insanları ya da aydınlar için bu "evrensel olan nedir"in tanımlanması konusunda nasıl bir yol olabileceğinin anlatıyor kısaca. Akademinin gittikçe uzmanlaşmasının ve bilimsel bir taraflaşmanın bu konudaki rolüne de bir bölüm ayırmış ayrıca.

Wallerstein umutsuz kapatmamış metni; gittikçe zayıflayan bir güç karşısında çıkış yolu aradığını düşünebilirsiniz okurken. Bir şeyi tanıdıkça onun açıklarını bulmak mümkün olur; Wallerstein'ın da anlatmaya çalıştığı bir bakıma bu. 


14 Şubat 2018 Çarşamba

Jean Baudrillard "Simülakrlar ve Simülasyon"

Kendisini bir nihilist olarak tanımlayan ancak içinde olduğu sistem için nihilizmin uç bir nokta olmasına rağmen yine sistem tarafından etkisizleştirildiğini ifade eden Jean Baudrillard, gerçekliğin bittiği bu düzen içinde elde olanın sadece kuramsal bir güç/şiddet olduğunu ifade ediyor. Ancak, buradan yine bir çıkmazı işaret ederek bunun da bir ütopya olduğunu vurguluyor: Baudrillard'a göre artık anlam diye bir şeyin kalmadığından, kuramsal gücün varlığının da bir değeri olmuyor. Şöyle ki, karşı koyulan sistemin kendisinin nihilist olması, bu örnekte, kendi belirttiği şekliyle Baudrillard'ın sisteme karşı koyulabilecek en radikal kafa kaldırma yöntemi olarak gösterdiği nihilizmi de yok etmektedir. Ölümlü olarak ortaya koyduğu anlamın artık olmadığını öne sürdüğünü düşünürsek, Baudrillard'ın karanlığını daha net canlandırabiliriz bir an için. Yapılacak hiçbir şey olmadığı iddiasında. 

Tepkisizliğin dünyanın geldiği son aşamada "mahkumiyet" halinde olduğunu ifade eden Baudrillard, tepkisizliğin zincirleme bir etkiye sahip olduğunu da düşünüyor. Bunu küresel bir tektipleşmede, benzeşmede görebiliriz mesela - kendisini desteklemek amacından ziyade kendisini örneklemeye çalışırsak. Aydınlanmanın, modernizmin reddi üzerinden ilerleyerek - haliyle nihilizm iddiasını en çok postmodern sonuç olarak görürsek bu şaşılası olmuyor zaten - kitlelerin tepkisizliğin anormalliği içine yutulmanın bir normalleşme olarak görüldüğünü öne sürüyor. Buradan da artık diyalektiğin bir çekiciliği olmadığını, tepkisizlik üzerinden bağlıyor. 

Gerçeğin ortadan kalktığı, yerine simülakrlar (gerçek olmayan ancak gerçeklik gibi algılanmaya çalışan) ve simülasyonlar (bir "şeyin" yapay biçimde tekrar yapımı) bir dünyayı analiz ediyor Baudrillard. Burada gerçeklik,artık sahte ya da düşsel boyutundan uzaklaşmıştır ona göre. Karşımıza koyduğu düzen içinde yeniden tasarlanan "caydırma" işlevi gören simülasyon evrenleridir. Şöyle örnekleyelim; Disneyland'ın yer aldığı Los Angeles ve Amerika, Baudrillard için gerçek bir evrende yer almıyor. Onlar artık bir hipergerçek, simülasyon evreni içinde yer almaktadır ve bu da "gerçekmiş gibi"yi saklamak için olan bir "caydırma"yı içinde barındırmaktadır. Bu da, Los Angeles'ı ne sahte ne de gerçek yapmaktadır. Baudrillard, simülasyonu tanımlarken onda gördüğü en büyük özelliğin her noktada kendisini gösteren, gerçeğin yerine geçmiş olan modellerdir.

Anlamın, gerçeğin olmadığı bir düzen içinde Baudrillard, kitle iletişim araçlarına dair "toplumsallaştırıcı" bir yönü olduğu iddiasın tamamen karşı durarak, kitle iletişim araçlarının mevcut halinin yalnız içeriklerinin yok edilmesinden ibaret olduğunu söylüyor. Bu yüzden de içerikte olanın ne olduğunun artık bir önemi kalmamıştır. Yani mesaj, etkisini kaybetmiştir. Anlam da, iletişim de hipergerçek bir hale geldiğinde, Baudrillard'a göre mesaj bu sürece dahil olduğu anda yok olmaktadır. Yani, kitle iletişim araçlarının (hatta iletişimin, ve bu yüzden etkilenen toplumun - toplumsallaşmanın) dev bir aldatmaca olduğu çıkarımını yapıyor. Haberin varlığı artık sadece "toplumsallaşma"ymış gibi olsun diye, içeriğinin sorgulanmasından bağımsız bir hale gelmiştir onun için. Anlamın üretimi, maruz kaldığı araçsallaştırma sonunda anlamın yok olmasıyla sonuçlanmıştır. İzlenen, söylenen, topluma sunulan bir şey aslında yoktur - çıkarımı yapıyor, kabaca. Çünkü Baudrillard, iletişim araçlarında mantık ya da anlamın olmadığını ısrarla vurguluyor. Kısır döngü halini almış bir simülasyon içinde olduğu için de bu çıkmazdan kurtulmanın bir yolu ona göre yok.

Reklamda gerçek ya da yalan diye bir şey olmadığını da iddia eden Baudrillar, tıpkı kitle iletişim araçları gibi reklamların da hiçbir şey ifade etmediğini düşünüyor. Reklamın yarattığı tek şeyin kitleler üzerinde hipergerçeklik içine çekme olduğunu ifade ediyor; bir yanda haber değeri olan haber, bu sürece dahil olduğundan yok olmakta, öte yandan reklam da benzer bir sürece dahil olarak ürünü /malı yok etmektedir diyebiliriz mesela. Nihayetinde, ortada olan tek şeyin de, hipergerçeklik içinde, en başta belirttiğim tepkisizliği büyüten bir süreç olduğunu söylüyor. 

Mimari, sinema, edebiyat gibi alanlardan örnekler üzerinden de ele aldığı konuyu farklı bölümlerde inceliyor Baudrillard. Gerçeklik ve anlam yoktur ve asla bir daha bunlara kavuşamayacağız düşüncesi, neden kendisini nihilist olarak tanımlıyor ve simülakrlar ve simülasyonlar nedir ne değildir diye merak edenler için daha fazla kitapta. 

10 Şubat 2018 Cumartesi

Jean Hyppolite “Marx ve Hegel Üzerine Çalışmalar”

ENS’de Sartre, Aron ve Merleau-Ponty gibi isimlerle beraber eğitim gören Fransı filozof Jean Hyppolite, Hegel’in Marx’tan önce bir Marksist olduğunu söylediği bu çalışmasında, Marx’ın Hegelci yönünü ortaya koyarken, iki büyük ismin birbiriyle olan ilişkisini değerlendiriyor.
Hyppolite, Hegel’de tikel yaşam formları karşısına ölüme biçtiği rolün, efendi – köle ilişkisinde uyanışa benzer biçimde yer aldığını belirtiyor. Maddesel varlığın aşılması yolunda ölümün rolü, yaşamın ölüm karşısındaki konumunun idrakı ile gerçekleşiyor. Şöyle ki, özgürlüğün yaşamın riske girmesi koşuluyla kazanılabilir olduğunu vurgulayan Hegel’in, kendi – için varlık olmanın yani varoluşun, sadece yaşıyor olmanın ötesindeki uyanışın ancak bu şekilde gerçekleşebileceğini ölümle mücadelenin tarihin bir koşulu sayması üzerinden değerlendiriyor. Ölüm kaygısının insana has yönünü düşünmek bunu somutlaştırmak için en basit örnek. Efendi – köle diyalektiğinde kölenin uyanışı sonrasında değişen durum gibi, insanın ölüm karşısında uyanışını da düşünebilirsiniz. Bu bağlamda, Hegel’de devrimci bir eylemin ortaya çıkması için mutlak bir tehdidin zorunlu oluşuna dikkat çekiyor Hyppolite. Bir grubun kendisini tehdit altında gördüğü an yeniden doğuşunun mümkün olduğunu ifade ederek bunu Hegel’deki özgürlüğün kazanılması için bir hareket olarak değerlendiriyor. Örnekleyelim; ulusal bütünlüğünün tehlikede olduğunu düşünen bir devletin kendisini savunma durumuna geçmesi gibi. Ancak yazarın vurguladığı gibi, buradaki örnek ve ifadeler Hegel’i doğrudan bir devrimci olarak değerlendirme amacı taşımıyor, ki yazarın da belirttiği üzere Hegel bir devrimci değil (yazar, özellikle reformcu olduğunun altını çiziyor). Buna rağmen Hegel’in hayalcilikten, değişime karşı hayalciliğe sığınmaktan uzak oluşunu da ifade ederek, sabrın memnuniyetsizlik duyulan durumlar karşısında cesaret ve atılganlığın önüne set çekecek bir hal yaratmaması gerektiğini savunduğunu da vurguluyor.
Hegel’in yurttaşlığı bölünmemiş bir irade olarak devletin altına yerleştirerek böylece bir yandan organizmacı anlayışı anımsatır biçimde bütünün işleyişinin altında her bireyin eylemi için bir zemin sunmaktadır. Bu eylemlerin bireysel iradenin bir yansıması olarak değerlendirildiğini belirten Hyppolite’in bu vurgusu Hegel’in bireyin varlığının bireyce akılcı biçimde kavranabilmesi için aynı koşullarda (rasyonel) bir devletin yurttaşı olmasını işaret etmesini akla getiriyor. Devleti bireyler üstü bir konuma yerleştiren Hegel, bu konumu aynı zamanda parçaların bütünlüğünün garantisi olarak ele almaktadır; genel irade olarak yasalara yansıyan yapıyı tüm tikel talep ve arzuların önüne yerleştirmektedir. Hegel’in aydınlanma ile özbilincin nesnel bir zemine kavuşmuş olduğunu belirtmesi de bununla bağlantılı olarak yazarca ele alınıyor zaten; başkası – için olan varlıktan kendi – için olan varlığa aydınlanmacı akıl ile geçildiği şeklinde yorumlarsak, örneğin bu durumda Fransız Devrimi’nde de yurttaşlık bilincinin varlığı, ancak bütünlük içinde kendi – için olan varlığın keşfi ile ulaşılan bilinci anlamak için yol gösterir.
Hegel’in somut diyalektik kullanmasına Lucaks’ın analizi üzerinden yer veren Hypoolite, Hegel’in Marx öncesinde kapitalist toplumun ortaya çıkışına dair yaptığı betimlemelere, yeni toplumsal düzendeki üretim ilişkilerinin barındırdığı çelişkilere ve bu çelişkilere dair öngörülerine değiniyor. Örneğin toplumsal iş bölümünün insan ve doğa arasındaki mesafeyi nasıl açtığını yabancılaşma üzerinden irdelemesi, insanın kendi emeği sonucunda nesnelleşmesi ve yabancılaşması (ki Marx’a göre Hegel nesnelleşme ve yabancılaşma kavramlarını karıştırmaktadır) gibi sonrasında Marx’ta sıklıkla göreceğimiz konuları nasıl öncelediğini gösteriyor. Hyppolite, Hegel’in zenginliğin akıl almaz bir boyuta ulaşarak yoksulluk ile zıt yönlerde nasıl ayrı ayrı büyüyeceğine dair çıkarımına yer verirken aynı zamanda mekanikleşen iş bölümü ve emeğin soyutlaşmasıyla beraber üretim sistemindeki değişmenin yeni pazarlar ve üretimle beraber alacağı boyuttan bahseden Hegel’in kitlelerin yoksulluğa mahkum edilmesi yönündeki sözleriyle destekliyor.
Hegelci yöntemi, özbilincin yabancılaşmasını aşma yönünde bir sistem olarak değerlendiren Hyppolite, bu yabancılaşmayı da insanın bu özbilincinin toplumsal ilişkiler ve toplumsal kurumlar üzerinden dışsallaşmasını ve takiben yabancılaşması üzerinden incelediğini ifade ediyor. Yani, özbilinç ve özbilincin yabancılaşması arasındaki diyalektik ilişkiyi ise Marx’ın devrimci diyalektiği için temel oluşturduğunu vurgulayan yazar, Marx’ın toplumsal zemine çektiği bilincin yabancılaşma sonucunda, tarihsel bir zorunluluk olarak yabancılaşmayı sonlandırma görevini yükleneceği bir rolü yine insana yükleyeceği biçimde kurgulayacağı yöntem böyle gelişiyor. Toplumsal hayatın aktörlerine rolün verildiği an yani. Marx, Hegel’deki aşkın ideanın yerine proletaryayı koyarak Hegel’den aldığı diyalektiği toplumsal gerçeklik zeminine çeker, burada Hegel’den çıktığı yolun sonunu götürdüğü yeri görürüz: Hegel’deki uyanan bilinç, Marx aracılığıyla devrimci diyalektiğe yorumlanır. Yani, Marx’ın “zincilerinden başka kaybedecek bir şeyiniz yok” diye uyandırmaya çalıştığı bilinç, özgürlük, Hegel’den açılan yolun sonunda çıkar. Marx’ın Hegelci ulusun yerine koyduğu toplumsal sınıflarla ve böylece sınıflara (aktör) yüklediği görevlerle artık diyalektik, Marx’ta devrimci gücüne kavuşmuş ve Hegel’in çözülmeyecek biçimde sunduğu yabancılaşmasından da kurtulabilir hale getirilmektedir.
Lenin’e yıllar sonra Hegel’e dönüş yaptıracak olan, Marx, Hegel ve iki isim arasındaki bu ilişkiyi merak edenler için Hyppolite iyi bir kaynak sunuyor.

Jürgen Elsasser “Ulusal Devletin Yıkımı ve Sol Tavır”

Artık hiçbir şeye şaşırmanın mümkün olmadığı günleri uzun zaman önce geride bıraktığımız için, emperyalist Amerika’nın elinden çıkan işgallere açık destek veren sözde solu da gördük. Irak ve Afganistan’a kör gözlerin Marksizm’den, Leninizm’den “ulusların kendi kaderinden” bahsetmesinin emperyalizm savunurken düştüğü bu batağın örnek gösterilebileceği sol olduğunu iddia eden kepazeliğe Jürgen Elsasser “Ulusal Devletin Yıkımı ve Sol Tavır” adlı kitabında değiniyor.
Düşülen batak, antikapitalist olmayı antiemperyalist olmaktan bağımsız bir yere koyup, Marx’ın adının sürekli anılmasına rağmen ne Marx’tan ne de emperyalizmi kapitalizmin son aşaması olarak gören Lenin’den bihaber olmayı işaret ediyor. Solun (sözde solun diyelim) antikapitalist olmayı öncelikli mesele yapıp antiemperyalist olma noktasında taviz verme ve sonunda emperyalist eli öpmeye varacak şekle girmesi, basitçe şu bilgiden bile yoksun olmaktır: Marx, Kapital’de üretimin mübadele değeriyle ve mübadeleyle olan birbirine muhtaçlık ilişkisine değinir. Mübadelenin sürekli olarak gerçekleştirilebileceği ve sürekliliğinin sağlanabileceği yeni pazarlar arayışı sermaye için coğrafi olarak da genişleme ihtiyacını yaratır. Yani, sermayeyi elinde tutan için mekansal bir yayılma kendisi için ihtiyaçtır; bu saldırganlığın sonucunu emperyalist bir işgalden ayırmaya çalışmanın anlamı yok. Sermaye birikiminin işgalden gelen petrolden ya da göçle gelen ucuz işgücünden beslendiğini düşünürken emperyalizmi göremiyor olmak?
Küresel sermayenin kendisini oluşturma ve garantilemesini, yeni ticari birlikteliklerle mevcut çete imajlarını başarılı biçimde nasıl gizliyor konusuna Elsasser değiniyor. Tony Blair’e Dış Politika Başdanışmanlığı yapmış Robert Cooper’ın “Ulus Devletin Çöküşü: 21. Yüzyılda Düzen ve Kaos” adlı kitabından yaptığı alıntıda, Avrupalılar’ın kendi aralarındaki ortaklıklarında yasalarca kendilerini güvenceye aldıklarını ve şeffaf bir politika izlediklerini, öte yandan Avrupa kıtası dışındaki işlerinde saldırı, aldatmaca gibi “kaba” yöntemleri izlediklerine değiniyor. Yeşil ve sol Avrupa’nın bağrına bastığı Ortadoğu’nun başbelaları da akla geliyor; gelişmiş bir Avrupa ülkesinde çıkıp asla söyleyemeyeceğiniz çoğu şeyi Ortadoğu’da söyleyebilmeyi özgürlük, demokrasi, bireysel hak gibi kavramlarla doldurup kullandıkları tipleri mesela. Elsasser’in de değindiği üzere burada asıl mesele, ulusların inşasına destek veriyormuş gibi durulan her yerde aslında ulusların parçalanmasının mevcut olması. Bir kurgunun desteklenmesiyle oluşturulacak ulus kavramının mevcut bir ulusal birliği yok etmesini görmektense büyülenmiş biçimde yeşil ve demokratik uluslar, halklar özgürlükler, adaletler, postmodernizmin yeni yeni fırlattığı daha nice kavram daha büyüleyici geliyordur muhakkak. Ancak büyülenmenin maskelediği yıkım, Elsasser’in ayrıca toplumsal kurumlar bazında verdiği bir örnekle de postmodernizm ve ulus devlete karşı olan sözde solun yarattığı tabloyu anlatmaya devam ediyor. Toplumu en küçük parçalara kadar bölerken yalnız etnik kimlik, mezhep, din gibi parçalama yöntemlerinin haricinde bir de kurumlar üzerinden özellikle kitle iletişim araçları ile desteklenerek, küreselleşmenin bir başarısı olarak ulaşamadığı yer kalmayıncaya kadar bağırıyor. Toplumun en küçük parçasına kadar ayrılmadığı her noktayı “tahakküm” altında görme meselesi gibi, Elsasser de medyanın emperyalizm eliyle birliğin her türlü yerde “faşizm” şüphesi altında bırakıldığına değiniyor. Örnek olarak da aileye bağlılığın ya da dini inancın doğrudan muhafazakarlıkla damgalanacak hale getirilmesini gösteriyor. Maruz kalınan emperyalist işgalin başarıyla sürdürdüğü bir beyin yıkama programı bu Elsasser’a göre.
Aynı sebeptendir ki, ‘68 kuşağının emperyalizmi sevmeyi nasıl öğrendiği sorusunu ortaya atıyor yazar. “Postmodern solcular devlet, işçi sınıfı ve ulus karşıtı olmak istemektedirler” diyor. Yeni Sol’un günümüzdeki anlamına karşılık gelenlere birkaç örnek vermiş; Troçkistler, Ekolojistler, Hippiler, Spontaneciler, Feministler… ‘68 kuşağının ilgi alanının Marksizm, sömürü, insan ve doğa arasındaki ilişki gibi konular olmak yerine bireyci, daha mikro sorunlar olmaya doğru gitmesine ve aslında bunların işlevsizce ele alınmasına değiniyor yazar. Pop-solcular kavramını kullanarak, ekonomi yerine “kültür” devriminden bahseden ve en nihayetinde sonu postmodernizm, “aklın özgürleştirilmesi”, saç jölesi, kıl gibi konulara odaklanılmış bir kesime işaret ediyor. (Marx’ın kıl ve organik sebzeler üzerine yazdığını ya da insan ve doğa arasındaki ilişkiden bahsederken, yabancılaşmadan bahsederken evlilik kurumunu yerden yere vurduğunu – ki evlilik bağına bağlılığa vurgu yapar Marx – ve gender studies’in mevcut durumu için pek de uygun bir çerçeve çizdiğini görmedim hiç.)
Elsasser, bireyciliğin öne çıkartılmasıyla, kuralsızlığın bir marifetmiş gibi sunulmasıyla varılacak noktayı çok güzel özetliyor: “Bu kuralsızlaştırma bireyi daha özgür kılmaz, onu daha korunaksız bir hale sokar. Kurallar olmadan en güçlü olanın, ekonomik gücü elinde tutanın sözü geçerli hale gelir.” Bunu ulus devletin parçalanması noktasında, bireyciliğin tezahürü kimlikler üzerinden ilerleyen süreçle idare edilen işgal politikalarına bakarsak, en nihayetinde yine başta bahsettiğimiz Marx’ın emperyalizme, sermayenin coğrafi olarak genişleme ihtiyacına bağlanıyor konu. Ekonomik gücü elinde tutanın sözünü dinlemek, yani emperyalist bir işgale uğramak kendi vatanınızda tek bayrak altında yaşamaktan daha çok tercih ettiğiniz bir şeyse, (ya da bunu başka insanların vatanları için düşünecek hale geldiyseniz) buyurun içinizdeki postmodern zehri kusup çıkarın, belki hala kurtulma şansınız vardır.
Emperyalizmin, Batı’nın bireyselliği öne çıkaran politikalarını pazarlarken bunu medeniyetin olmazsa olmazı kalıbına sokması, toplumu ayrıştırıcı her politikayı hak ve özgürlükler zemininde sunması ulus devlete karşı girilen mücadelenin postmodernizmin sahaya sürülmesindeki rolünü sürekli hatırlatmaya yarıyor aslında. Tam bağımsız bir ulus devlet savunusu yerine, ya da şöyle diyelim, makro bir duruşun altında barınmak ya da ona eklemlenmek yerine o duruştan ayrışmak hatta ona karşı durarak kendisini tanımlamak zorundaymış gibi davranan yeni söylemleri besleyen yeni solun yeşillikleri, bir işgal zamanında bilmem ne olumlama hareketinin önceliğini savunacak ya da Amerikan bayrağı altında cinsellikten bahsetmeyi özgürlük sanacaktır. Sivil toplumun sunduğu bu koşullarda, emperyalist küresel politikalar için araçsallaştığı bu durumda ulus devleti Batı medeniyeti dışında kalan, çağ-dışı, yobaz, faşist damgası ile damgalayan vatansızlar, küresel sermayenin ağına yapışık kalmayı o ağa dahil olmuş sanmak ve medeniyet olarak görerek, yeni sömürge kimliklerini özgürleşmiş sanarak üzerlerine örteceklerdir.
Günümüzdeki postmodern solun Marx’a, Lenin’e verdiği zarar, uğruna yalan yanlış çarpıtmalarla mahvettikleri teori, emperyalizm kadar tehlikeli aslında.