11 Temmuz 2012 Çarşamba

The Divide (2011)

Imdb puanı nasıl olur da 5.9'da kalır, aklım almıyor. Böylesine ruh halini tepetaklak eden filmlere kim neden bağrına basmaz, bunu da aklım almıyor. The Divide, izledikten sonra takip eden uyuyup uyanma süresi de dahil olmak üzere, kafadan bir on iki saat boyunca beni etkisine fazlasıyla almış bir film. Bu satırları yazarken filmi izlememin üzerinden iki ay kadar geçmiş bulunuyor sanırım, ancak hala aynı bunaltıcı ruh hali kaburgalarımın arasında beni sıkıştırmaya çalışıyor gibi. Filmin konusu, nükleer bir saldırı sonucu apartmanlarının bodrum katında, apartman görevlisinin yaşam alanında ve onun stoklarıyla hayatta kalmaya çalışan insanların, zaman içinde geçirdikleri -en iyi tabirle- evrimi anlatıyor. İnsanın doğuştan kötü olduğuna inanıyorsanız ve bun kötülüğü perdeleyenin yalnızca medeniyet maskesi olduğunu düşünüyorsanız, insanoğlunun en temel ihtiyaçlarını karşılayamadığı durumda medeniyeti nasıl bir kenara atıp, yeniden saf kötülüğüne döndüğünün bir kanıtı kabul edebilirsiniz The Divide'ı. Tüm inceliklerden ve önceliklerden uzak biçimde, hayatta kalma çabasının insanı nereden nereye, üstelik ne kadar kısa zamanda sürükleyebileceği çok ürkütücü bir gerçek olarak karşımıza çıkıyor.
Zamanla delirmeye başlayan ve yoldan çıkanların, çoğul düşünmeyi bir kenara atıp ilk insanmışçasına ayakta kalmaya çalışmasını belki bazen gözlerimizi kapatarak izliyoruz. Bir damla su ya da içinde bulunulan durumdan kaçış için neler yapılabileceğini de. İnsan objeye, o obje de zaman geçirtecek bir araca, bazen bir ilaca, çoğu zaman da deliliğin dağlarına tırmanmak için bir kancaya çevrilebiliyor. Tüm kötülüğüyle baş başa kalan insan, her ne yaparsa yapsın paçayı ne kadar kurtarırsa kurtarsın, yine bir başına kaldığı müddetçe aslında ne kadar "her zaman ölü"dür diyor The Divide. Sonunu anlatmayım, ancak son karede Donnie Darko'daki Grandma Dead'in akla gelememesi imkansız; her insan yalnız ölür. Xavier Gens yine kafaya çaka çaka, korkmadan, korkutmaktan kaçınmadan ve en ilkel güdüleri kullanarak The Divide'ı gözümüze sokuyor. İşte insanlık buraya kadar.

10 Temmuz 2012 Salı

The Raid (2012)

Böyle bir dayak yok, yok böyle bir dayak, diyerek izlediğim film. Dayak uzmanlık sınavı gibi bir film. Normalde bu tip bir filmi pek hevesle izlemeyen biri de olsam başından sonuna kadar beni kendisine bağlayan bir film The Raid. Konusuna gelirsek; mafyanın egemenliği altındaki bir apartmana baskına giden polis ekiplerinin amacı mafyanın "başını" ezmektir. Ancak apartmanda suçlu suçsuz bir çok kimse yaşadığı için asıl amaç mümkün mertebe az zararlı amaca ulaşıp çıkmak, binayı ve şehri bu beladan temizlemektedir.
Ancak işler elbette planlandığı gibi gitmez ve neredeyse tamamı dövüş sanatları yüksek lisansı tamamlamış vurdukça güçlenen, dövdükçe dikleşen arızalarla dolu bir apartmanda sıkışıp kalır ekip. Film, apartmandan tekrar çıkabilmeye çalışmalarını izlerken geçiyor asıl - bence. Sıkışmışlık duygusu ve Uzakdoğu dövüş filmleri birleşimi bu kadar hoş yapılamazdı galiba. Akıp giden -dövüş demiyorum- dayak sahneleri beni adeta çocukluğumda ağzı açık izlediğim Van Damme filmlerindeki zamanın su gibi geçmesine götürdü. İzleyip pişman olmayacağınız bir film.

Restless (2011)

İzlediğim en iyi Gus Van Sant filmi. Ölümü anlatan filmler, ilk beş - altı listesi yapacak olursam da torpilli sırada olacak Restless. Annabel, ölmek üzere olan kanser hastası bir kızdır. Enoch ise ailesini bir trafik kazasında yitirmiş, bu kazanın ardından girdiği komadan çıkmayı başarabilmiş bir genç erkektir. Hiroshi ise İkinci Dünya Savaşı sırasındaki bir savaş pilotunun hayaletidir. Enoch'un da en yakın arkadaşıdır. Annabel ve Enoch, tanımadıkları insanların cenazelerine gitmektedirler; ikisinin tanışması da bu vesile ile olur. Annabel yaklaşan ölüm gerçeğine kendisini böyle alıştırırken, Enoch da kalbinin durduğu ve ölümü yaşadığı saniyelerin ardından, yanıbaşında her daim bekleyen ve ailesini kendisinden alıp giden ölüm ile arasını bu yolla sıcak tutmaktadır adeta. Uzun süre, ve gittikçe artan biçimde kafamı ölüm üzerine uzun süreler çalıştırdığım için bu kadar tatlı ve içten bir anlatımla, bence akıl almaz bir korkunç durum içinde olan iki insan ile ölümü anlatan Restless, kesinlikle yalnız izlenmesi ve üzerine zaman ayırılması gereken bir film.
Ölüm yanıbaşınızda yol alırken, aslında bunun için ille de kanser hastası olmanız, ya da ölmüş bir insanla (hayalet!) iletişim kurabiliyor olmanız ya da "yakın ölüm deneyimi" yaşamış olmanız gerekmez. Ölüm burnunuzun dibinde ama hala öğrenmeye ve o yokmuşçasına yaşamayı başarabiliyoruz. Galiba. Tıpkı Annabel'in tedavi sürecinde kuş bilimi üzerine kendini geliştirmeye çalışması gibi; resim yapabilme isteğinin hala var olması gibi. Ya da iki insanın ölüm koşar adım gelirken aşık olması gibi. Ölüm, romantik.