28 Aralık 2012 Cuma

Okunacak Kitaplar

Siz de kendi okunacaklar listenizi paylaşmak isterseniz, buyrun...

27 Aralık 2012 Perşembe

Ne Okuyorum?

Çok yoğun geçen bir haftadan, günde 1 saat uyuyarak ayakta kalmaktan sonra yorulan sadece gözlerim değil, zihnimdi de. Sanırım bu yüzden elimdeki dört kitabı da dün okuyasım gelmedi, kendi kendime garip bir sinir hali içinde okumak istemediğim kitaplara baktım baya bir. Zira kitap yarım bırakmam, nefret ettiğim bir durumdur.

Bir süre kitapları zorla okumaya çalıştıktan sonra baktım olmuyor, gözümü diktiğim kitabı sonunda kitaplıktan alıp okumaya başladım. Çok iyi geldi. Neil Gaiman'dan Mezarlık Kitabı.

Arka kapak yazısı;

Arkadaşlarının Bod diye hitap ettiği Nobody Owens normal bir çocuktur.

Eğer bir mezarlıkta yaşamasaydı, hayaletler tarafından büyütülüp yetiştirilmeseydi ve yanında ne canlıların ne de ölülerin dünyasına ait olan sadık bir koruyucusu olmasaydı, Bod tamamıyla normal olurdu.

Bir çocuk için mezarlıkta tehlikeler ve maceralar vardır - tepenin altındaki çok yaşlı Çivit Rengi Adam, gulyabanilerin terk edilmiş şehrinin bulunduğu çöle açılan bir geçit, korkunç bir tehdit saçan tugaf Bekçi...

Ama Bod mezarlıktan ayrılırsa, ailesini de öldürmüi olan Jack denen adamın saldırısına uğrayacaktır...

Mezarlık Kitabı, Neil Gaiman. İthaki Yayınları, 284 sayfa.

26 Aralık 2012 Çarşamba

Öykü Kitaplar

Son günlerde aldığım kitaplardan ikisi öykü kitabıydı, bahsetmek istedim.

Birincisi, özellikle lise yıllarımda Anton Çehov'un öyküleri ile beraber severek okuduğum Fransız yazar Guy De Maupassant'dan The Best Short Stories adlı kitap. Maupassant'ın dilini yalınlığından ve gündelik şeyleri anlatırken başvurduğu sadelikten dolayı çok seviyorum. Ne zamandır da okumamış olduğumu da kitabı Remzi Kitabevi'nde görünce hatırladım, hemen aldım.

Diğeri ise Milton Crane'in bir derlemesi olan ve içinde elli öykü bulunan, şu an D&R'ın en çok satanlar listesinin ilk sıralarında da olan bir kitap; 50 Great Short Stories.

İçinde bulabileceğiniz öykülerin yazarlarından bazıları ise şöyle; James Joyce, Poe, Huxley, Hemingway, O'Henry, Faulkner, Kipling, Wells, O'Connor, Shaw...

2012 yılı içinde okuduğum bir kitap, Yamuk Bakan Öyküler. Bilimkurgu sevenlere özellikle tavsiye edeceğim bu kitap içinde muhtemelen şimdiye kadar bir kaçını okuduğunuz öykülere denk geleceksiniz ama kitaplıkta bulunması gerektiğini düşünüyorum, güzel bir derleme olmuş; Arthur Conan Doyle, Arthur C. Clarke, Isaac Asimov gibi...

Son olarak Ursula K. LeGuin'den Rüzgargülü, bir bakın derim.

Sizin de önermek istediğiniz öykü kitapları varsa yorum olarak yazmanız yeterli.

25 Aralık 2012 Salı

Hermann Hesse "Rosshalde"

Yıl bitmeden, son zamanlardaki okumalarımdan uzak bir eser, Hermann Hesse'den Rosshalde'yi seçmiş olmaktan memnunum. Ne zamandır böyle bir roman okumamıştım. Üstelik şu ana kadar okuduğum en iyi Hesse romanı. Sanırım içinde barındırdığı yalnızlığı ve soğukluğu bu denli içten, özellikle bir sanatçının gözünden bolca anlatmayı başardığı için.

Rosshalde, Johann Veraguth'un piyanist karısı ve iki oğlu ile yıllar önce, karısıyla arasında ezelden beri olan soğukluğa rağmen bir zamanlar beraber ve mutlu yaşamaya başarabildikleri bir ev iken, zamanla soğuğun ve yalnızlığın kol gezdiği bir eve dönüşmüştür; ressam Veraguth kendisine evin bahçesi içinde başka bir "ev" inşa ettirmiş ve çalışmalarıyla beraber orada yaşamaktadır. Karı ve koca arasındaki yegane bağ ise küçük oğulları Pierre'dir, zira ailenin büyük oğlu da babasıyla yaşadığı sorunlar yüzünden evden ayrılmıştır.

İşte hikayenin kırılma noktası, Pierre'in başına gelen bir felaket ve ondan bir süre önce Veraguth'un kendisini ziyarete gelen, Burkhardt.

Rosshalde'de okurken gördüğüm en çarpıcı noktalara değinmek istiyorum. Ancak öncelikle belirtmek istediğim şey kitabı okumayanlara yönelik; kitabın arka kapak yazısında da yazıldığı üzere ailenin tamamen dağılması Pierre'in ölümü ile gerçekleşiyor, yani yazım boyunca bu konuya değinecek olmam size kitabın sonunu söylemiş olmamla aynı kapıya çıkmayacak aslında.

Veraguth'un kişiliğinde beni çeken şey, yaratım sürecinde tamamen kendi içine kapanan ve biricik oğlundan bile kendisini soyutlayan bu adamın, arkadaşı Burkhardt'ın peşinden Hindistan'a gitmeye karar vermesi sürecindeki düşünceleri idi. Kendisinin ne kadar kapana kısılmış ve yalnız olduğunu farketmesi ardından yaşadığı bu süreç, acı bir biçimde, aslında zamanla kendisinden soğuyacağını bildiği küçük oğlundan vazgeçmesiyle sona eriyor; nasılsa bir gün Pierre ondan uzaklaşacaktı, o yüzden onu ardında bırakıp uzağa gitmek, kendisini özgür kılmak neden acı versin ki? İçi yanarken bu kararı veriyor, oğlundan, oğlu uğruna kaldığı Rosshalde'den vazgeçiyor ve gitmeye karar veriyor. Her ne kadar karısından "küçük oğlunu kendisine bırakmasını" istese bile. Fakat sonunda, Pierre hastalanıp yatağa düştüğünde, Veraguth'un içinde inceden bir huzur beliriyor; artık zorlanmadan uzağa gidebilecektir. Ve inanılmaz bir biçimde, karısı, adeta dalga geçermiş gibi görünse de Pierre iyileştiği takdirde oğlanı kocasına vermeye razı gelir ki bu kitapta oldukça zorlanan bir kısım; okuması zorlanan; çocuk ölüm döşeğindeyken babasına bağışlanır ve Veraguth çocuğun zaten kayıp gideceğinin bilincindedir.

Bir diğer öne çıkan nokta ise kendi içindeki bir yalnızlıkta krizden krize düşmeye, hastalığın ilk aşamalarında sinir krizine düşmeye başlayan küçük çocuğun, ateşli hastalığının başlangıcında yüzeye çıkan bilinç altı. Yaşadığı krizler sırasında, okurken fark edeceğiniz üzere Pierre'de derin bir yalnızlık ve kıskançlık hakim. Elbette bu kıskançlığı bir çocuğun yalnızlığından doğup geldiğini de belirtmekte fayda var.

Çok akıcı, çok derin bir kitap. Bir sanatçının aslında yalnızca ne istediğini de görebilirsiniz, bir çocuğun tek hayalini de, ya da buz gibi bir kadının kendi dünyasında ne kadar sıkışıp kalmış olduğunu da.

Hermann Hesse'yi bu denli büyük kılan yapıtlarından okumak için en güzel örneklerden biri.

Rosshalde, Hermann Hesse. Yapı Kredi Yayınları, 167 sayfa.

Alıntı

Dün Rosshalde'den bir alıntı paylaşmıştım blog'da. Düşündüm ki siz de belki elinizde, okumakta olduğunuz kitaptan hoşunuza giden bir kısmı paylaşmak isteyebilirsiniz belki.

Tek yapmanız gereken kitap, yazar adı, yayınevi adı ve alıntının olduğu sayfanın numarasını vererek alıntınızı bu başlığın altına yazmak.

Buyrunuz.

24 Aralık 2012 Pazartesi

Hediye Kitap Önerileri

Malum, yılbaşına az kaldı. Siz de benim gibi hediye vermeyi seviyorsanız muhtemelen şimdiden sevdiklerinize bir şeyler alıp, paketleri masanın üzerinde biriktirmeye başlamışsınızdır.

Alışveriş için hafta sonunu bekleyip kararsız kalanlar vardır belki diye küçük bir liste hazırlamak istedim; hediye olarak kitabı tercih edenlerin ilgisini çekebilir.

İlk kitap, sanırım hepinizin aklına Noel - yılbaşı çerçevesinde yılın bu zamanlarında gelen bir kitap; Charles Dickens'den Bir Noel Şarkısı. Dün Remzi Kitabevi'nde çok sevimli İngilizce baskılarını gördüm, bakmak isterseniz.

Agatha Christie bağımlısı olup da bu kitabı önermiyor olmam düşünülemezdi; Noel'de Cinayet. Tamam, cinayet işin içine girdiğinde, yeni yıldan beklentilerin "umut ve mutluluk" çerçevesi etrafında döndüğü göz önüne alınarak biraz çekince yaratabilir ama merak etmeyin, pişman olmaz okuyacak kişi. Özellikle ilk kez Agatha Christie okuyacak olan biriyse.

Scarlett Thomas'dan Bizim Hazin Evrenimiz; bu yılın en iyi kitabı olduğunu düşündüğüm için kafadan bu listeye girdi.

Aziz Nesin'den Şimdiki Çocuklar Harika. Aziz Nesin'e sahip olduğumuz için ülke olarak gurur duymamız gerektiğini düşünüyorum. Çocukken okuyup bu kitabı çok sevmiştim; genç ya da çocuk, yaşlı ya da orta yaşlı diye ayırmadan herkesin okumaktan aynı zevki alabileceği bir kitap. Güvenin bana.

Alice Harikalar Diyarında, Lewis Carrol. Yılın bu zamanlarında etrafı daha sevimli görmek isterseniz, belki yöntem olarak biraz karmaşık olsa da bu kitap tavsiyedir; D&R'da ciltli baskıları vardı, hediye etmek için güzel seçim.

Stephen Hawking, Büyük Tasarım. Bu yıl içinde çevrilen, dehanın bu kitabı da konuyla ilgilenenlere, konuya yönlendirilmek istenenlere...

Yeraltından Notlar, Dostoyevski. Nedense ille de bir Dostoyevski kitabı olsun istedim bu listede, ilk aklıma gelen de çok sevdiğim bu kitaptı.

Anton Çehov'un öykü kitaplarından herhangi birini de listeye eklemeden olmaz.

Polisiye sevenleri bambaşka bir polisiye ile tanıştırmak için ise China Mieville'den Şehir Ve Şehir.

Bence, her evde olması gereken, her bir sayfasında sizi delirtebilecek bir kitap; Göksel Kürelerin Devinimleri Üzerine, Nicolaus Copernicus. Her evden kastım, astronomiye ilgi duyan insanların yaşadığı evler aslında, konuya ilgisi olmayanlar için ise kötü bir seçim olacaktır. Okuması zor bir kitap zira.

Stieg Larsson'dan Millenium Serisi.

Jo Nesbo'dan Kızılgerdan. Batı Avrupa polisiye ustalarından bir eser hediye etmek isterseniz.

Henning Mankell'i eklemeden olmaz; Beşinci Kadın'ı da hemen eklemek lazım.

Edip Cansever'den Sonrası Kalır; toplu eserlerinin birinci cildi. Aldığınız kişi şiirleri severse devamını da kendisi alsın. Hehe. Sevmemesi mümkün değil zira.

Bilimkurgunun öncülerinden H.G Wells'i unutamayız; Görünmez Adam.

Bir diğer kült eser; Aldous Huxley'den Cesur Yeni Dünya.

Kimse yeni yılda kendisini böcek gibi hissetmesin ama; Franz Kafka'dan Dönüşüm.

Rosshalde

"Umudunu yitirmemiş kişi mutludur!" diye sesini yükseltti Burkhardt, üzerine basa basa. "Peki, sen neyi umursuyorsun? Başarı desen değil, şan şöhret desen değil, para desen o da değil; büyün bunlar fazlasıyla var sende. Ne adamsın, hayat nedir, haz, sevinç nedir bildiğin yok asla! İçinde hiç bir umut taşımıyorsun, öyleyken memnunsun! Anlamıyor değilim, haklı olabilirsin, ama berbat bir durum var ortada Johann. Şakaya gelmeyecek bir çıban; kimde böyle bir çıban var da yarıp açmaktan kaçıyorsa, o bir korkaktır."

Rosshalde, Hermann Hesse. Yapı Kredi Yayınları. Sayfa 60'dan alıntıdır.

22 Aralık 2012 Cumartesi

Jane Austen "Northanger Manastırı"

.Bu kitabın 1797’de yazılmaya başlanmış ve 1803’de tamamlanmış olmasına inanamıyorum. Bunun sebebi yazılması süresince geçen zaman değil, okurken aslında nasıl da şu anki gündelik hayatta o zamandan beri insan ilişkileri adına (üstelik başka bir ülkede) bu kadar az değişimin yaşanması. Evet, artık balo salonlarında kızlar dansa kalkmak için beklemiyor ve kendilerini dansa kaldıran centilmenler(!)e karşı duygusal bir yakınlığa girmiyorlar. Her şey daha basit ancak daha karmaşık anlamlara çıkabilecekken, artık her şey daha basit ve daha kolay bir halde zira. (Bu bir yadırgama cümlesi değildir, onu özellikle belirtmek istiyorum. Kendimce bir tespitten ötesinde bir paylaşım değildir.) Ama, belki klişe bir laf olacaktır, hala kırmak ve kırılmak, yalan ve kendini beğenmişlik değişmeden, olduğu gibi hissettiren şeyler. İşte bu paralelliklerin berraklığı da kitabın zamanının ötesinde olmasının bir göstergesi.

Jane Austen’in Northanger Manastırı, genç bir kız olan Catharine Morland’ın ailesinden uzakta, bir tanıdıklarıyla beraber bir süreliğine başka bir yerde yaşamasıyla ve genç kızın insan ilişkilerinin içinde ilk kez bu kadar sosyal biçimde yer almasıyla başlayan süreci ve sonunda olan biteni anlatıyor.

Catharine, başkahramanımız bence oldukça eğlenceli bir kız; dürüst, kafasından olmadık hayaller geçebilen ve bunları da genelde (işte burada bana benzeyen yönü ortaya çıkıyor) okuduğu macera / korku romanlarında geçen olaylarla paralel tutarak geliştirmekte olan bir kız. Bu yönü bana çok sevimli geldi. Özellikle kendi kurduğu şeylere kendisinin o kadar kaptırması, geniş bir hayal dünyasının olması… Belki bunu ben bu şekilde algılamışımdır yalnız. Derler ya, herkesin yorumu farklı olur bir kitap hakkında, herkesin anladığı, belki de anlamayı tercih ettiği farklıdır aslında.

Kitap iki kısımdan oluşuyor, ilk kısımda bolca dans, kasabanın sosyalleşme alanı olan kamusal alanlarda atılan uzun turlar belki okurken sürekli tekrar gibi görünse de kitabın ilerleyişi açısından bence her bir satır bir sonrakini anlamak açısından gerekli anlatımlar.

Jane Austen’i seviyorsanız ve 1800’lerin eserlerine bir ilginiz varsa atlamamanız gereken bir kitap.

Northanger Manastırı, Jane Austen. Türkiye İş Bankası Yayınları, 408 sayp>

18 Aralık 2012 Salı

Kitap Kapakları II

Hazır kitap kapaklarından bahsetmişken, bookpage.com sitesinde 2012'nin en iyi 25 kitap kapağının yer aldığı bir liste var.

Ben bazılarını çok beğendim. En beğendiğimi de yan tarafta görebilirsiniz. Bazılarını da hiç beğenmedim ayrıca, zevktir diyip susuyorum.

Sizin beğendikleriniz hangileri?

Link için;

http://www.bookpage.com/the-book-case/2012/12/12/25-best-book-jackets-of-2012/

Kitap Kapakları I

Güzel kitap kapağı tasarımlarına bakıp içeriğini merak eden bir ben değilimdir herhalde. Aynı şekilde bir kitabın kapak tasarımı kötüyse (bilmediğim bir yazar ve kitap ise bu durum geçerli, özellikle belirteyim) onu genelde pas geçerim. Evet, öyle. Ama bu örneklerde olduğu gibi hem içeriği hem de kapağı kitabı merak ettiren cinsten olursa da... Doğan Kitap'ın internet sitesindeki bu kitapların içeriklerini siz de merak etmez miydiniz?

16 Aralık 2012 Pazar

Patti Smith "Hayalperestler"

Belki hepinizin aklına ilk “Horses” gelmiştir Patti Smith adını görünce.

Benim Patti Smith denince aklıma ilk gelen odur çünkü.

Kitap ise konu olarak benim aklıma gelenlerden uzak.

Patti Smith’in bir arkadaşının isteği üzerine giriştiği bir çalışmanın ürünü olan Hayalperestler adlı kitap, nasıl ki yazarın geçmişinden kareleri (yer yer gerçekten kareleri, zira kitapta farklı dönemlerde çekilmiş fotoğraflar da mevcut) satırlarında size sunmasının yanında, sizin de kendi geçmişinize, özellikle de çocukluğunuza doğru bir yolculuğa çıkmanıza vesile oluyor.

Hayalperestler, kitaba adını veren bu kelime, orijinalinde Woolgatherers kelimesi ve İngilizce’de ilginç biçimde kitap içindeki iki anlama da hitap ediyor; birincisi bizim bildiğimiz anlamıyla hayalperest; diğer ise çayırlarda otlayan koyunların dikenli çalılara takılan yünlerini toplayan kimse.

Küçük, hayalperest bir kızın çocukluğunda gördüğü ve kendisine büyülü gelen kelimenin diğer anlamının kullanılması sebep olan kişiler, kitaba verilen bu ismin isabetli olduğunun bir kanıtı sanki.

Pati Smith’in çocukluğuna, aile yaşantısına, evcil hayvanlarına ve kardeşlerine olan bağlılığına, üretim sürecinden kısa anlara tanık oluyorsunuz. Üstelik bunu öyle yalın ve içten bir dille yapıyor ki, tıpkı kitabın arka kapak yazısındaki kitap hakkındaki umuduna benzer bir hal içine giriyorsunuz; okurun içini nedensiz bir neşe ile doldurmayı başarmak.

Bunu tam olarak neşe diye adlandırabilir miyiz bilemiyorum lakin bende yarattığı daha ziyade huzur, hatta çocuklukta ne kadar hasta bile olsanız içinizde daima bulunan o huzur olur ya, ne kadar yara bere içinde olsanız da aslında hep bir huzurun kanatları altında olursunuz ya, işte o huzuru anımsattı bana kitap. Ve elbette yazma isteğimi tetikledi.

Kısa bir kitap, ama sizi sürüklediği yerler ve aklınıza getirdikleri sayfalar dolusu. Yeniden çocuk olma özlemi sardı içimi, buruk bir huzura dönüştü yer yer.

Hüzünle karışık bir neşe diyebiliriz belki.

En nihayetinde okumanın güzel olduğu bir kitaptı.

Hayalperestler, Pati Smith. Domingo Yayınları, 80 sayfa.

14 Aralık 2012 Cuma

Philip K. Dick "Çığrından Çıkmış Zaman"

Philip K. Dick’den Çığrından Çıkmış Zaman (Time Out Of Joint)’ın hikayesini ne denli buraya özetlemeye çalışırsam o kadar kitabın sonundan bahsedip, hikayeyi mahvetmekten çekiniyorum. Bu yüzden olan bitene dair kısa birkaç cümle ile geçmek yeterli olacak.

Ragle Gumm, kardeşi Margo, kardeşinin kocası Vic ve küçük çocukları Sammy ile beraber yaşamaktadır. Hayatını ise, son üç yıldır bir gazete yayınlanan günlük bulmacaları çözerek, (daha doğrusu bir “tahmin” oyununu doğru tahmin ederek) geçirmekte ve kazanmaktadır. Zamanın ve işlerin çığrından çıkması ise askerdeyken öğrendiklerini yeğeniyle paylaşması sonucu, ona yaptığı basit bir radyo ile başlayacaktır; radyodan duydukları ve olan biten birden onlara sahte gibi görünmeye başlar. Bir şeyler olmaktadır ve onlar adeta yalıtılmış bir dünyada, sahte bir gerçeğin içinde yaşamaktadırlar.

Bundan sonrası, aslında buraya kadar bir Truman Show havası yaratmakta. Zaten okumaya başlar başlamaz, satır aralarında bilinen gerçeklerin bu ailenin dünyasına tamamen yabancı olması gibi detaylarla beraber bir gerçek dışılığı hissetmeye başlıyorsunuz.

Nerede olduğunu ve nereye ait olduğunu anlamayan Ragle’ın bildiği en net şeyin kendisini hemen herkesin tanıyor olması da bu Truman Show hikayesini destekler nitelikte; ancak bunun hikayede bir süre oturtulduğu gerçek ise Gumm’ın gazete oyunundaki başarısının sürekli gazetede fotoğrafının yer almasıyla kamuoyuna paylaşılması.

Çığrından gerçekten çıkan bir zaman içinde kalmış olan karakterlerin içinde bulundukları çıkmazları siz de parçalarıymış gibi izliyorsunuz; özellikle okurken kitabın filme uyarlaması nasıl olurdu acaba diye düşünmeden edemedim. (Belki de vardır uyarlaması, bu yazı bitince Google’dan bakarım. Ama bildiğim kadarıyla yok.) Çok sürükleyici bir kitap bir günde bitti.( Zaman zaman nefesimi tutup okudum, özellikle kamyonla ilerledikleri sayfalarda. Neden böyleyim bilmiyorum.)

Phil K. Dick’in benzersiz dünyasının bir parçası olan bu kitapla ilgili tek sorun ise çevirideki hatalar. Gerçekten “geri iade etmek” gibi yanlış bir kalıbı iki kere kullanmış olmaları rahatsız edici, hoş bir kere bile kullanmaları zaten rahatsız edici. Bu benim en çok gözüme batan hataydı, birkaç tane de kelime – birebir çeviri hatası vardı, daha fazlasını fark eden varsa söyleyebilir.

Umarım yeni baskılarında bu hataları düzeltirler.

Çığrından Çıkmış Zaman, Philip K. Dick. 6:45 Yayınları, 274 sayfa.

13 Aralık 2012 Perşembe

Yeniler I

Okumakta olduğum ve okunmayı bekleyen kitap yığınım haricinde gözüm her zamanki gibi sahip olmadığım kitaplarda. Bu kitaplara gözümü kestirmem de internette kitap listeleri yapmak için geçirdiğim zamanın sonucu. Genellikle bağnaz bir okuyucu olduğumdan olsa gerek yıl içinde yeni çıkan kitapları pek takip etmezdim, zamanla bunu kırmaya başladım. İyi de oldu.

Bu sayede özellikle son bir yıl içinde adeta ben de 2012 yılının kıyısından köşesinden bir parçası oldum. (Bu dahil olamamaya bir örnek; mesela birkaç albüm hariç 2012’de yayınlanan hiçbir albümü de dinlemedim, hatta bir fikrim bile yok ne oldu ne bitti diye. Örnekti bu.)

Yapı Kredi Yayınları’nın sitesinde gezerken yeni çıkanlara da şöyle bir baktım. Şöyle bir baktım dediğim gözlerim bulanana kadar baktım. Adını sıkça duyduğum birkaç kitap böylece benim de alınacaklar listeme girmiş oldu. Bunun başını da Adam Ross’un Bay Fıstık adlı romanı çekmekte.

Kitap hakkında sitede yer alanları ve özellikle dikkatimi çeken Stephen King’in yorumunu da buraya eklemek istiyorum:

David ve Alice Pepin’in evliliği alarm veriyor: Obez ve depresif Alice’in hayal kırıklığıyla sonuçlanan diyetleri ve girdiği bunalımlar, yaklaşan felaketin işaretleri. David ise çareyi, gizlice yazdığı ve hayatını ele geçirmeye başlayan romanında arıyor.

Ward ve Hannah Hastroll’ın evliliği tehlikede: Bir sabah Hannah, hayatının geri kalanını yatağında sürdürmeye karar veriyor. Kafası karışan kocasının Hannah’yla iletişim kurma çabaları boşuna. Bu kafa karışıklığı cinayetle sonuçlanabilir.Sam ve Marilyn Sheppard’ın evliliği paramparça olmak üzere: Hamile olan Marilyn, kocasının sadakatsizliğinden usanmış durumda. Sam ise yakında karısının katili olmakla suçlanacağından habersiz.

Bay Fıstık’ta üç evliliğin hikâyesi iç içe geçiyor, evliliklerin karanlık tarafları gözler önüne seriliyor: Birbirinin ölümünü düşleyen eşler, aldatmalar ve kavgalar, bırakıp gitme hayalleri kan, ter ve gözyaşı. Sadece bunlar da değil; bilgisayar oyunları, Hitchcock filmleri, Hawaii manzaraları ve eş öldürme hizmeti veren bir kiralık katil de Adam Ross’un bir labirenti andıran romanında buluşuyor.

Okuyucuysa, hayal ile gerçeğin birbirine karıştığı ve içinde kaybolmanın da en az çıkış yolunu aramak kadar zevkli olduğu bu labirentte, eldeki tek ipucu olan isimleri takip etmek zorunda.

“Kim Korkar Virginia Woolf’tan bu yana evliliğin karanlık yüzüne fırlatılan en hayranlık uyandıran, en dikkat çekici bakış.” – Stephen King

Size de çekici gelmedi mi?

Bir diğer kitap ise Levi Henriksen’den Kar Yağacak. Kitabı gözüme kestirmemin nedeni de elbette yine ilgi çeken, sitede bulabileceğiniz yazıydı:

Dan Kaspersen, hapisten yeni çıkmış, Noel’e birkaç gün kala erkek kardeşi Jakob’un cenazesine katılmak üzere kasabasına dönmüştür. Erkek kardeşinin ölümüne, intihar ettiğine inanamamaktadır. Jakob, bir otomobil kazasında kaybettikleri anne ve babalarından kalan küçük çiftlikte, –iddiaya göre– otomobilin egzoz borusuna bağladığı hortumu içeri alıp kontağı çevirerek intihar etmiştir. Jakob’un ölümünün cinayet mi yoksa intihar mı olduğu sorusu yanıt beklerken, Dan kasabada geçirdiği günlerde bir kez hapse düşmüş olmanın yaftasını yaşamı boyunca taşımakla özdeş sayıldığını anlar.

Norveçli yazar Levi Henriksen’den entelektüel meselelere eğilmek yerine basit gerçekliklere odaklanan, esprili, duygulu bir roman: Kar Yağacak.

Her iki kitaptan da “tadımlık” bölümlerini http://www.ykykultur.com.tr/kitap/edebiyat ‘dan okuyabilirsiniz. İlgilenenlere duyurulur.

Yeni Alınanlar, Okunmaya Başlananlar

Dün okumaya başladım Philip K. Dick'in Çığrından Çıkmış Zaman'ı tam gaz devam ediyor, ancak kitap ile ilgili tüm fikirlerimi tez zamanda yazmayı planladığım yazıya kadar bekletmek taraftarıyım. Benim Philip K. Dick'le ilk tanışmam Karanlığı Taramak'ı izlediğim gün oldu yanlış hatırlamıyorsam, yakın zamanda tekrar izlemek ve kitabı okumak niyetindeyim. Sanırım üniversitenin ilk yılında izlemiştim, üzerinden baya zaman geçmiş demektir bu da. Yaşlanıyorum.

Bir de hazır konusu açılmışken 6:45 Yayınevi'nden çıkan bez kapaklı Philip K. Dick kitabını gördünüz mü; Şizofreni Ve Değişimler Kitabı. Görün bence.

Blog'da son aylarda görebileceğiniz üzere Neil Gaiman'la kafayı bozmaya doğru adım adım ilerliyorum, bunda da sanırım artık okumadığım Agatha Christie kitabının kalmaması (aslında onlarca kez okumadığım Agatha Christie kitabının kalmaması demek daha doğru olur, çünkü yazara karşı anormal bir sevgim ve yazdıklarına karşı derin bir saplantım var) sebep oldu. Sürekli aynı kitapları okuya okuya, sanki ondan başkasının yazdığı bir kitabı okumak ona ihanet gibi geldiğinden (evet, manyağım ben) çok az yeni yazar okuyordum. Nasıl bir zeka benim ki, değil mi. Neyse, şimdilerde keşfettiğim yeni yazarları okumak da büyük zevk veriyor. Özellikle her lafımda söylemeye çalıştığım gibi China Mieville, Neil Gaiman ve Scarlett Thomas başı çekenlerden.

Dün, son olarak Neil Gaiman'ın YokYer'ini aldım. Çalıştığım bir anda resmen kitabı almak için delirerek, kısa bir ara verip Remzi Kitabevi'nde soluğu aldım. Gitmişken hem Terry Pratchett kitaplarına bakıp listeye yeni kitaplar ekledim, hem de Neil Gaiman'a kavuştum.

Bu arada Neil Gaiman'ın kişisel sayfasına henüz bakmamış olanlarınız varsa bir bakın, ilginizi çekecek bir şeyler bulacağınızdan eminim. Geçtiğimiz haftalarda hemen her gün deli gibi sitesinin içinde geziniyordum zira.

Dediğim gibi, takıntılı bir insanım ve kitaplar, yazarlar en büyük takıntım - sanırım.

11 Aralık 2012 Salı

Neil Gaiman & Terry Pratchett "Kıyamet Gösterisi"

Bu kitap hakkında yazmak da okumak kadar eğlenceli olacaktır muhakkak, ancak o kadar kolay olabileceğini sanmıyorum çünkü çok sevdiğim kitaplar hakkında yazmakta zorlanıyorum bazen.

Neil Gaiman ve Terry Pratchett’in yazdığı Kıyamet Gösterisi (Good Omens), organik halüsinozisten muzdarip bünyeler için belki olabilecek en eğlenceli kitaplardan biri; olmayan şeyleri dünyada görmek mi dediniz; ala. Zira gözlerinizin önüne gerçek olduklarına inanmadığınız onlarca şeyi en gerçekçi halleriyle getirebilen bu kitabın sayfaları arasında fiziksel dünyanın sıkıcılığından kurtulmak serbest. İstediğiniz kitaplara düşkün bir meleği, gözlüksüz çıkmayan bir şeytanı, yanarak ilerleyebilen bir arabayı ya da adı Köpek olan köpeğin zihnindeki kötü tohumları istediğiniz gibi gözlerinizin önüne getirebilirsiniz.

Kıyamet Gösterisi’nin konusundan kısaca bahsedelim; notlarında ve satılarında saklı tüm eğlenceyi ve detaylardaki esprileri merak edenler için kitabın içinde saklı tutarak; şeytanın oğlu yeryüzüne gelmiştir; hastanede aynı gün doğan başka bir bebekle yeri değiştirilecektir (bunu da satanist rahibelerin yardımları ile yapacaklar!) ve “işaret” geldiğinde çocuğun tepkisine göre kıyamet kopmaya “başlayacaktır”. Ancak işler biraz ters gitmiştir; şimdi Aziraphale (bir melek ve yarı zamanlı kitap sahafı) ve Crowley (düşmekten çok gezine gezine aşağı inmiş bir melek) tüm olan biteni yola sokmak zorunda kalacaktır. Aşağıdakilerin ve yukarıdakilerin sinirlenmesini her ikisi de istememektedir. Ama bir şeyler yolundan çıkmıştır; kontrolden de çıktığı gibi.

Çünkü kıyamet Cadı Agnes Çatlak’ın Dakik ve Kat’i Kehanetleri adlı tek bir kopyası olan kitabında böyle belirtilmiştir.

Cadı avcıları, melekler, şeytanın dölü - deccal, tanrının sesi, cehennem dükleri, ölüm, savaş, kıtlık, kirlilik, cadı ordusundaki çavuş, Azize Berly Çenebaz Tarikatı’ndan satanist rahibeler, medyum, köy sakinleri derneği başkanı… Bunlar kitaptaki karakterlerden öne çıkanları.

Kitap da, karakterler de birbirinden eğlenceli. Özellikle Crowley; gözlerini saklamak adına sürekli güneş gözlüğü ile gezen, havalı, hız düşkünü bir Queen dinleyicisi. Aziraphale’de ise, kendime de pay çıkararak, gördüğüm kitap düşkünlüğü, ne de olsa bir sahaf ve içinde aslında biraz da olsa barınan, kendisini Crowley’e yakınlaştıran “şey”. Aslında, Crowley ile anlaşabilmelerinin sebebi de aslında her ikisinin de bir yerde “aynı” olması değil miydi zaten…

Sıradan olana, alışılmış olana ters olana yadırgayan bakışlar atıyorsanız bu kitabı okumanızı tavsiye etmem. Hayalin gücüne, var etme yeteneğine ve yarattıklarına inanıyorsanız da bu kitabı atlayıp geçmeyin derim. Oturup huzur içinde, siz özel gösterimle bir kıyamet sahnesinde eğlenmek istiyorsanız ve bu size makul geliyorsa (eğlenmenin yönteminin makul oluşundan bahsediyorum) o zaman doğru kitaba yaklaşıyorsunuz.

Kitaptan bir alıntı;

“İnsanları insan olarak yaratıp, sonra insan gibi davrandıkları için onlara kızmanın neresi bu kadar harika anlamıyorum.”

Bir alıntı daha;

“Örneğin, neden insanları meraklı yapıp, sonra görebilecekleri bir yere yasak meyve koyuyorsun ve yanına İŞTE YASAK MEYVE! diye yanıp sönen kocaman neon bir parmak koyuyorsun?”

“Ben neon hatırlamıyorum”

Kıyamet Gösterisi, Neil Gaiman & Terry Pratchett. İthaki Yayınları, 410 sayfa.

10 Aralık 2012 Pazartesi

Bu Blogu Okuyanlar; Buradaysanız İki Kere Kapıya Vurmak Yerine Ses Verin

Bir comment atın.

Bir önceki İngilizce kelime karışmış Türkçe cümlemi kınamadan ama, çünkü ben de biliyorum, kötü.

Merak ediyorum, blogu okuyan, aklına gün içinde esip de "acaba yeni yazı var mı?" diye bakan var mı?

Yok mu?

2012 Kitap Hasılatı

2012 biterken herkesin "en"lerinin olduğu listeler varken, eksik kalmak istemezdim. Ve elbette liste obsesyonunu bir de bu yönden besleme fırsatını kaçırmak istemezdim.

2012'de an itibariyle okunan kitapların listesi aşağıdaki gibidir; goodreads'deki hedefim bu yıl 60 kitaptı, sanırım bir kaç kitap kaldı tamamlamaya.

Bu yıl okuduğum en güzel kitap Scarlett Thomas'dan "Bizim Hazin Evrenimiz"di. Hakkında biraz yazmaya çalıştım, onu da blogda bulabilirsiniz.

“Kujo” Stephen King

“Kükreyen Mağara” Dean Koontz

“Hayaletin Garip Huyları” Stephen King

“Şeytanın Dansı” Dean Koontz

“Takip” Dean Koontz

“Kara Büyü” Dean Koontz

“Korku Yuvası” Dean Koontz

“Dersimiz Cinayet” Agahta Christie

“Gecenin Maskesi” Dean Koontz

“Pembe Evdeki Ölü” Agatha Christie

“Soğuk Ateş” Dean Koontz

“Bikini”

“Agahta Christie’nin Kayıp 11 Günü” Jared Cade

“Cesur Yeni Dünya” Aldous Huxley

“Suç Detayda Saklıdır”

“Görünmez Adam” H. G. Wells

“Yeraltından Notlar” Dostoyevski

“Dans Öğretmeninin Dönüşü” Henning Mankell

“Dünyaların Savaşı” H. G. Wells

“Yanlış Yol” Henning Mankell

“Büyük Tasarım” Stephen Hawking

“Yaban Kızlar” Ursula K. LeGuin

“Rüyalar ve Karabasanlar” Stephen King

“Kaybeden Hepsini Alır” Graham Greene

“Akıl Oyunlarının Gölgesinde”

“Yamuk Bakan Öyküler” Derleme

“Bizim Hazin Evrenimiz” Scarlett Thomas

“Esrarlı Yollar” Dean Koontz

“Fanatikler” Dean Koontz

“Dönüşüm” Franz Kafka

“Dedektif Aguste Dupin Öyküleri” Edgar Allan Poe

“Beyaz Geceler” Dostoyevski

“Aşkın Suçları” M. De Sade

“Seçkinlik Ve Sıradanlık Üzerine” Arthur Schopenhauer

“Ve Ayna Kırıldı” Agahta Christie

“Beşinci Kadın” Henning Mankell

“Ejderha Dövmeli Kız” Steig Larsson

“Ateşle Oynayan Kız” Steig Larsson

“Arı Kovanına Çomak Sokan Kız” Steig Larsson

“Şehir Ve Şehir” China Mieville

“Fahrenheit 451” Ray Bradbury

“Çavdar Tarlasında Çocuklar” J. D. Salinger

“Arka Sokaktaki Cinayet” Agahta Christie

“Ara Dünya” Neil Gaiman

“Sinema Müdavimi” Walker Percy

“Gül Ve Porsukağacı” Agahta Christie

“Wilhelm Storitz’in Sırrı” Jules Verne

“Koleksiyoncu” John Fowles

“Kral Fare” China Mieville

"Bir Artist Gibi Araklayın" Austin Kleon

"Ölümcül Hastalık Umutsuzluk" Soren Kierkegaard

"Yaratma Cesareti" Rollo May

"Çığrından Çıkmış Zaman" Philip K. Dick

"Hayalperestler" Patti Smith

"Kıyamet Gösterisi" Neil Gaiman & Terry Pratchett

"Northanger Manastırı" Jane Austen

"Rosshalde" Herman Hesse

7 Aralık 2012 Cuma

Fyodor Dostoyevski "Beyaz Geceler"

Dostoyevski’nin içini kaplamış olan safi umutsuzluk ve karanlık bazı anlarda tıpkı bir manik – depresifin içine düştüğü amansız dalgalanmalar gibi kırılır; o anlarda yoğun coşkuyu ve mutluluğu hissedersiniz.

Beyaz Geceler’de bir hayalperestin, hayatta mutlu olabilecek bir ana dahi sahip olmasıyla içi mutlulukla dolan bir karakterin şehirde dört günü beraber geçirdiği bir genç kızla konuşmaları sırasında aralarında başlayan ve son bulan aşkı anlatıyor. Tıpkı bir sesin belirip kaybolması gibi, karakterimiz de aşkı buluyor ve yitiriyor. Zira her zaman mutlu olmak, imkansızdır. Elde kalan, geçmişe sinmeye başlayan anıları anarak o anları yaşamaktan başka da bir çare yoktur. İşte dört gecenin, dört beyaz gecenin ardından yine yalnızlığına ve karanlığına gömülen karakterin elinde de kalan bu anlardır.

Sevgilisinin şehre dönmesini bekleyen kızın, duygularına karşılık verdiğini düşünmesi ve kızın neredeyse birkaç saatliğine bu duygulara karşılık vermesiyle başlayan süreç ise kızın sevgilisinin dönmesiyle, yeni bir kaybedişe sürüklüyor karakteri.

Dostoyevski’nin duygularının yoğunluğu satırlara yansırken siz de kendinizi bir an için onun yerine koyuyorsunuz; öyle ki içinizi derinlerinde bir mutsuzluk/umutsuzluk yatan sevginin coşkusunda bulabiliyor, hayatınınönceki döneminde eksik kaldığınız mutluluk hissine yaklaşan anlarında siz de onun kadar yeniye ve ihtiyaç duyduğunuza yaklaşmış buluyorsunuz kendinizi.

Yine de, en bana has yorumumla diyebilirim ki Beyaz Geceler’e bir de kadının erkeğe yaptığı kötülüğün boyutu tarafından bakın, kitabın son sayfalarında nedense benim gördüğüm acı tablonun sebebini bir kadının neredeyse şımarıkça, belki aslında kötü bir niyeti olmadan yaptığı acımasızlık.

Tabi bunu karakter böyle görmüyor.

O zaman o Dostoyevski olmazdı zira.

6 Aralık 2012 Perşembe

Scarlett Thomas "Bizim Hazin Evrenimiz"

Scarlett Thomas’ı benim gözümde 2012’de okuduğum en iyi kitabın yazarı yapan ve kendisiyle tanışmamı sağlayan kitabı “Bizim Hazin Evrenimiz”. İlk önce, daha fazla satır kaybetmeden okumamış olanlar için belirtmek isterim ki kitap kesinlikle arka kapak yazısından/kitap sitelerinde gördüğünüz açıklama yazısından oldukça farklı ve daha fazla.

Bir türlü ilerlemeyi sağlayamadığı bir kitap yazmakta, daha doğrusu o kitabı bir gün tamamlamayı uman Meg, hayatını haftalık olarak kitap eleştirileri yazarak kazanmaktadır. Köpeği ve erkek arkadaşından oluşan ev hayatına, sosyal çevresini oluşturan birkaç sanatçı ve yakın arkadaşından başka, yaşadığı yöreden pek de kimse yoktur. Kitapta sizi bekleyen aslında bir avuç insanın yaşamından kesitler içinde Meg’in hayatının kitabı oluşturan süreci.

Omega noktası.

İncelemekte olduğu kişisel gelişim kitaplarından pek uzak bir hayata bakışa sahip olan Meg’in okuduğu kitaplara olan yorumlarını okuduğunuz satırlar, evrenin bir parçasının yansıtıldığı örgü parçası, neredeyse erkek arkadaşından daha zeki ve kendi kendini idare edebilen köpeği, karmaşık ilişkileri içinde çıkmazlara giren arkadaşları, erkek arkadaşının obsesif kompulsifliğin doruklarında erkek kardeşi, yakınlık duyduğu ve imkansız/karşılıksız görünen/bir yere varamayacak duygular beslediği kendisinden yaşça çok büyük bir adam. Anlatılamayan bir hikaye, yazılamayan bir kitap, içinde kocaman boşluklar olan bir hayat, okurken bile insanın içini sıkacak denli mükemmel bir anlatımla karşımıza çıkan erkek arkadaş. Bazen siz de Meg kadar yorgun hissediyorsunuz, bazen evdeki rutubetten siz de öksürüyorsunuz; bazen onun kadar bıkkın, bazen de onun kadar yeni bir şeylere başlamaya cesur hissediyorsunuz. Kitabın ilerleyen kısımlarında kendisine sonunda yeni bir alan, önce bir çalışma alanıyken sonradan yeni evine dönüşecek bir alan bulduğunda siz de onun kadar derin bir nefes alıyorsunuz, denizi gören o küçük kulübeden siz de manzaraya bakıyorsunuz.

İçiniz, Meg’in çay demleyip mandalina yerkenki doğallığını gerçekten hissederken, sorgulamakta olduğu yaşamı size de kendi hayatınızda sorular sormanıza sebep olabilecek kadar gerçekçi bir sadelikte. İçinde olduğu ruh hali o kadar sade anlatılıyor ki, aslında okumak için satırlara kendinizi gömmenizin gerekliliği de buradan geliyor.

Kitabı güzel anlatamam çünkü herhangi bir kitap değil, kitap hakkında bilgi sahibi olmak için yapabileceğiniz tek şey aslında bu yazıyı kapatıp gidip kitabı almak. Ne benim kelimelerim yeter anlatmaya, ne de kitaba dair fikirlerimi anlatacak kelimeler biliyorum aslında.

Scarlett Thomas 2012’de okuduğum en iyi kitabın yazarı, bu zamana kadar fark etmemiş olmam da benim suçum sanırım. Plato’dan yayınlanan “Mr. Why’ın Sonu” adlı romanı da Türkçe’ye çevrilen (daha önce çevrilen) bir diğer romanı. Sanırım bu yıl içinde yeni bir kitap daha çevrilecek. Bu bilgiyle sonlandıralım.

Scarlett Thomas, Bizim Hazin Evrenimiz. April Yayıncılık, 2012.

Stieg Larsson "Millenium I - II - III"

Hakkında yazmadan olmazdı, okuduğum en güzel seri olduğu için Stieg Larsson’ın Millenium serisi de bu blogda yer almalıydı.

Norveç ve İsveç’den çıkan polisiye yazarlara olan ilgim Jo Nesbo ve Henning Mankell’den öteye gitmediği, fazla yazarla bağnaz bir okuyucu olduğum için karşılaşma şansım düşük olduğu için Stieg Larsson’la tanışmam da aslında biraz zaman aldı. Kaybettiğim zamana üzüldüm mü, evet. Ama hiç biri bu enfes yazarın artık hayatta olmaması kadar üzemezdi beni. Millenium üçlemesi içinde cevap bekleyen sorular ve merakta bırakan noktaların artık aydınlanma şansını ve yeni bir Larsson romanı şansını sonsuza dek yitirmiş haldeyiz.

Kitaplardaki hikayeden ve akışından o kadar da bahsetmek istemiyorum. Yaratılan sihrin başkahramanı, bence bu tip romanlar içinde yaratılabilecek en cezp edici ve en farklı karakter olan Lisbeth Salander ve içinde bulunduğu karmaşa kitaplarda öne çıkan ve farklılaştırıcı en büyük nokta. Zira Salander gibi bir karakteri kanlı canlı, satırlar arasından çıkarmak büyük başarı. Karaktere bir anormallik katarak, ki bunu olumsuz manada söylemiyorum, neredeyse bir anti kahraman resmederek romanın lokomotifini oluşturmuş.

İsveç’e sığınan bir Rus ajanıyla başlayan sürecin sonunda, İsveç haber alma teşkilatı SAPO’nun, farklı yer ve zamanlarda işlenen aslında onlarca cinayetin kilit noktasında Salander’ı görürüz; anoreksik görünümü altında iştahı yerinde, feminist, asperger sendromlu, fotografik bir hafızaya sahip, yirmili yaşlarında başarılı bir hacker. Üstelik yeri geldiğinde dişi bir Robin Hood’a varan haraketleri mevcut.

Kitaplardan ziyade başkahramana değinerek başlamamın sebebi ise gerçekten bu karakteri okurken sevmem; tıpkı en sevdiğim yazar olan Agahta Christie’nin romanlarında olduğu gibi bu karakter de kinci, intikam hırsı onu ayakta tutan yegane şey. Bu da Christie romanlarında karakterlerin genellikle sahip olduğu ve kendilerini güdüleyen güçlü özelliklerden biridir, bu yüzden değindim. Devam edersek; Lisbeth Salander intikam almak için hayattan kopamayacak kadar inatçı ve kinci bir karakter. Okurken sıklıkla kendisinin ilginç intikam yöntemleriyle de karşılaşmak mümkün. İçten içe tamamen haklı olduğunu bilmeniz ise tüm intikam sahnelerinde aslında bir nebze olsun üzülmemenizi sağlıyor.

Serinin Millenium adını almasına gelirsek; ilk kitapta bir araştırma için hacker olarak tutulan Salander ve Millenium dergisinde çalışan Michael Blomkvist’in yolları kesişir ve takiben üç kitapta da Millenium ve Blomkvist, Lisbeth’in yanında yer alır, İsveç’in sırları kamuoyunu bir bir sunulurken bu ikili ortaklık devam eder.

Kitapların film uyarlamaları da mevcut bildiğiniz gibi; İsveç yapımı filmler her ne kadar daha “orijinal” dursa da aslında oyuncu seçimiyle daha yükseğe çıkan kesinlikle David Fincher’in Girl With The Dragon Tattoo’su. İsveç yapımı filmlerde her üç kitabın da sinema uyarlamasını görmek mümkünken, Fincher’in yalnızca ilk kitaptan yaptığı uyarlamayı daha çok beğenmemenin sebebi ise dediğim gibi oyuncu seçimi. Blomkvist ve Salander karakterleri Fincher’in filminde tek kelimeyle kusursuz biçimde vücut bulmuş.

Özetle, bu yazı seriden çok Salander’a odaklanmış olsa bile kitap elbette benim yazmaya çalıştığımdan ve filmlerden çok çok daha fazlası. Mükemmel bir detaycılıkla, onlara karakterin kafa karıştırmadan okura sunulması ve yaratılan mükemmel kurgu kesinlikle es geçilmemeli, hala okumayan varsa da koşarak kitapları edinmeli. Polisye – macera türünde herhalde uzun bir süre daha iyisinin olmayacağı bir seri Millenium.

2 Aralık 2012 Pazar

M. de Sade "Aşkın Suçları"

Türk filmlerinde sıklıkla “yok artık” diye baktığımız sahneler olur ya, bitmek bilmez çileler çeken aşıklar, başlarına gelmedik kalmayan aileler... “Hep de bunları mı bulur ya” diye sinir olduğumuz olaylar.

İşte “Aşkın Suçları” sizi delirtecek kadar bahtsızlıkla örülü hikayelerin bir araya toplandığı bir kitap. M. De Sade’a aşina olmayan kulağın olmadığını farz edersek, ki kendisine dair en azından ufak bilgi kırıntılarının bile ne kadar uçlarda bir zihin olduğunu ortaya koyduğu gerçeğini de bir yana koyarsak, işte tam da beklediğiniz kadar insanı rahatsız edecek hikayeler bir arada; insan yeri geliyor varlığından bile beklemeyeceği kadar ağır şeyleri okuyor. Zira imkansız olamayacak bir dram yoktur, dercesine.

Okuyan daha ne kadar rahatsız edilebilir; olan biten daha ne kadar okuyucu için hazmetmesi zor bir hale gelebilir. Mümkün olan en uç noktadaki satırlar okuyucuya “yok artık” dedirterek sayfalar boyunca ilerliyor. Hikayelerin içinde insanın “erdem” kavramını algısı ve “erdemli olmaya çabalaması” lakin sonunda “her şeye rağmen” için düştüğü bedbahtlığı görmekten bir an bile kaçamıyorsunuz. Sade adeta dalga geçiyor; erdemli olduğu iddiasındaki insanı bir anda yerin dibine atıveriyor.

Oğlundan hamile kalan bir kadın ya da babasıyla evlenen ve bunların farkında olmayan bir kadın düşünün; bunu hayal etmek bile ne denli rahatsız edici olursa olsun Aşkın Suçları’nda bu durumları satır satır okumak mümkün.

Son olarak; kitabın sonunda, hikayeler haricinde yer alan kısım ise Sade’ın hayatı daha fazla detayı, düşünce biçimini bir nebze olsun daha iyi anlayabileceğiniz bir ek sunuluyor.

Aşkın Suçları, M. De Sade. Say Yayınları, 214 sayfa.

29 Kasım 2012 Perşembe

Sinister (2012)

Tebrik ediyorum; bu kadar güzel başlayan, hatta sonuna kadar gayet güzel ilerleyen bir filmi sonunda bu kadar berbat etmek herkesin harcı değildir.

Tahminime göre senarist iki tip otururken akıllarına bir konu gelir; 8mm filmlerde saklı geçmiş ve gizli katili buldurmak. Ok. Klişe ama tamam, sorun yok. Oturur bunu Stephen King'in görünüş itibariyle benzeri olan, maddi olarak bir sıkışıklık içinde olan ve kendisini yeniden şaşalı günlerine götürmesi için yazmakta olduğu yeni romana kendisini adayan bir yazar fikri ortaya çıkmış. Tamam. Geçmişinde filmin başında görülen cinayetlere sahne olan eve taşınan yazar ve ailesinin başına "bir şeyler gelmeye" başlar. Aslında burada filmdeki bir soruna da değinmekte fayda var çünkü aile bireyleri evde neredeyse kıyamet koparken hikayede adeta yok sayılıyorlar; evet varlar ama neredeyse minimum kullanımla!

Sinister'da bir suç romanı yazılmaya çalışılırken olan biten, yalnızca baş kahraman Ellison'ı bağlıyormuş gibi devam ediyor. Bir süre sonra yalnızca kendisine odaklanıyoruz ama yine de filmde devam eden gerilim, ürkütücü olmaya bir hayli yaklaşıyor ki bence sonu hariç filme tadını veren yegane unsur da yarattıkları bu gerilim.

Ancak öyle bir son olmuş, öyle ucuza ve basite kaçmışlar ki filmin ağzınızda biriken tüm tadının üzerine sirke içmiş gibi oluyorsunuz; tüm güzelliğin üzerine ayakkabıyla basılmış gibi kalıyor sonrasında film. Yaklaşık bir buçuk saat koltuğunuzda mutlu mesut, gergin bir bekleyiş içinde filmin temposunu kaptırmışken kendinizi, son on dakika içinde "eeeh beee"'ler dökülmeye başlıyor ağzınızdan.

Sinister yine de yerinizden en azından bir kere sizi sıçratacak, yine yine yine tekrar ediyorum sonu hariç güzel bir gerilim filmi. İzlemekle zaman kaybı yaşamayacağınız kanısındayım.

27 Kasım 2012 Salı

The Hidden Face (2011)

2011 Kolombiya - İspanya ortak yapımı olan The Hidden Face, terk edilen orkestra şefi Adrian'ın durumu hazmetmeye çalışmasıyla başlıyor. Takibinde sizi bekleyen sahneler ve olaylar tipik bir aşk filmi gibi görünebilir; ancak ilk on - on beş dakika sonunda anlıyoruz ki filmin başında Adrian'a bir veda videosu hazırlayıp onu terk eden Belen "kayıp kadın" vakasına dönüşmüştür. Genç kadının nerede olduğu bulunamamaktadır.

Hikayede polis bir yandan Belen'i bulabilmek için Adrian'ı yakın takibe almışken, öte yandan Adrian'ın terk edildiği gün başlayan yeni ilişkisinin diğer kahramanı Fabiana'yla olan ilişkilerini görürüz; Fabiana sonunda zengin bir erkek, üstelik kendisini seven ve sevdiği zengin bir erkek bulmuştur.

Birlikte yaşamaya başlayan çiftin evinde ise garip bir şey olmaktadır; musluklardan sesler gelmektedir. Bu kısımda da aklınıza basit bir hayalet öyküsü gelebilir, şimdiden söyleyeyim yanılıyorsunuz, izlemeye devam edin.

The Hidden Face insanların kazanma ve sahip olma hırsları yüzünden neler yapabileceklerini gayet net ortaya koyuyor; kadınlar dünyasında. Ne uğruna neyi göze alabileceklerini gördükçe belki gerçekten kanınızın donabileceği bir an mevcuttur; zira izlerken Fabiana karakteri o kadar sağlam oluşturulmuş ki filmin kilit noktalarından biri olan bir sanhede verebileceği kararı öncesinde anlıyorsunuz. Kadınları yakından tanımak için güzel bir film. Şaka şaka. Ama güzel bir film. Bir buçuk saatlik süresi içinde sıkılmamanız garantisiyle, sonunu merak ederek izleyeceğinizden emin olabilirsiniz.

26 Kasım 2012 Pazartesi

China Mieville "Kral Fare"

Fareli köyün kavalcısını kin, nefret ve hırsla örün.

Sonra tarihe, sokaklara salın.

Zamanı hesaplamayı da bırakın çünkü o hep vardı.

Tıpkı Kral Fare’nin uzun zamandır varolması gibi.

Ve aralarındaki savaşın sürmesi gibi; hep vardı.

China Mieville’in okuğum ikinci kitabı Kral Fare. Tıpkı Şehir Ve Şehir’de olduğu gibi yine bilinmeyen ve tahmin edilemeyen bir şehir görüntüsünü getiriyor gözlerinizin önününe; yok, bu sefer olmayan bir şehir değil, aksi gibi, Londra gibi herkesin “gözleri önünde” olan bir şehir. Tek farkı, Londra’yı Londralılar’ın gözünden görmeyecek oluşumuz. Londra’nın karanlık köşelerine, çatı aralarına, lağımlarına, tenhada, gölgeler arasına saklamış kıyılarına ve çöplerine yakın olacaksınız. Çünkü Kral Fare’nin elinden alınan krallığının varlığı oralarda saklı.

Hikaye, Soul’un babasının pencereden yere düşmesi ile başlıyor. Ancak polis bu olayı şüpheli buluyor ve Soul gözaltına alınıyor. Tam hiç bir çıkış yolu yokken ise Kral Fare ona yeniden “özgürlüğü” getiriyor ve babasının katilinin kim olduğunu bildiğini söylüyor. Devamı ise, Soul’un hayatının bilindik Londra’dan, Londra’nın bilinmeyenlerine doğru aldığı yol ve sürükleyici bir anlatımla satırlara yansıyan Kral Fare’de.

Davul ve Bas’ın arasına sinsice sızmaya çalışan flütün sesi, yaklaştıkça hem siz, hem karakterler geriliyor.

Detaylı anlatımlarla özellikle hareketli sahneleri neredeyse bir film izliyormuş gibi sunuyor Mieville. Birbirinden gerçeküstü karakterlerin yer aldığı hikayede, yadırgamayacağınız bakışlarla izliyorsunuz olan biteni. Zira anlatım bu kurguya çok yakışacak kadar gözler önüne seriyor olan biteni. Siz de gözlerinizin önünde olan biten değişime, arayışa ve savaşa tanık oluyorsunuz kitap boyunca.

23 Kasım 2012 Cuma

John Fowles "Koleksiyoncu"

Koleksiyonu, biriktirmeyi yaratıcılığı ve insanın doğasını bitiren bir şey olarak gören Miranda ve biriktirmekten, koleksiyonundan ve aslında bir çeşit yok edip saklamaktan başka bir zevki olmayan Fred’in, acı bir biçimde bir araya gelmesiyle başlıyor roman.

Fred’in, yirmi yaşındaki, güzel ve tam manasıyla hayat dolu sanat okulu öğrencisi Miranda’yı kafaya takması, onu da tıpkı biriktirdiği kelebekler gibi bir “izlenesi ve sahip olunmasıyla mutlu olunacak bir şey” haline dönüştürme isteğiyle, eline geçen paranın yardımıyla kaçırıp, evinin bodrumuna hapsetmesi. Koleksiyoncu, kaçıran ve kaçırılanın ağzından ilerleyen anlatımı ile, böyle başlıyor.

Sadece sahip olmanın verdiği mutluluktan başka bir şey istemeyen, hayatı boyunca sürekli ruh hali bozuk olduğu her hareketlerinden belli olan kadınlar arasında yaşamaktan dolayı normal bir ruh durumu olmayan, kimsesizliğini yatıştırabileceği yegane uğraşı ölümlerini hazırladığı ve biriktirdiği kelebekler olan silik, çoğu kimse için karaktersiz bir erkek olan Fred’in, hayatında bir şeylere sahip olmak için elinden gelen tek şeyi, bir şeyleri yanında istemesi ve yalnızlığını bastırabilmesi için yapabildiği tek şeyi yapması, yaşamaktan mutlu olan bir sanatçının kafes içine hapsedilmesine sebep oluyor. O kafesin içinde her istediği yerine getirilen, pahalı kıyafetler ve kokular içinde tutsak edilen yaratıcı zihin ise kendi çıkışını, aklını korumaya çalışmayı ancak geçmişi ve hayatını bir yerde kağıda dökerek sağlıyor; kendi iç yolculuğuna ve gelişimine acı bir gerçekle, hapis olduğu gerçeğiyle başlıyor. Tutsaklığını kafasından silebilmek için ise hayatındaki kesitler içinde kendisiyle konuşuyor, ilerliyor ve karara varıyor. Sanki öncesinde yaşıyormuş gibi duygularının ilerlemesine izin veriyor; sevdiğinin ne olduğunu anlaması maalesef ki kapalı kaldığı mahzende oluyor.

İnsanı tiksindirecek kadar, yalnızlığı yüzünden hastalıklı bir beyni olan Fred’i okuduğunuz her bir satırda ne kadar anlamaya yaklaşırsanız, her anlayışınızda ondan tiksinmeniz için ve içinde olduğu çıkmazın ne denli büyük ve kendisini her saniye daha da yuttuğunu görmeniz için birbiri ardına ışıklar yanıyor o satıların üzerinde. Geriye dönüşü ve kurtarılması mümkün olmayan bir karanlığın ve yalnızlığın içinde bir “koleksiyoncu”.

Akıcı anlatımı ve yer yer insanın gerçekten soluğunu tutmasına sebep olacak kadar gerçekçi tutsak eden ve tutsak ruh halinin satırlara dökülmesi yüzünden, kafanızı kaldırıp pencereden dışarı bakmaya ve bir an için gerçekten her ikisinden biri de olmadığınız için sevinmenize, kendinizi iyi hissetmenize sebep olabilecek, karanlık, adeta Miranda’nın mahzeni kadar karanlık bir kitap.

Biriktirmekten başka, duyguları olmayan bir adamın, fikirleri büyümeyen ve mahvolmuş bir koleksiyoncunun hikayesi. Sonunda içinize bir ağırlık çökeceğinden eminim.

Nasıl bir çıkmazdır.

18 Kasım 2012 Pazar

Jules Verne "Wilhelm Storitz'in Sırrı"

Wilhelm Storitz’in Sırrı, Jules Verne’in son zamanlarda okuduğum, sürükleyici ama nedense fazlasıyla atlanmış noktası bulunan bir kitabı. Tamam, ne böyle bir yazarı eleştirmek ne de kitabı kötülemek amacım, ancak okurken ister istemez H.G Wells’in “Görünmez Adam”ı aklıma geldi ve gittiğim istemdışı kıyasta Wilhelm Storitz’in Sırrı biraz geride kaldı.

Hikaye, Henry Vidal’in Fransa’dan Macaristan’a, kardeşi Marc Vidal’in düğünü için yola çıkmasıyla başlıyor. Yolculuk boyunca Jules Verne’in içindeki gezi tutkusunu da hissetmek mümkün; detaylı anlatımlarla size yol boyunca çevreyi, zamanındaki haliyle anlatıyor. Sanırım 1800’lerin sonunda geçiyor olay, haliyle dönemde hissedilen Osmanlı etkilerine de kayıtsız kalmıyor yazar ve satır aralarında buna göndermeler yapıyor. Hikayeye devam edersek; sonunda Macaristan’a ulaşan Henry Vidal, kardeşinin nişanlısına kafayı takmış, eski bir bilim adamı olan Otto Storitz’in oğlu Wilhelm Storitz’in kendilerine zehir edeceği bir sürecin içine giriyor.

Wilhelm Storitz’in sırrına gelince, kitabı okumamış olanlar buradan sonrasını okumasın bence; görünmezliğin sırrını bulmuş olan Wilhelm Storitz’in görünmezlik durumunda çok fazla açık olduğunu düşünüyorum. Örneğin tacı çaldığı kısımda taç görünür iken kendisinin üzerindeki kıyafetler ve bu iksiri içen diğer kişiler üzerindeki kıyafetler de görünmez kalıyor. Görünmez Adam’daki yenilip içilenlerin görünmezliğe gidiş süreci gibi bir durum burada kesinlikle yok; o konuya değinilmiyor bile. Gerçekten kıyafet detayının atlanması beni okurken sürekli rahatsız etti.

Aslında romanda değinilen görünmezlik değil; bir evliliğin sabote edilmesi, ancak yanında cılız kalan bu görünmezlik durumu da hikayenin yegane sıra dışı unsuru. Kitapta bolca Macar – Alman düşmanlığı izlerini görmek de bir diğer detay. Jules Verne’in Almanlar’a olan nefretini hemen her sayfada görmek mümkün. Öyle ki Storitz ailesinin şeytanı temsil eden bir duruşa büründürülmesi ve bunu Alman ırkına (kendileri Prusya’lı olmakta kitapta) yapıştırılması, takiben Macar halkının Almanlar’a karşı neredeyse nefret çerçevesinde birleşmesi gibi unsurlar Verne hakkında fazlasıyla ipucu veriyor!

Sonuç olarak Wilhelm Storitz’in sırrı akıcı bir kitap, Jules Verne gibi bir yazarın bir eseri için de sanırım başka bir yorum yapmak olmaz. Ama kesinlikle okurken göz batan fikirler, göndermeler ve atlanan detaylar da yok diyemiyorum.

16 Kasım 2012 Cuma

Virginia (2010)

Virginia, Virginia’da seçimlerde aday olacak bir şerifle ilişkisi olan, psikolojik açıdan sorunları olan bir kadındır. Bu sorunlar o denli büyüktür ki, içine düştüğü kanser hastalığının ciddiyetini bile geçer. Kendi içinden çıkamadığı kendi hayatıdır; yetiştirirken gerçek bir anne olmadığı düşüncesiyle kendini bitirdiği halde uğruna her şeyini feda edebileceği bir oğlu vardır ancak; ve belki de sahip olduğu, sahip olduğunun farkında olduğu en gerçek şey odur.

Mormon şerifin, Richard’ın, travma sonrası ruh hali bozukluğuyla yaşamakta olan Virginia ile olan yasak ilişkisi. On altı yıldır devam eden ilişki ile, mormon hayatından tamamen uzak, bir ikinci hayatı neredeyse Virginia’nın gözlerinden uzak aslında bir o kadar da gözlerinin önünde yaşaması.

Emmett’in, sorunlu annesiyle hemen hemen rolleri değişmiş biçimde olan ilişkisi; Emmett’ın bir ebeveyn olarak Virginia ile ilgilenmesi. Neredeyse bir baba gibi, kollayıp gözeten kişinin ailede Emmett olması; sorunlu bir anne ile yaşamasına rağmen yaşından çok çok büyük olan bir çocuğun bence, aslında dramı.

Mormon bir şerifin kızı olan Jessie’nin Emmett ile olan ilişkisi; mormon olmayan biriyle asla evlenmeyecek oluşu…

Ve Virginia’nın Virginia ve halkı ile olan ilişkisi. Virginia’yı kabul gören ve kendilerince korumaya çalışan insanlar; zararsız deliyle olan ilişki gibi.

Film izlediğim en depresif filmlerden biri; imdb notunun düşüklüğüne bir anlam veremedim çünkü öyle bir film, öyle gerçekçi ve sizi o denli etkileyen bir film ki, 5.1 gibi düşük bir nottan fazlasını hak ediyor.

15 Kasım 2012 Perşembe

Agatha Christie "Gül Ve Porsukağacı"

Üstadın Mary Westmacott adı altında yazdığı seriden bir başka kitap daha; Gül Ve Porsukağacı.

Hiç beklenmedik ve aslında bazıları için hayalkırıklığı yaratacak şekilde sakatlanan savaş gazisi Hugh, kardeşi ve eşiyle beraber İngiltere kırsalında yeni bir yere taşınır. Bu bölge hala “soylular”, “asiller” ve “basit, sıradan insanlar” gibi kavramların egemenliğini sürdüğü bir 1945′in İngilteresi’nin görüntüsüdür, kanıtıdır; St. Loo kasabası.

Olayın başlangıcı, buraya geldikten sonra, kendisini siyasetin rüzgarına kapılmış, seçimlere hazırlanan insanların arasında bulur Hugh.

Bu sırada muhafazakarların adaya gösterdiği, kahraman, savaş gazisi ancak asil kandan(!) gelmeyen Gabriel ortaya çıkar. İşte tüm hikaye aslında Gabriel ve onun insanların hayatına verdiği şekil. Düşünceleri biçimlendiriş tarzı.

Yeri geliyor, gerçekten Hitler-vari bir hitabet yeteneği ile insanları etkisi altına alıyor, yeri geliyor gün içindeki yardımlarıyla basit gündelik bir sorun için kahramanca anılan bir adama dönüşüyor; fırsat kolluyor, fırsat yaratıyor ve şovunu sürdürüyor. Çünkü bir tamircinin oğlu olan Gabriel’in hayattaki hırsları önüne hiç bir şey geçemez; herkesin tepeden baktığı bir sınıfa mensup olması, hele ki Loo ailesinin egemenliği altında olan bir bölgede seçimlere aday olması onu daha da kamçılıyor. Gabriel bu seçimi kazanmak zorunda; iş artık bir seçimden çıkıp hayatta kalma mücadelesine dönüşüyor. Bu sırada da kasaba kadınları arasında böylesine bir kahraman erkek imajına sahip, aslında çirkin ama son derece etkileyici bir erkek olan Gabriel ayrı bir konumda daha kendi içinde bir savaş veriyor.

Gabriel neredeyse tiksindiği soylu sınıfa karşı olan hıncını, İngiltere’nin o dönemdeki siyasi, sosyal yapısını ve her Agatha Christie romanında olduğu gibi küçük insanların karmaşık ruhsal yapısını, hırslarını bir ustalıkla anlatıyor Gül Ve Porsukağacı. Sınıflar arası farkın yarattığı nefretin nelere engel ve nelere sebep olabileceğini, paralel giden bir hikayede yıkılmaya çalışılan bir soylu sınıf algısını (bunu yıkmaya çalışan yine soylu sınıfa ait olmayan biri şeklinde) ustaca anlatıyor Agatha Christie. Aynı zamanda parlak, beklenen, berrak ve sorunsuz bir geleceğin, sebepleri asla kolayca anlaşılamayacak kadar apaçık olan bir sevgi yüzünden nasıl parçalanıp atıldığını, kimsenin anlam veremediği kaçışları ve vazgeçişleri görüyoruz.

Üstadın her zamanki gibi her satırı dolu bu romanı, derler ya, bir solukta okunacak bir kitap. İnsan psikolojisi için Agatha Christie’nin varlığının yine bir mucize olduğunu görmek de bu kitabın bir diğer yönü.

13 Kasım 2012 Salı

The Raven (2012)

Edgar Allan Poe hayranı bir seri katilin cinayetlerine son vermek amacıyla, şehre yeni dönen Poe ve polisin ortak bir faaliyete girişmesiyle başlıyor film. Sebepsiz yere ve aynı Poe öykülerinde olduğu gibi (ki aslında sebebi de bu oluyor), ve o öykülerdeki detayları barındıran cinayetler karşısında katili en yakın tanıyabilecek kişi olan Poe ile polisin ortaklığı mecburi hale geliyor.

Katil Poe’dan bir istekte de bulunuyor; bunun sonucunda ise Poe’nun en değer verdiği insanın hayatının devam etmesi ya da sona ermesi bulunuyor. İpleri film boyunca aslında bir Poe’nun bir katilin elinde görüyoruz.

Filmin açılış sahnesinde, Sherlock Holmes’un neredeyse çıkış sebebi olan, Poe’nun birbirinden güzel olan Auguste Dupin öykülerinden akıllara gelebilecek bir cinayet sahnesi var. İzlerken bu sahneyi görüp yanılgıya düşmüş, tüm filmin bu cinayeti işleyen “kişi”(!)yi bulmaya yönelik olduğunu sanmıştım. Ancak hikayeye dahil olan katilin yorulmadan işleyeceği daha çok “Poe öyküsü” bulunmaktaydı.

Mükemmel, aman aman bir film değil. Ancak izlerken sıkmıyor. Genelde bu tip hikayelerin anlatıldığı filmlerden kaçarım; seri katilin peşinde olan ve eninde sonunda iş kendine de bulaşacak olan başkahraman hikayelerinden. Ancak The Raven bunu yaratmadı bende. Gayet akıcı, sürükleyici geldi. Ama genel olarak imdb puanın üzerine daha fazla çıkabileceğini de sanmıyorum, öyle özetleyim.

12 Kasım 2012 Pazartesi

Safety Not Guaranteed (2012)

“Aranıyor: Benimle zamanda geriye gidecek biri. Şaka değil. Geri döndüğümüzde ödemenizi alacaksınız. Kendi silahınızı getirmelisiniz. Bunu daha önce bir kere yaptım. Güvenlik garantisi yok.” Yerel bir gazetedeki bu sıra dışı ilan, konu sıkıntısı çeken bir derginin o ayki kurtarıcı olacaktır; bu ilanın ardındakileri hikayeleştirmek için Jeff ve iki stajer yola çıkar; Dairus ve Arnau. İlanı veren Kenneth, bir marketteki işinden arta kalan tüm zamanını zamanda yolculuk üzerine düşünerek ve bu planını gerçekleştirebilmek için çalışmakla geçirmektedir. İş arkadaşları arasında bu yüzden adeta “zararsız bir deli” konumundadır. Kenneth’in yolculuk sırasında yanından olacak kişi olarak Dairus seçilir; Kenneth ona güvenmeye başlar. Ancak Dairus’un dergiden geldiğinden bihaberdir. Seçimin ardından yolculuk için eğitimlere tam gaz başlanır; artık geriye kalan tek şey haraket edilecek günü beklemektir. Hikayenin başında paranoyak bir şizofren belirtileri gösteren Kenneth’in zamanla iç yüzünü tanıdıkça Dairus’un kafasında da Kenneth’e olan inancı arttıkça, zaman yolculuğuna çıkma ihtiyacı da alttan alta belirmeye başlar. Tıpkı Kenneth gibi aslında onun da içten içe buna ihtiyacı olduğunu anlamaya başlarız. Öte yandan Jeff’in hayatındaki eksikliğin ne olduğunu fark etmesi ve içinde olduğu durumdan aslında kurtulmak istiyor oluşunu da görürüz. Safety Not Guaranteed resmen çok sevimli bir film. Zaman yolculuğunu bu kadar gerçekçi ve sade karakterlerle anlatmayı başarmak başarısını ve tüm alkışları baştan sona hakediyor

Sinema Müdavimi (Walker Percy)

“Hepsi her an intihar edebileceğimi düşünüyorlar. Ne acayip. Gerçek bunun tam tersi elbette: İntihar beni hayatta tutan yegane şeydir. Ne zaman her şey düş kırıklığı yaratsa, tek yapmam gereken intiharı düşünmek ve iki saniye içinde bir ahmak gibi neşeli oluveriyorum” Askerden döndükten sonra kendi işinin başına geçen Binx düzen ve sükunet içindeki hayatında, otuzuncu yaşına girmeye hazırlanırken bir arayışa girer; o ana kadar çalışmak, para, para kazanmak ve sekreteri olan kızlarla gezip eğlenmek ve sinemaya giderek başkalarının hayatlarının yansıdığı beyaz perdeyi izlemek Binx’in hayatını oluşturmaktadır. Ancak arayış onun yolunu değiştirmeye başlar; aile yaşamı, halasının üvey kızı olan Kate’in içinde bulunduğu ruhsal durum Binx’in hayatını başka bir yöne sürükleyecektir. Bu yolda ise asıl olan artık sekreter kızlarla çıktığı araba gezintilerinin ötesinde bir hayatı sunacaktır.
Walker Percy’nin Amerika’da varoluşsal bir roman olarak çığır açtığı Sinema Müdavimi, okurken kaşlarınızı çatmanıza, hatta yeri gelecek okuma hızınızın düşmesine sebep olacak. Düşüncelerin derinleşmeye başladığı hemen her satırda tekrar tekrar okumak isteyeceğiniz satırlar karşısında eliniz kolunuz bağlı kalacaksınız. Zira Binx’in hayatıyla paralellik kurmaya başladığınız her anda, sizi de kendi arayışınız içine çekebilecek, günlük rutininiz içinde kendinizi sorgulatmaya, ve eğer şanssızsanız gördükleriniz yüzünden moralinizin bozulmasına sebep olacaktır. Sinema Müdavimi’ni okurken mutsuzluğu ve umutsuzluğu sürekli ensenizde bir azrail gibi beklerken hissedebilmek mümkün. İlk satırda olduğu gibi, son verirken de kitaptan bir alıntıyla sizi gölgelerin arasına atayım; “Bir anda altı ya da sekiz kapsül yuttum. Bunun beni öldürmeyeceğini biliyordum. Tanrım ölmek istemiyordum – o anda değil. Tek istediğim – sabit noktadan tüymek ya da ayrılmaktı.” İşte bu yüzden Sinema Müdavimi’ni okurken eliniz çokça sigaraya ya da sert bir içkiye gidebilir.

7 Kasım 2012 Çarşamba

Ara Dünya (Neil Gaiman/Michael Reaves)

Kendi evinin içinde bile kaybolan birinin, dünyalar arası bir yürüyüşçü olması? Evet, bu kadar net ve belki de o kadar karışık. Lise öğrencisi olan Joey Harker, sosyal bilimler dersi için şehrin bir noktasına iki arkadaşı ile bırakılır ve hedefleri olan yeri bulmaya çalışır. Ancak bu yolculuk Joey için sadece ders notunu düşünmek ve gideceği yerin neresi olduğunu bulmaktan daha fazlası olacaktır. Joey dünyalar arası bir geçiş yaşar; çünkü o bir “Yürüyüşçü”dür. Ve “dünyaların” kaderini belirleyebilecek bir güce sahiptir.

Ara dünyalar, çoklu evren, zaman, paralel evrenler… Tanımsız yerlerin tasvirinde o kadar gerçekçi bir anlatım var ki okuduğunu kitabın bir bilim kurgu olduğuna inanmanız güç. Ya siz de benim gibi “olmadığını nereden biliyoruz ki” diyorsanız ne ala, o zaman belki de hep görmek istediğiniz bir “yerlerin” tasviri sayfalar arasında size sunuluyor. Haberleri izlerken gerçeğin sunumu kanaldan kanala nasıl değişiyorsa, o da bir kurgu olmaya nasıl başlıyorsa, gerçekten ne kadar uzaklaşıyorsa; merak etmeyin, Ara Dünya hepsinden daha gerçek. Umarım alakasız bir örnekleme olarak kafanızdan bana küfürler yükselmiyordur.

 Neil Gaiman ve Michael Reaves’in beraber yazdığı Ara Dünya belki gençlere yönelik bir kitap, ama kitabın hedef kitlesi olan yaş aralığından çıkalı uzun zaman olmuş benim için bile çabucak okunup bitirmek istenen bir kitap oldu. Öyle ki sırada “Kıyamet Göstersi” var.

Jeff, Who Lives At Home (2011)

Hala annesiyle beraber yaşayan Jeff, telefonu açtığında aslında yanlış numara olan durumun aslında “doğru” olabileceğini düşünür; arayan kişi Kevin’ı aramaktadır ama Jeff ve annesinin yaşadığı bu evde elbette Kevin yoktur. Acaba? Film böyle başlıyor. Ve Jeff şehirde bir şekilde kendisini Kevin’ı ararken bulur, Kevin her yerde kendisine görünmektedir ve her bir işaret, Kevin’a dair her bir şey yine başka bir Kevin durumuna bağlanmaktadır. Olaylar tek bir gün içinde geçiyor. Jeff’in Kevin’ın peşinden koşusu sırasında evliliğinde sorun yaşayan abisi Pat ve sıkıcı işinde bir süprizle karşılaşan annesi Sharon’un da hikayesini paralel olarak izliyoruz. Filmde izleyeceğiniz üzere bu üç kişinin de yollarını yine bir araya getiren o yanlış numara oluyor.
Bir evliliğin çöküş yolculuğu, koca bir adamın hala annesiyle yaşayacak kadar “loser” oluşu, bir adamın karısını mutlu etmeye çalışırken çuvallaması, bir kadının ilerleyen yaşına bakarak artık her şey için çok geç olduğunu düşünmesi, bir kadının da arkadaşına bakarak onun bir hayalini gerçekleştirmeye çalışması… Jay Duplasas ve Mark Duplasas’ın yönettiği Jeff, Who Lives At Home çok sevimli bir film. Gülümsemek ve sonunda göz yaşlarınızı tutamamak serbest. Az karakterler, sürükleyici bir olay, sakin ama hızlı bir film.

6 Kasım 2012 Salı

Headhunters (2011)

Çok sevdiğim bir Norveçli polisiye yazarı olan Jo Nesbo’nun kitabından uyarlanan film son zamanlar izlediğim en yüksek tempolu film oldu. Bir şirkette insan kaynakları bölümde çalışan Roger Brown’un hayatında çocuk yapmak istemediği ama aşık olduğu bir eşi, iyi bir işi ve bir sırrı vardır. Roger yasa dışı bir işi ortağı Ove ile yürütmektedir; sanat eserlerini çalmakta ve bunları karaborsada satmaktadır. İşinden elde ettiği parayla yetinmemesinin bir sebebi vardır ancak; Roger'ın boyu 1.68'dir, karısı ise uzun bir Norveç güzelidir. Roger karısının çocuk istediğine rağmen çocuk yapmak istememektedir; bu yüzden bir yerden diğer tarafı kendince telafi etmeye çalışmaktadır; karısına pahalı hediyeler. En azından cebinde para varken boyu daha uzundur, daha az eksiği vardır kendince. Ve sevdiği kadını elinde tutmaya yine kendince çalışmaktadır. Her şey, karısının sergisinin açılışında tanıştığı Clas Greve’nin evindeki bir tabloya göz dikmesiyle başlar. Ardından gelen süreçte Clas, karısı ve Ove kendisi için bir tehdit haline dönüşecektir ve tahmin bile edemeyeceği bir çok olayın içine sürükleyecektir. Norveç’in soğuğunda hızıyla ve içinde aksiyonla sizi izlerken bile terletecek, sonunu merak etmeden tek bir saniye geçirmeyeceğiniz bir film. Açıkçası imdb’deki 7.5 notunun çok çok ötesinde bir film, eğer Jo Nesbo’yu hiç okumadıysanız diğer eserlerini de merak etmenize kesinlikle yardımcı olacak bir film. Morten Tyldum’un yönettiği 2011 yapımı Headhunters (Hodejegerne) kaçırılmaz, izlenir, izlettirilir.

4 Kasım 2012 Pazar

Dark Shadows (2012)

Umut Sarıkaya’nın bir karikatürü vardı; karakter Tim Burton’a milleti bu filmleri izlete izlete kendi evini baştan yaptığını, mutfak fayanslarını falan yenilettiğini söylüyordu. Sanırım artık Burton’ların malikanesinde değişmesi gereken bir şey kalmadı. Yoksa çıkan film Dark Shadows olmazdı. En azılı Burton hayranının bile bu filmi ne kadar beğenebileceğini merak ediyorum. Sıradanlıktan uzaklaşamayan bir gölgeler yığını arasında kalmış bir film Dark Shadows. İngiltere’den Amerika’ya göçen ve Collinwood kasabasına hem adlarını veren hem de şehirde balıkçılıkla yükselen ailenin yakışıklı oğlu, hayatında gördüğü en çirkin kadın Alice Cooper olan Barnabas, kalbini kırdığı kadın yüzünden vampire çevrilip, demir tabuta hapsedildikten 196 yıl sonra yanlışlıkla 1972’nin Amerika’sına çıkar. Ailenin hala hayatta olan bireylerini bulmak ve yeniden şehirdeki balıkçılığını tekellerine almak için kolları sıvar.
Ancak karşısına yine yıllar önce kendisini vampire çeviren Angelique çıkar; şehirdeki balıkçılığı artık kendi tekeline alan intikam yüklü kadın. Filmde tüm karakterler sönük kalmış. Öne çıkan bir karakter yok. Buna Deep’in canlandırdığı başkahraman Barnabas da dahil. 1972’ye uyanan bir vampirden bile bir espiri çıkaramadılarsa vay bu yazarın da yönetmenin de haline. Bir de o nasıl bir vampirdir ki herhangi bir şekilde güneşe çıkabiliyor? Çıkamaması lazım. Şemsiyeyle gözlükle olmaz o, vampirsen güneşe çık-ma-ya-cak-sın, çıkamazsın. Aynen bu kadar düz bence. Oyuncu kadrosuna rağmen nasıl bu kadar cılız bir film çıkmış, tebrikler doğrusu. Filmde gerçekten gülebileceğiniz bir şey bulmanız zor. Ama pazar sabahı kahvenizi içerken izlerseniz kapatmak istemeyebilirsiniz, o ayrı. Tim Burton’a dair delicesine bir sevgim yok, iyi ki de yok yoksa bu filmden sonra nefret ederdim. Hele ki Beterböcek’i çekmiş bir adamdan bu filmin geldiğini düşünürsek.

3 Ekim 2012 Çarşamba

Şehir Ve Şehir (China Mieville)

Bir polisiye roman yazarken kurbanı, katili, mekanı ve olayı sıra dışı bir hale getirmek zordur. Zira yapılmamış olanı bulmak ve bunu belirli bir mantık içinde, akla uygun (ama bir o kadar da akıl için yeni biçimde, alışılmışın ötesinde) bir halde sunmak için yazarın da sıradanlıktan uzak olması gerekir. Bu yüzden China Mieville’in Şehir Ve Şehir romanı, sıra dışı bir yazara sahip olduğu için polisiyede sahip olduğu tek kişilik tahtına kurulmuş halde. İki şehri iç içe geçirip, iki şehrin de birbirinin farkında olmasına yasak koymak akla gelemeyecek kadar dahice geldi bana okurken. “İhlal”i o kadar gerçekçi anlatıyor ki, ki buna günlük hayattaki siyaset bilgisinin bile yetebileceği bir olağan yön ekleyerek, siz de Bezsel ve Ul Quoma’ya alışıyorsunuz, anlıyorsunuz. Çapraz hatlarla bölünmüş iki şehir; ve her şehrin insanları diğer tarafı görmemek, duymamak, kısaca algılamamak zorunda. Yoksa, işte o zaman “ihlal” devreye girer. Okurken baş karakter olan Tyador Borlu’nun gözleriyle görmeye ve görmemeye başladığınızda içinize, kitabın etrafınızda ördüğü dünyanın içerisine tamamen girmiş oluyorsunuz. Artık satırları takip ettiğiniz her an siz de ihlalden korkuyorsunuz; Borlu adına korkuyorsunuz. Kesinlikle 2012 içinde alınıp okunabilecek en benzersiz kitaplardan biri. Böyle bir polisiye hayatım boyunca okumadım, okuyacağımı da sanmıyorum. Ama China Mieville’den bundan sonra ne bekleyebiliriz, işte onu da hayal edebileceğimi sanmıyorum. Yalnız onun hayal gücünde bizi bekleyen ne süprizler vardır, bir o bilir.

11 Temmuz 2012 Çarşamba

The Divide (2011)

Imdb puanı nasıl olur da 5.9'da kalır, aklım almıyor. Böylesine ruh halini tepetaklak eden filmlere kim neden bağrına basmaz, bunu da aklım almıyor. The Divide, izledikten sonra takip eden uyuyup uyanma süresi de dahil olmak üzere, kafadan bir on iki saat boyunca beni etkisine fazlasıyla almış bir film. Bu satırları yazarken filmi izlememin üzerinden iki ay kadar geçmiş bulunuyor sanırım, ancak hala aynı bunaltıcı ruh hali kaburgalarımın arasında beni sıkıştırmaya çalışıyor gibi. Filmin konusu, nükleer bir saldırı sonucu apartmanlarının bodrum katında, apartman görevlisinin yaşam alanında ve onun stoklarıyla hayatta kalmaya çalışan insanların, zaman içinde geçirdikleri -en iyi tabirle- evrimi anlatıyor. İnsanın doğuştan kötü olduğuna inanıyorsanız ve bun kötülüğü perdeleyenin yalnızca medeniyet maskesi olduğunu düşünüyorsanız, insanoğlunun en temel ihtiyaçlarını karşılayamadığı durumda medeniyeti nasıl bir kenara atıp, yeniden saf kötülüğüne döndüğünün bir kanıtı kabul edebilirsiniz The Divide'ı. Tüm inceliklerden ve önceliklerden uzak biçimde, hayatta kalma çabasının insanı nereden nereye, üstelik ne kadar kısa zamanda sürükleyebileceği çok ürkütücü bir gerçek olarak karşımıza çıkıyor.
Zamanla delirmeye başlayan ve yoldan çıkanların, çoğul düşünmeyi bir kenara atıp ilk insanmışçasına ayakta kalmaya çalışmasını belki bazen gözlerimizi kapatarak izliyoruz. Bir damla su ya da içinde bulunulan durumdan kaçış için neler yapılabileceğini de. İnsan objeye, o obje de zaman geçirtecek bir araca, bazen bir ilaca, çoğu zaman da deliliğin dağlarına tırmanmak için bir kancaya çevrilebiliyor. Tüm kötülüğüyle baş başa kalan insan, her ne yaparsa yapsın paçayı ne kadar kurtarırsa kurtarsın, yine bir başına kaldığı müddetçe aslında ne kadar "her zaman ölü"dür diyor The Divide. Sonunu anlatmayım, ancak son karede Donnie Darko'daki Grandma Dead'in akla gelememesi imkansız; her insan yalnız ölür. Xavier Gens yine kafaya çaka çaka, korkmadan, korkutmaktan kaçınmadan ve en ilkel güdüleri kullanarak The Divide'ı gözümüze sokuyor. İşte insanlık buraya kadar.

10 Temmuz 2012 Salı

The Raid (2012)

Böyle bir dayak yok, yok böyle bir dayak, diyerek izlediğim film. Dayak uzmanlık sınavı gibi bir film. Normalde bu tip bir filmi pek hevesle izlemeyen biri de olsam başından sonuna kadar beni kendisine bağlayan bir film The Raid. Konusuna gelirsek; mafyanın egemenliği altındaki bir apartmana baskına giden polis ekiplerinin amacı mafyanın "başını" ezmektir. Ancak apartmanda suçlu suçsuz bir çok kimse yaşadığı için asıl amaç mümkün mertebe az zararlı amaca ulaşıp çıkmak, binayı ve şehri bu beladan temizlemektedir.
Ancak işler elbette planlandığı gibi gitmez ve neredeyse tamamı dövüş sanatları yüksek lisansı tamamlamış vurdukça güçlenen, dövdükçe dikleşen arızalarla dolu bir apartmanda sıkışıp kalır ekip. Film, apartmandan tekrar çıkabilmeye çalışmalarını izlerken geçiyor asıl - bence. Sıkışmışlık duygusu ve Uzakdoğu dövüş filmleri birleşimi bu kadar hoş yapılamazdı galiba. Akıp giden -dövüş demiyorum- dayak sahneleri beni adeta çocukluğumda ağzı açık izlediğim Van Damme filmlerindeki zamanın su gibi geçmesine götürdü. İzleyip pişman olmayacağınız bir film.

Restless (2011)

İzlediğim en iyi Gus Van Sant filmi. Ölümü anlatan filmler, ilk beş - altı listesi yapacak olursam da torpilli sırada olacak Restless. Annabel, ölmek üzere olan kanser hastası bir kızdır. Enoch ise ailesini bir trafik kazasında yitirmiş, bu kazanın ardından girdiği komadan çıkmayı başarabilmiş bir genç erkektir. Hiroshi ise İkinci Dünya Savaşı sırasındaki bir savaş pilotunun hayaletidir. Enoch'un da en yakın arkadaşıdır. Annabel ve Enoch, tanımadıkları insanların cenazelerine gitmektedirler; ikisinin tanışması da bu vesile ile olur. Annabel yaklaşan ölüm gerçeğine kendisini böyle alıştırırken, Enoch da kalbinin durduğu ve ölümü yaşadığı saniyelerin ardından, yanıbaşında her daim bekleyen ve ailesini kendisinden alıp giden ölüm ile arasını bu yolla sıcak tutmaktadır adeta. Uzun süre, ve gittikçe artan biçimde kafamı ölüm üzerine uzun süreler çalıştırdığım için bu kadar tatlı ve içten bir anlatımla, bence akıl almaz bir korkunç durum içinde olan iki insan ile ölümü anlatan Restless, kesinlikle yalnız izlenmesi ve üzerine zaman ayırılması gereken bir film.
Ölüm yanıbaşınızda yol alırken, aslında bunun için ille de kanser hastası olmanız, ya da ölmüş bir insanla (hayalet!) iletişim kurabiliyor olmanız ya da "yakın ölüm deneyimi" yaşamış olmanız gerekmez. Ölüm burnunuzun dibinde ama hala öğrenmeye ve o yokmuşçasına yaşamayı başarabiliyoruz. Galiba. Tıpkı Annabel'in tedavi sürecinde kuş bilimi üzerine kendini geliştirmeye çalışması gibi; resim yapabilme isteğinin hala var olması gibi. Ya da iki insanın ölüm koşar adım gelirken aşık olması gibi. Ölüm, romantik.

9 Mayıs 2012 Çarşamba

Mary And Max (2009)

Avustralya'daki küçük bir kız ve New York'daki obez bir adamın hikayesi. İzleyeli uzun zaman oldu, hatta yıllar oldu ama bahsetmek istedim. Zira oldukça hüzünlü bir filmdi, unutmadım hiç. Mary Daisy Dinkle ve Max Jerry Horovitz'in yapayalnız insanların dünyada birbirlerini bir yolla bulup, akabinde yalnızlık hislerinin yok olmasından ziyade bence yalnıza paylaşılmasını izliyoruz.
İlgisiz bir ailenin, hayali "Earl Grey" (!) gibi bir beyaz atlı prens bekleyen, yüzündeki doğum lekesi yüzünden sadist arkadaşları tarafından dışlanan Mary ve obezliği, New York'da renk yoksunu (beresi hariç!), tek başına, papağanı ve obezliğiyle yaşayan bu iki insanın mektup arkadaşlığı ile başlayan ve Mary'nin Max'i görmeye çabalamasıyla devam eden hikayesi.
Max'in fobileri ve geçmişiyle olan dertleri, Mary'nin annesinin alkol sorunu ve babası ile olan ilişkisi, Mary'nin hayatını birleştirdiği erkek yüzünden yaşadığı hayalkırıklığı (!), Max'in bence paçasını bir türlü yüzüne yapışan mutsuzluktan kurtaramaması.
Arada bir gülümseten, ancak gerçekten buruk gülümseten bir film Mary And Max. İzlerken çok burnumu çekip çok yutkunmuştum. Adam Elliot da yazmış, yönetmiş.