6 Aralık 2012 Perşembe

Stieg Larsson "Millenium I - II - III"

Hakkında yazmadan olmazdı, okuduğum en güzel seri olduğu için Stieg Larsson’ın Millenium serisi de bu blogda yer almalıydı.

Norveç ve İsveç’den çıkan polisiye yazarlara olan ilgim Jo Nesbo ve Henning Mankell’den öteye gitmediği, fazla yazarla bağnaz bir okuyucu olduğum için karşılaşma şansım düşük olduğu için Stieg Larsson’la tanışmam da aslında biraz zaman aldı. Kaybettiğim zamana üzüldüm mü, evet. Ama hiç biri bu enfes yazarın artık hayatta olmaması kadar üzemezdi beni. Millenium üçlemesi içinde cevap bekleyen sorular ve merakta bırakan noktaların artık aydınlanma şansını ve yeni bir Larsson romanı şansını sonsuza dek yitirmiş haldeyiz.

Kitaplardaki hikayeden ve akışından o kadar da bahsetmek istemiyorum. Yaratılan sihrin başkahramanı, bence bu tip romanlar içinde yaratılabilecek en cezp edici ve en farklı karakter olan Lisbeth Salander ve içinde bulunduğu karmaşa kitaplarda öne çıkan ve farklılaştırıcı en büyük nokta. Zira Salander gibi bir karakteri kanlı canlı, satırlar arasından çıkarmak büyük başarı. Karaktere bir anormallik katarak, ki bunu olumsuz manada söylemiyorum, neredeyse bir anti kahraman resmederek romanın lokomotifini oluşturmuş.

İsveç’e sığınan bir Rus ajanıyla başlayan sürecin sonunda, İsveç haber alma teşkilatı SAPO’nun, farklı yer ve zamanlarda işlenen aslında onlarca cinayetin kilit noktasında Salander’ı görürüz; anoreksik görünümü altında iştahı yerinde, feminist, asperger sendromlu, fotografik bir hafızaya sahip, yirmili yaşlarında başarılı bir hacker. Üstelik yeri geldiğinde dişi bir Robin Hood’a varan haraketleri mevcut.

Kitaplardan ziyade başkahramana değinerek başlamamın sebebi ise gerçekten bu karakteri okurken sevmem; tıpkı en sevdiğim yazar olan Agahta Christie’nin romanlarında olduğu gibi bu karakter de kinci, intikam hırsı onu ayakta tutan yegane şey. Bu da Christie romanlarında karakterlerin genellikle sahip olduğu ve kendilerini güdüleyen güçlü özelliklerden biridir, bu yüzden değindim. Devam edersek; Lisbeth Salander intikam almak için hayattan kopamayacak kadar inatçı ve kinci bir karakter. Okurken sıklıkla kendisinin ilginç intikam yöntemleriyle de karşılaşmak mümkün. İçten içe tamamen haklı olduğunu bilmeniz ise tüm intikam sahnelerinde aslında bir nebze olsun üzülmemenizi sağlıyor.

Serinin Millenium adını almasına gelirsek; ilk kitapta bir araştırma için hacker olarak tutulan Salander ve Millenium dergisinde çalışan Michael Blomkvist’in yolları kesişir ve takiben üç kitapta da Millenium ve Blomkvist, Lisbeth’in yanında yer alır, İsveç’in sırları kamuoyunu bir bir sunulurken bu ikili ortaklık devam eder.

Kitapların film uyarlamaları da mevcut bildiğiniz gibi; İsveç yapımı filmler her ne kadar daha “orijinal” dursa da aslında oyuncu seçimiyle daha yükseğe çıkan kesinlikle David Fincher’in Girl With The Dragon Tattoo’su. İsveç yapımı filmlerde her üç kitabın da sinema uyarlamasını görmek mümkünken, Fincher’in yalnızca ilk kitaptan yaptığı uyarlamayı daha çok beğenmemenin sebebi ise dediğim gibi oyuncu seçimi. Blomkvist ve Salander karakterleri Fincher’in filminde tek kelimeyle kusursuz biçimde vücut bulmuş.

Özetle, bu yazı seriden çok Salander’a odaklanmış olsa bile kitap elbette benim yazmaya çalıştığımdan ve filmlerden çok çok daha fazlası. Mükemmel bir detaycılıkla, onlara karakterin kafa karıştırmadan okura sunulması ve yaratılan mükemmel kurgu kesinlikle es geçilmemeli, hala okumayan varsa da koşarak kitapları edinmeli. Polisye – macera türünde herhalde uzun bir süre daha iyisinin olmayacağı bir seri Millenium.

Hiç yorum yok: