Film etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Film etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Şubat 2013 Salı

Excision (2012)

Ne zamandır blog’da herhangi bir film yazısı yazmamışım. Aslında uzun zamandır pek film de izlemiyorum, sapık gibi sürekli kitap okuyorum. Sosyallikten uzak durmanın en güzel yanlarından biri de her zaman okumak için zamanın olması; çalışmadığım her saati okumakla geçirebilme şansım oluyor. İyi bence.

Konuya dönelim.

Excision.

İzleyeli iki üç hafta oldu sanırım. Fakat hala filmi anımsadıkça gözlerim doluyor. Öyle bir film ki…

Filmden önce filmin tema müziğini dinlemiştim, ona da bayılmıştım. Ama film gerçekten beni mahvetti. Sonunda ağlamaktan yoruldum diyebilirim. Ağlamak derken öyle kibar kibar gözlerimden yaş gelmesi değil, baya hıçkıra tıksıra ağlamaktan, içi paralanarak ağlamaktan bahsediyorum. (Ne kadar detaya girdim kendim hakkımda, hemen toparlıyorum.)

Pauline, yapayalnız, sevgisiz bir kız. Manyak bir anne, etkisiz bir baba ve ölmek üzere olan bir kızkardeşle çevrili. Lisenin son yılında ve okuldaki herkes ondan adeta iğreniyor....En büyük hayali cerrah olmak ve bu hayali besleyen sıradışı rüyalarında kendi sorunları vücut buluyor.

Kendi umutsuzluğu içinde dışlanmış bir genç kızın, yardım çığlıkları bu kadar barizken kimsenin duymaması sonucu ne hale geldiğini görmek beni kahretti. Filmdeki olayları anlatmayacağım çünkü bunu yapmayı sevmiyorum. İzlemeniz daha mantıklı. Zaten göreceğiniz şeyleri anlatmaya gerek yok.

Excision’a dair belirtmek istediğim bir nokta ise, benim hata olduğunu düşündüğüm bir nokta. Pauline kendisinde sınır kişilik bozukluğu olduğunu söylüyor. Ancak ya bu filmde Pauline’in yanlış koyduğu bir tanı (ki eğer böyle ise bunun en azından daha net, yanlış bir tanı koyduğunun daha net vurgulanması lazımdı) ya da bir hata. Net bir hata. Naçizane bilgime biraz güvenerek Pauline’deki anormalliğin herhangi bir borderline’da pek sık görülmesi bir yana, görüleceğinden bile şüpheliyim. Özellikle filmin beni benden alan final sahnesinde gördüklerim yine bir borderline için beklenmedik bir hareket. Yani o konuda kafam karışık, filmde netleştirilmeyen bu nokta bana hata gibi göründü.

Pauline neresinden bakarsanız hata verecek kadar kötü durumda bir kız, izlerken acımadan edemiyorsunuz. Aslında acımak yerine gerçeği görmezden gelenlere kızmak ve filmin sonundaki akıl almazlığın faturasını ona kesmek bana daha mantıklı geliyor. Malum ülkemizde de devlet hastanelerindeki psikiyatri servisleri hastaya on beş dakika ayırıyor ve üstün kötü bir dinleme ile geçiştiriliyor. Eğer şansı varsa ve psikiyatriye gitmesi ihtiyacının farkındaysa, çevresinden, ailesinden dışlanma korkusu duymadan gidebiliyorsa… Diğer nokta ise özel muayenehanelerde ya da hastanelerde bu işin yarı asgari ücrete varan fiyatları; kapsamlı bir tedavi içinde milyarları gözden çıkarması gereken hastalar.

Demek istediğim grip olmak kadar normal olan ruhsal sıkıntılara bir çare aramak ve bulmak memlekette o kadar zor ki, tedavi edilmediği için, tedavi yerine hacı hocaya götürüldüğü için, umursanmadığı ya da ayıplandığı için, kendini öldürmekten tutun da cinayet işleyen tüm hastaları filmin sonunda bir an için aklınıza getireceğinizden eminim.

29 Kasım 2012 Perşembe

Sinister (2012)

Tebrik ediyorum; bu kadar güzel başlayan, hatta sonuna kadar gayet güzel ilerleyen bir filmi sonunda bu kadar berbat etmek herkesin harcı değildir.

Tahminime göre senarist iki tip otururken akıllarına bir konu gelir; 8mm filmlerde saklı geçmiş ve gizli katili buldurmak. Ok. Klişe ama tamam, sorun yok. Oturur bunu Stephen King'in görünüş itibariyle benzeri olan, maddi olarak bir sıkışıklık içinde olan ve kendisini yeniden şaşalı günlerine götürmesi için yazmakta olduğu yeni romana kendisini adayan bir yazar fikri ortaya çıkmış. Tamam. Geçmişinde filmin başında görülen cinayetlere sahne olan eve taşınan yazar ve ailesinin başına "bir şeyler gelmeye" başlar. Aslında burada filmdeki bir soruna da değinmekte fayda var çünkü aile bireyleri evde neredeyse kıyamet koparken hikayede adeta yok sayılıyorlar; evet varlar ama neredeyse minimum kullanımla!

Sinister'da bir suç romanı yazılmaya çalışılırken olan biten, yalnızca baş kahraman Ellison'ı bağlıyormuş gibi devam ediyor. Bir süre sonra yalnızca kendisine odaklanıyoruz ama yine de filmde devam eden gerilim, ürkütücü olmaya bir hayli yaklaşıyor ki bence sonu hariç filme tadını veren yegane unsur da yarattıkları bu gerilim.

Ancak öyle bir son olmuş, öyle ucuza ve basite kaçmışlar ki filmin ağzınızda biriken tüm tadının üzerine sirke içmiş gibi oluyorsunuz; tüm güzelliğin üzerine ayakkabıyla basılmış gibi kalıyor sonrasında film. Yaklaşık bir buçuk saat koltuğunuzda mutlu mesut, gergin bir bekleyiş içinde filmin temposunu kaptırmışken kendinizi, son on dakika içinde "eeeh beee"'ler dökülmeye başlıyor ağzınızdan.

Sinister yine de yerinizden en azından bir kere sizi sıçratacak, yine yine yine tekrar ediyorum sonu hariç güzel bir gerilim filmi. İzlemekle zaman kaybı yaşamayacağınız kanısındayım.

27 Kasım 2012 Salı

The Hidden Face (2011)

2011 Kolombiya - İspanya ortak yapımı olan The Hidden Face, terk edilen orkestra şefi Adrian'ın durumu hazmetmeye çalışmasıyla başlıyor. Takibinde sizi bekleyen sahneler ve olaylar tipik bir aşk filmi gibi görünebilir; ancak ilk on - on beş dakika sonunda anlıyoruz ki filmin başında Adrian'a bir veda videosu hazırlayıp onu terk eden Belen "kayıp kadın" vakasına dönüşmüştür. Genç kadının nerede olduğu bulunamamaktadır.

Hikayede polis bir yandan Belen'i bulabilmek için Adrian'ı yakın takibe almışken, öte yandan Adrian'ın terk edildiği gün başlayan yeni ilişkisinin diğer kahramanı Fabiana'yla olan ilişkilerini görürüz; Fabiana sonunda zengin bir erkek, üstelik kendisini seven ve sevdiği zengin bir erkek bulmuştur.

Birlikte yaşamaya başlayan çiftin evinde ise garip bir şey olmaktadır; musluklardan sesler gelmektedir. Bu kısımda da aklınıza basit bir hayalet öyküsü gelebilir, şimdiden söyleyeyim yanılıyorsunuz, izlemeye devam edin.

The Hidden Face insanların kazanma ve sahip olma hırsları yüzünden neler yapabileceklerini gayet net ortaya koyuyor; kadınlar dünyasında. Ne uğruna neyi göze alabileceklerini gördükçe belki gerçekten kanınızın donabileceği bir an mevcuttur; zira izlerken Fabiana karakteri o kadar sağlam oluşturulmuş ki filmin kilit noktalarından biri olan bir sanhede verebileceği kararı öncesinde anlıyorsunuz. Kadınları yakından tanımak için güzel bir film. Şaka şaka. Ama güzel bir film. Bir buçuk saatlik süresi içinde sıkılmamanız garantisiyle, sonunu merak ederek izleyeceğinizden emin olabilirsiniz.

16 Kasım 2012 Cuma

Virginia (2010)

Virginia, Virginia’da seçimlerde aday olacak bir şerifle ilişkisi olan, psikolojik açıdan sorunları olan bir kadındır. Bu sorunlar o denli büyüktür ki, içine düştüğü kanser hastalığının ciddiyetini bile geçer. Kendi içinden çıkamadığı kendi hayatıdır; yetiştirirken gerçek bir anne olmadığı düşüncesiyle kendini bitirdiği halde uğruna her şeyini feda edebileceği bir oğlu vardır ancak; ve belki de sahip olduğu, sahip olduğunun farkında olduğu en gerçek şey odur.

Mormon şerifin, Richard’ın, travma sonrası ruh hali bozukluğuyla yaşamakta olan Virginia ile olan yasak ilişkisi. On altı yıldır devam eden ilişki ile, mormon hayatından tamamen uzak, bir ikinci hayatı neredeyse Virginia’nın gözlerinden uzak aslında bir o kadar da gözlerinin önünde yaşaması.

Emmett’in, sorunlu annesiyle hemen hemen rolleri değişmiş biçimde olan ilişkisi; Emmett’ın bir ebeveyn olarak Virginia ile ilgilenmesi. Neredeyse bir baba gibi, kollayıp gözeten kişinin ailede Emmett olması; sorunlu bir anne ile yaşamasına rağmen yaşından çok çok büyük olan bir çocuğun bence, aslında dramı.

Mormon bir şerifin kızı olan Jessie’nin Emmett ile olan ilişkisi; mormon olmayan biriyle asla evlenmeyecek oluşu…

Ve Virginia’nın Virginia ve halkı ile olan ilişkisi. Virginia’yı kabul gören ve kendilerince korumaya çalışan insanlar; zararsız deliyle olan ilişki gibi.

Film izlediğim en depresif filmlerden biri; imdb notunun düşüklüğüne bir anlam veremedim çünkü öyle bir film, öyle gerçekçi ve sizi o denli etkileyen bir film ki, 5.1 gibi düşük bir nottan fazlasını hak ediyor.

13 Kasım 2012 Salı

The Raven (2012)

Edgar Allan Poe hayranı bir seri katilin cinayetlerine son vermek amacıyla, şehre yeni dönen Poe ve polisin ortak bir faaliyete girişmesiyle başlıyor film. Sebepsiz yere ve aynı Poe öykülerinde olduğu gibi (ki aslında sebebi de bu oluyor), ve o öykülerdeki detayları barındıran cinayetler karşısında katili en yakın tanıyabilecek kişi olan Poe ile polisin ortaklığı mecburi hale geliyor.

Katil Poe’dan bir istekte de bulunuyor; bunun sonucunda ise Poe’nun en değer verdiği insanın hayatının devam etmesi ya da sona ermesi bulunuyor. İpleri film boyunca aslında bir Poe’nun bir katilin elinde görüyoruz.

Filmin açılış sahnesinde, Sherlock Holmes’un neredeyse çıkış sebebi olan, Poe’nun birbirinden güzel olan Auguste Dupin öykülerinden akıllara gelebilecek bir cinayet sahnesi var. İzlerken bu sahneyi görüp yanılgıya düşmüş, tüm filmin bu cinayeti işleyen “kişi”(!)yi bulmaya yönelik olduğunu sanmıştım. Ancak hikayeye dahil olan katilin yorulmadan işleyeceği daha çok “Poe öyküsü” bulunmaktaydı.

Mükemmel, aman aman bir film değil. Ancak izlerken sıkmıyor. Genelde bu tip hikayelerin anlatıldığı filmlerden kaçarım; seri katilin peşinde olan ve eninde sonunda iş kendine de bulaşacak olan başkahraman hikayelerinden. Ancak The Raven bunu yaratmadı bende. Gayet akıcı, sürükleyici geldi. Ama genel olarak imdb puanın üzerine daha fazla çıkabileceğini de sanmıyorum, öyle özetleyim.

12 Kasım 2012 Pazartesi

Safety Not Guaranteed (2012)

“Aranıyor: Benimle zamanda geriye gidecek biri. Şaka değil. Geri döndüğümüzde ödemenizi alacaksınız. Kendi silahınızı getirmelisiniz. Bunu daha önce bir kere yaptım. Güvenlik garantisi yok.” Yerel bir gazetedeki bu sıra dışı ilan, konu sıkıntısı çeken bir derginin o ayki kurtarıcı olacaktır; bu ilanın ardındakileri hikayeleştirmek için Jeff ve iki stajer yola çıkar; Dairus ve Arnau. İlanı veren Kenneth, bir marketteki işinden arta kalan tüm zamanını zamanda yolculuk üzerine düşünerek ve bu planını gerçekleştirebilmek için çalışmakla geçirmektedir. İş arkadaşları arasında bu yüzden adeta “zararsız bir deli” konumundadır. Kenneth’in yolculuk sırasında yanından olacak kişi olarak Dairus seçilir; Kenneth ona güvenmeye başlar. Ancak Dairus’un dergiden geldiğinden bihaberdir. Seçimin ardından yolculuk için eğitimlere tam gaz başlanır; artık geriye kalan tek şey haraket edilecek günü beklemektir. Hikayenin başında paranoyak bir şizofren belirtileri gösteren Kenneth’in zamanla iç yüzünü tanıdıkça Dairus’un kafasında da Kenneth’e olan inancı arttıkça, zaman yolculuğuna çıkma ihtiyacı da alttan alta belirmeye başlar. Tıpkı Kenneth gibi aslında onun da içten içe buna ihtiyacı olduğunu anlamaya başlarız. Öte yandan Jeff’in hayatındaki eksikliğin ne olduğunu fark etmesi ve içinde olduğu durumdan aslında kurtulmak istiyor oluşunu da görürüz. Safety Not Guaranteed resmen çok sevimli bir film. Zaman yolculuğunu bu kadar gerçekçi ve sade karakterlerle anlatmayı başarmak başarısını ve tüm alkışları baştan sona hakediyor

7 Kasım 2012 Çarşamba

Jeff, Who Lives At Home (2011)

Hala annesiyle beraber yaşayan Jeff, telefonu açtığında aslında yanlış numara olan durumun aslında “doğru” olabileceğini düşünür; arayan kişi Kevin’ı aramaktadır ama Jeff ve annesinin yaşadığı bu evde elbette Kevin yoktur. Acaba? Film böyle başlıyor. Ve Jeff şehirde bir şekilde kendisini Kevin’ı ararken bulur, Kevin her yerde kendisine görünmektedir ve her bir işaret, Kevin’a dair her bir şey yine başka bir Kevin durumuna bağlanmaktadır. Olaylar tek bir gün içinde geçiyor. Jeff’in Kevin’ın peşinden koşusu sırasında evliliğinde sorun yaşayan abisi Pat ve sıkıcı işinde bir süprizle karşılaşan annesi Sharon’un da hikayesini paralel olarak izliyoruz. Filmde izleyeceğiniz üzere bu üç kişinin de yollarını yine bir araya getiren o yanlış numara oluyor.
Bir evliliğin çöküş yolculuğu, koca bir adamın hala annesiyle yaşayacak kadar “loser” oluşu, bir adamın karısını mutlu etmeye çalışırken çuvallaması, bir kadının ilerleyen yaşına bakarak artık her şey için çok geç olduğunu düşünmesi, bir kadının da arkadaşına bakarak onun bir hayalini gerçekleştirmeye çalışması… Jay Duplasas ve Mark Duplasas’ın yönettiği Jeff, Who Lives At Home çok sevimli bir film. Gülümsemek ve sonunda göz yaşlarınızı tutamamak serbest. Az karakterler, sürükleyici bir olay, sakin ama hızlı bir film.

6 Kasım 2012 Salı

Headhunters (2011)

Çok sevdiğim bir Norveçli polisiye yazarı olan Jo Nesbo’nun kitabından uyarlanan film son zamanlar izlediğim en yüksek tempolu film oldu. Bir şirkette insan kaynakları bölümde çalışan Roger Brown’un hayatında çocuk yapmak istemediği ama aşık olduğu bir eşi, iyi bir işi ve bir sırrı vardır. Roger yasa dışı bir işi ortağı Ove ile yürütmektedir; sanat eserlerini çalmakta ve bunları karaborsada satmaktadır. İşinden elde ettiği parayla yetinmemesinin bir sebebi vardır ancak; Roger'ın boyu 1.68'dir, karısı ise uzun bir Norveç güzelidir. Roger karısının çocuk istediğine rağmen çocuk yapmak istememektedir; bu yüzden bir yerden diğer tarafı kendince telafi etmeye çalışmaktadır; karısına pahalı hediyeler. En azından cebinde para varken boyu daha uzundur, daha az eksiği vardır kendince. Ve sevdiği kadını elinde tutmaya yine kendince çalışmaktadır. Her şey, karısının sergisinin açılışında tanıştığı Clas Greve’nin evindeki bir tabloya göz dikmesiyle başlar. Ardından gelen süreçte Clas, karısı ve Ove kendisi için bir tehdit haline dönüşecektir ve tahmin bile edemeyeceği bir çok olayın içine sürükleyecektir. Norveç’in soğuğunda hızıyla ve içinde aksiyonla sizi izlerken bile terletecek, sonunu merak etmeden tek bir saniye geçirmeyeceğiniz bir film. Açıkçası imdb’deki 7.5 notunun çok çok ötesinde bir film, eğer Jo Nesbo’yu hiç okumadıysanız diğer eserlerini de merak etmenize kesinlikle yardımcı olacak bir film. Morten Tyldum’un yönettiği 2011 yapımı Headhunters (Hodejegerne) kaçırılmaz, izlenir, izlettirilir.

4 Kasım 2012 Pazar

Dark Shadows (2012)

Umut Sarıkaya’nın bir karikatürü vardı; karakter Tim Burton’a milleti bu filmleri izlete izlete kendi evini baştan yaptığını, mutfak fayanslarını falan yenilettiğini söylüyordu. Sanırım artık Burton’ların malikanesinde değişmesi gereken bir şey kalmadı. Yoksa çıkan film Dark Shadows olmazdı. En azılı Burton hayranının bile bu filmi ne kadar beğenebileceğini merak ediyorum. Sıradanlıktan uzaklaşamayan bir gölgeler yığını arasında kalmış bir film Dark Shadows. İngiltere’den Amerika’ya göçen ve Collinwood kasabasına hem adlarını veren hem de şehirde balıkçılıkla yükselen ailenin yakışıklı oğlu, hayatında gördüğü en çirkin kadın Alice Cooper olan Barnabas, kalbini kırdığı kadın yüzünden vampire çevrilip, demir tabuta hapsedildikten 196 yıl sonra yanlışlıkla 1972’nin Amerika’sına çıkar. Ailenin hala hayatta olan bireylerini bulmak ve yeniden şehirdeki balıkçılığını tekellerine almak için kolları sıvar.
Ancak karşısına yine yıllar önce kendisini vampire çeviren Angelique çıkar; şehirdeki balıkçılığı artık kendi tekeline alan intikam yüklü kadın. Filmde tüm karakterler sönük kalmış. Öne çıkan bir karakter yok. Buna Deep’in canlandırdığı başkahraman Barnabas da dahil. 1972’ye uyanan bir vampirden bile bir espiri çıkaramadılarsa vay bu yazarın da yönetmenin de haline. Bir de o nasıl bir vampirdir ki herhangi bir şekilde güneşe çıkabiliyor? Çıkamaması lazım. Şemsiyeyle gözlükle olmaz o, vampirsen güneşe çık-ma-ya-cak-sın, çıkamazsın. Aynen bu kadar düz bence. Oyuncu kadrosuna rağmen nasıl bu kadar cılız bir film çıkmış, tebrikler doğrusu. Filmde gerçekten gülebileceğiniz bir şey bulmanız zor. Ama pazar sabahı kahvenizi içerken izlerseniz kapatmak istemeyebilirsiniz, o ayrı. Tim Burton’a dair delicesine bir sevgim yok, iyi ki de yok yoksa bu filmden sonra nefret ederdim. Hele ki Beterböcek’i çekmiş bir adamdan bu filmin geldiğini düşünürsek.

11 Temmuz 2012 Çarşamba

The Divide (2011)

Imdb puanı nasıl olur da 5.9'da kalır, aklım almıyor. Böylesine ruh halini tepetaklak eden filmlere kim neden bağrına basmaz, bunu da aklım almıyor. The Divide, izledikten sonra takip eden uyuyup uyanma süresi de dahil olmak üzere, kafadan bir on iki saat boyunca beni etkisine fazlasıyla almış bir film. Bu satırları yazarken filmi izlememin üzerinden iki ay kadar geçmiş bulunuyor sanırım, ancak hala aynı bunaltıcı ruh hali kaburgalarımın arasında beni sıkıştırmaya çalışıyor gibi. Filmin konusu, nükleer bir saldırı sonucu apartmanlarının bodrum katında, apartman görevlisinin yaşam alanında ve onun stoklarıyla hayatta kalmaya çalışan insanların, zaman içinde geçirdikleri -en iyi tabirle- evrimi anlatıyor. İnsanın doğuştan kötü olduğuna inanıyorsanız ve bun kötülüğü perdeleyenin yalnızca medeniyet maskesi olduğunu düşünüyorsanız, insanoğlunun en temel ihtiyaçlarını karşılayamadığı durumda medeniyeti nasıl bir kenara atıp, yeniden saf kötülüğüne döndüğünün bir kanıtı kabul edebilirsiniz The Divide'ı. Tüm inceliklerden ve önceliklerden uzak biçimde, hayatta kalma çabasının insanı nereden nereye, üstelik ne kadar kısa zamanda sürükleyebileceği çok ürkütücü bir gerçek olarak karşımıza çıkıyor.
Zamanla delirmeye başlayan ve yoldan çıkanların, çoğul düşünmeyi bir kenara atıp ilk insanmışçasına ayakta kalmaya çalışmasını belki bazen gözlerimizi kapatarak izliyoruz. Bir damla su ya da içinde bulunulan durumdan kaçış için neler yapılabileceğini de. İnsan objeye, o obje de zaman geçirtecek bir araca, bazen bir ilaca, çoğu zaman da deliliğin dağlarına tırmanmak için bir kancaya çevrilebiliyor. Tüm kötülüğüyle baş başa kalan insan, her ne yaparsa yapsın paçayı ne kadar kurtarırsa kurtarsın, yine bir başına kaldığı müddetçe aslında ne kadar "her zaman ölü"dür diyor The Divide. Sonunu anlatmayım, ancak son karede Donnie Darko'daki Grandma Dead'in akla gelememesi imkansız; her insan yalnız ölür. Xavier Gens yine kafaya çaka çaka, korkmadan, korkutmaktan kaçınmadan ve en ilkel güdüleri kullanarak The Divide'ı gözümüze sokuyor. İşte insanlık buraya kadar.

10 Temmuz 2012 Salı

The Raid (2012)

Böyle bir dayak yok, yok böyle bir dayak, diyerek izlediğim film. Dayak uzmanlık sınavı gibi bir film. Normalde bu tip bir filmi pek hevesle izlemeyen biri de olsam başından sonuna kadar beni kendisine bağlayan bir film The Raid. Konusuna gelirsek; mafyanın egemenliği altındaki bir apartmana baskına giden polis ekiplerinin amacı mafyanın "başını" ezmektir. Ancak apartmanda suçlu suçsuz bir çok kimse yaşadığı için asıl amaç mümkün mertebe az zararlı amaca ulaşıp çıkmak, binayı ve şehri bu beladan temizlemektedir.
Ancak işler elbette planlandığı gibi gitmez ve neredeyse tamamı dövüş sanatları yüksek lisansı tamamlamış vurdukça güçlenen, dövdükçe dikleşen arızalarla dolu bir apartmanda sıkışıp kalır ekip. Film, apartmandan tekrar çıkabilmeye çalışmalarını izlerken geçiyor asıl - bence. Sıkışmışlık duygusu ve Uzakdoğu dövüş filmleri birleşimi bu kadar hoş yapılamazdı galiba. Akıp giden -dövüş demiyorum- dayak sahneleri beni adeta çocukluğumda ağzı açık izlediğim Van Damme filmlerindeki zamanın su gibi geçmesine götürdü. İzleyip pişman olmayacağınız bir film.

Restless (2011)

İzlediğim en iyi Gus Van Sant filmi. Ölümü anlatan filmler, ilk beş - altı listesi yapacak olursam da torpilli sırada olacak Restless. Annabel, ölmek üzere olan kanser hastası bir kızdır. Enoch ise ailesini bir trafik kazasında yitirmiş, bu kazanın ardından girdiği komadan çıkmayı başarabilmiş bir genç erkektir. Hiroshi ise İkinci Dünya Savaşı sırasındaki bir savaş pilotunun hayaletidir. Enoch'un da en yakın arkadaşıdır. Annabel ve Enoch, tanımadıkları insanların cenazelerine gitmektedirler; ikisinin tanışması da bu vesile ile olur. Annabel yaklaşan ölüm gerçeğine kendisini böyle alıştırırken, Enoch da kalbinin durduğu ve ölümü yaşadığı saniyelerin ardından, yanıbaşında her daim bekleyen ve ailesini kendisinden alıp giden ölüm ile arasını bu yolla sıcak tutmaktadır adeta. Uzun süre, ve gittikçe artan biçimde kafamı ölüm üzerine uzun süreler çalıştırdığım için bu kadar tatlı ve içten bir anlatımla, bence akıl almaz bir korkunç durum içinde olan iki insan ile ölümü anlatan Restless, kesinlikle yalnız izlenmesi ve üzerine zaman ayırılması gereken bir film.
Ölüm yanıbaşınızda yol alırken, aslında bunun için ille de kanser hastası olmanız, ya da ölmüş bir insanla (hayalet!) iletişim kurabiliyor olmanız ya da "yakın ölüm deneyimi" yaşamış olmanız gerekmez. Ölüm burnunuzun dibinde ama hala öğrenmeye ve o yokmuşçasına yaşamayı başarabiliyoruz. Galiba. Tıpkı Annabel'in tedavi sürecinde kuş bilimi üzerine kendini geliştirmeye çalışması gibi; resim yapabilme isteğinin hala var olması gibi. Ya da iki insanın ölüm koşar adım gelirken aşık olması gibi. Ölüm, romantik.

9 Mayıs 2012 Çarşamba

Mary And Max (2009)

Avustralya'daki küçük bir kız ve New York'daki obez bir adamın hikayesi. İzleyeli uzun zaman oldu, hatta yıllar oldu ama bahsetmek istedim. Zira oldukça hüzünlü bir filmdi, unutmadım hiç. Mary Daisy Dinkle ve Max Jerry Horovitz'in yapayalnız insanların dünyada birbirlerini bir yolla bulup, akabinde yalnızlık hislerinin yok olmasından ziyade bence yalnıza paylaşılmasını izliyoruz.
İlgisiz bir ailenin, hayali "Earl Grey" (!) gibi bir beyaz atlı prens bekleyen, yüzündeki doğum lekesi yüzünden sadist arkadaşları tarafından dışlanan Mary ve obezliği, New York'da renk yoksunu (beresi hariç!), tek başına, papağanı ve obezliğiyle yaşayan bu iki insanın mektup arkadaşlığı ile başlayan ve Mary'nin Max'i görmeye çabalamasıyla devam eden hikayesi.
Max'in fobileri ve geçmişiyle olan dertleri, Mary'nin annesinin alkol sorunu ve babası ile olan ilişkisi, Mary'nin hayatını birleştirdiği erkek yüzünden yaşadığı hayalkırıklığı (!), Max'in bence paçasını bir türlü yüzüne yapışan mutsuzluktan kurtaramaması.
Arada bir gülümseten, ancak gerçekten buruk gülümseten bir film Mary And Max. İzlerken çok burnumu çekip çok yutkunmuştum. Adam Elliot da yazmış, yönetmiş.

1 Mayıs 2012 Salı

Mientras Duermes (2011)

Cesar, bir apartmanda kapıcıdır. Cesar, mutsuzdur. Cesar, mutsuzdur ve hayata onu bağlayacak tek şey diğer insanların mutsuzluğudur. Cesar, mutsuzluğu oluşturmak için insanların hayatına müdahale eder, onları mutsuzluğa atar.
Filmin başında, bir apartmanın çatısından atlamak üzere olduğunu hissettiğimiz Cesar, her gün atlamak ve atlamamak arasında gidip gelir ve kendisini yaşama bağlayacak bir şeyler bulmaya çalışır; içindeki mutsuzluğu geçirebilmek ve gülümseyebilmek için diğerlerinin yüzünden kazıması gereken gülüşler. Onu hayata bağlayacak olan bu amaç uğruna çabalamaktır.
Bir insanın mutsuzluğunun sonuçlarını, abartılı bir örnek gibi görünse de hasta bir apartman görevlisinin gözünden sunan Mientras Duermes (Sleep Tight), belki genellemeler yapabileceğimiz bir konuyu işliyor. Sorunun, insanların mutsuz olması sorununun nasıl katlanma sınırlarını düşürdüğü ve sebebi aslında söze dökülmeyen nefretleri nasıl oluşturulduğu üzerinden ilerliyor; bunu da bir çift gözün dünyasından izliyoruz. Ancak, dışarıdaki milyonlarca insana da pek ala yansıtılabilir bu sebepler.
Filmde, başlangıcından sonuna dek gördüğümüz "mutsuz etme operasyonu"ndaki kurban ise Clara adlı genç bir kadındır. Cesar, hasta yatağındaki annesine "onu hayata bağlayan şeyin Clara'nın yüzünden o iğrenç gülümsemeyi silmek" olduğunu ve bu yüzden "artık çatıya çıkmadığını" anlatırken Clara'nın ne berbat bir tuzağın içine çekildiğini görmek izlerken bile zor gelebilir. Film boyunca, etrafına yavaşça ağlarını ören bir örümcek gibi çalışır Cesar genç kadının hayatında. Sonunda ise Clara'yı bir "süpriz" beklemektedir.
2011 İspanya yapımı olan filmin yönetmenliği Jaume Balagueró, senaryosu ise Alberto Marini'ye ait. Cesar rolünü başarıyla oynayan ve hastalıklı bir ruhu bizlere yansıtan aktör ise Luis Tosar.

17 Nisan 2012 Salı

A Dangerous Method (2011)

David Cronenberg’in Eastern Promies ve A History Of Vilolence’ının yarattığı histen farklı gelen yeni son filmi A Dangerous Method, şu an Cronenberg’in benim gözümde en iyi filmi olarak yerini aldı. Aynı gün içinde, Shame’in ardından bir Michael Fassbender (Carl Jung olarak karşımıza çıkmakta) oyunculuğuna daha şahit olduğum A Dangerous Method, Viggo Mortensen’ı artık Freud olarak hatırlamama sebep olacak olan bir yapım.
Keira Knightley’nin canlandırdığı Sabina Spielrein’ın Carl Jung’ın hastası olmasıyla başlayan süreçte, Jung’ın Freud’un henüz kimse üzerinde uygulamadığı bu yöntemi Spielrein üzerinde denemesini izliyoruz; bu teknik ve Jung’ın bakışı, hastaların sorunlarını çözerken, onlara olmak istedikleri kişi olma şansı da tanımaktır. Bu yüzden, tedavi süresince Spielrein ile aralarında bir nevi meslek riski olan duygusal bir yakınlığın başlaması da, Jung’ın da aslında olmak istediği kişi olmaya başlamasını devamında getirir. Evli ve baba olmaya hazırlanan Jung’ın zamanla ideal eş kimliğinden uzaklaşmasına tanık oluruz; Spielrein artık onun metresidir.
Bu “tehlikeli metod” Jung’ın kendisini daha iyi tanımasına ve Spielrein’ın zamanla iyileşerek, psikoloji alanında eğitim almaya başlamasına sebep olacaktır. Öyle ki, Spielrein “Aryan”Jung’ın yerine, “kendisi gibi bir Yahudi olan Freud”dan bayrağı devralmaya daha da yaklaşacaktır.
Freud ve Jung arasındaki arkadaşlığın ve Jung’ın Freud’un zamanı geldiğinde bırakacağı bayrağı devralacağı mesleki mirasın ve zamanla fikir ayrılıkları yüzünden yolları ayrılar iki doktorun hikayesi de Spielrein’ın tedavi sürecinde ilerler. Jung’ın insan sezgilerine ve yer yer mistisizmi ruh bilim içinde ele alması, tamamen bilimsel gerçeklik içinde bu fikirlere yer olmadığını savunan Freud zamanla ve Spielrein ve Jung’ın arasındaki ilişkinin Freud’a yalanlarla yansıtılması gibi etkenlerin sonunda, çağının iki büyük ismi aralarındaki arkadaşlığı bitirecektir.
Son olarak, Otto Gross’un tedavisi sırasında yine bir hasta – doktor yer değişimi olacaktır; bir bağımlı olan Gross, fikirleriyle Jung’ın zihnindeki bulanıkların ardında yatan asıl isteklerin ve kimliğinin ortaya çıkmasında son rötüşları yapacaktır. 2011 yapımı, biyogfrafik bir anlatıma da sahip olan A Dangerous Method, dönemi ve psikolojinin iki büyük ismini akıp gidercesine anlatan bir dram.

16 Nisan 2012 Pazartesi

Shame (2011)

Shame, nereden bakarsak bakalım acı çeken bir insanın hikayesine dayanan bir film. Ya da insanların; zira başroldeki Brandon karakteri kız kardeşi Sissy’ye duyduğu aşk yüzünden garip bir cinsel hayat ve en büyük şekillendiricisi yine bu sorun olan yapayalnız, kısmen hastalıklı bir hayat yaşamaktadır. Tıpkı kendisine aşık olduğunu anladığımız kızkardeşinin bir türlü yoluna koyamadığı, kolundaki façalardan da görebileceğimiz üzere yaşadığı zor hayat gibi.
Filmde eyleme dökülemeyen istekler yüzünden doğan sinir, iki kardeşin arasında sürekli bir gel-git yaratıyor; Brandon kardeşine evinin kapılarını açarken, aynı zamandan ondan uzak durmaya çabalıyor. Hayat kadınları ve gecelik ilişkilerle, dergi ve videolarla süren oluşturduğu hayatına, duygusal bir yakınlık hissettiği çalışma arkadaşını bir türlü dahil edememesinin ardından görüyoruz ki kız kardeşi Brandon’ın hayatını bu denli yalnız kılan o “utanç”ın en büyük sebebi.
Sürekli içinde bulunduğu utanç, eylemlerinin hemen ardından kendisini daha belirgin kılsa da, asıl kaynağının kız kardeşiyle arasındaki “şey” olduğunu anlıyoruz. Özellikle iki kardeşin kavga ettikleri sahnelerde bu utancın yarattığı pişmanlığın hareketlerine nasıl yansıdığı... Bu yüzden önce birbirlerine; ama aslında kendilerine duydukları nefret. Zira bu nefret / utanç Brandon’ı kendisini resmen daha berbat hissetmeye yönlendirirken (adeta dayak yemek için çabalaması, bir gay bara gittiğinde olanlar ve gecenin sonunda olup bitenler gibi), Sissy’yi daha acı bir yola sürüklüyor.
Steve McQueen’in gerçek bir ustalıkla ele aldığı bir konuyu, Michael Fassbender’ın yer yer John Hamm’ın psikopat hali edasıyla alıp götürdüğü Shame, 2011 yapımı en etkileyici dramlardan biri.

2 Nisan 2012 Pazartesi

The Grey (2011)

Live and die in this day... Live and die in this day... John Ottoway'ın babasının yazdığı ve duvarına astığı bir şiirin son iki satırı; bugün yaşa ve bugün öl.
Ottoway, Alaska'daki bir petrol şirketinde, çalışanların güvenliği için, etraftaki kurtları/yabani hayvanları öldürmekle görevli bir tetikçidir. Yaklaşan bir fırtına yüzünden tesisteki çalışanların nakledilmesinden bir önceki gece başlayan hikayede ise gördüğümüz bir sahne, Ottoway'in dünyanın bu ücra köşesinde neden bulunduğuna dair bir fikir elde ederiz: Ottoway ağzına tüfeğini dayar, hayatına son vermek istemektedir.
Ancak nakil sırasında uçağa binenler arasında Ottoway de vardır. Bir uçak dolusu işçi, başlarına gelecek felaketten habersiz havalanır. Fakat bir süre sonra uçak düşer; yedi sağ vardır ve sonsuzluğun içindeymişçesine, kimsenin bulamayacakları ücra bir yere çakılıp kalmışlardır. Faciadan sağ kurtulanların açlık ve barınma ihtiyacının yanında, kendilerini sürekli saldırmaya hazır bulunan kurtlardan da korumaları gerekmektedir.
The Grey'deki hikaye bu şekilde başlıyor ve ilerliyor. Yedi kişinin, ellerinde hiç bir patlayıcı silah olmadan yardım bulmak ve kendilerini savunmak zorunda oldukları yolculuğu izliyoruz.
Hikayenin ana hatları, karakterler ve dialoglar, ortada beliriveren sorunlar perdeye daha önce yansıtılmamış konular olmadığı gibi, farklı bir bakış da sunmuyor. Sürükleyicilikten yoksun olmakla suçlamak bu film için haksız bir eleştiri olur ancak temposunun sürekli yüksek olmadığı da bir gerçek. Film boyunca devam eden kurt tehdidine rağmen karakterler arasında ya da karakterlerde bir aksiyon söz konusu değil. (Tamam, yok değil ama akıcılık ve heyecandan fazla da nasiplenmemiş diyebiliriz.)
Filmde Ottoway'in öldürmekten para kazandığı kurtların, kendi hayatı için en büyük tehdide dönüşmesi, bir şekilde av ve avcının yer değiştirmesi şeklinde görülebilir. Elbette, hayatta kalmak için çaba harcayan Ottoway'in, bir gece öncesine kadar ölmek isteyen bir adam oluşu da ayrı bir tezat oluşturuyor. Ölümü kendi elinden getirmeye çalışan bir adam, ertesi gün kendi iradesi dışında karşılaştığı ölümden kurtulur ve devamında da ölüme/doğaya meydan okumaya çalışır. Artık hayatta kalmak istemektedir.
Joe Carnahan'ın 2011 yapımı filmi The Grey'de başroldeki isim Liam Nesson ise filmi izletebilen etkenlerden biri olarak karşımıza çıkıyor.

26 Mart 2012 Pazartesi

Twelve And Holding (2005)

Mahalledeki çocukların kavgasının, "cinayetle" sonuçlanacağını hiç biri bilemezdi. İkiz kardeşler Jacob(yüzündeki doğum lekesi bulunan ve bu yüzden doğumgününde kendisine bir maske isteyen kardeş) ve Rudy(gözü kara olan kardeş), ağaç evlerine gelip kendilerini tartaklamaya çalışan çocukların kafasından aşağı Rudy'nin biriktirdiği idrarı dökerler. Elbette intikam acı olacaktır; çocuklar gece yarısı gelip ağaç evi yakmaya karar verirler. Ancak molotofları attıkları anda farkettikleri acı gerçek ise, Rudy ve arkadaşı Leonard'ın da içeride olduğudur.
Kurtulmaya çalışan Leonard ağaç evden yere düşerek başından yaralanır, maalesef Rudy hayatını kaybeder. Artık ailenin yüzü lekeli(!) çocuğu hayattadır; film boyunca hissettiğimiz, Jacob'la beraber hissettiğimiz hava da bize şuu söyler; tercih edilecek olsaydı, kaybedilen çocuk Jacob olabilirdi. Ailesi, tek bir oğulları varmış ve artık onu kaybettikten sonra ellerinde hiç bir şey kalmamış gibi bir ruh hali içindedir; diğer çocukları sanki hiç varolmamış gibi.
Aynı gece ağaçtan düşen Leonard ise, düşmeden önce obez ve tüm ailesi gibi yemek yemek için yaşayan bir çocukken, kazadan sonra tat alma duyusunu kaybeder. Ve bu kayıp, onun yalnızca yiyeceklerle arasında bir mesafe koymaz; artık ortak paydaları yemek yemek olan ailesinden de uzaklaşmaya başlamıştır. Kilo verdikçe ve spor yaptıkça aslında önceki hayatının ne denli zararlı olduğunu görür. Ve annesini kurtarmaya çalışır; ilginç bir yöntemle.
Son olarak ikiz kardeşlerin ve Leonard'ın diğer arkadaşı olan Malee ise babası tarafından terk edilmiş ve annesiyle yaşayan, muhtemelen hayatındaki bu eksiklikten dolayı bir yalnızlık içinde olan on iki yaşında bir kızdır. Tüm bunların yanında psikolog olan annesinin hastalarından birine aşık olur; onların artık tuh eşi olduğuna gönülden inanmaktadır.
İntikam hırsıyla yanan annesinin, kafası allak bullak babasının yanında kendisini hiçliğe sürükleyen o saldırıyı yapan çocuklardan intikam almak isteyen Jacob, birer yıl ıslah evi cezası almış olan çocukları ziyarete gitmeye başlar. İçindeki nefreti yüzlerine kusmak için. Ve Jacob, yalnıza ikiz kardeşini değil, anne ve babasının kendisini olan sevgisinin acı boyutunu da gördüğü için, artık "hayatını" da kaybetmiştir.
On iki yaşında ve yapayalnız, mutsuz çocuklar. Michael Cuesta'nın yazıp yönettiği 2005 yapımı Twelve And Holding'de başrollerde Conor Donovan (her iki ikiz kardeş rolünde), Jesse Camacho ve Zoe Weizenbaum'u görüyoruz.

12 Mart 2012 Pazartesi

Perfect Sense (2011)

28 Days Later’ın adını tek kaynakmış gibi gösterip, “salgın” filmlerinin genelinde işlenen “kalan son kişiler arasındaki duygusal yakınlık ve bu yakınlıkla beraber olayların üstesinden gelme gücüne sahip olma” hikayelerinden farklı olarak, Perfect Sense, salgınla canavara dönüşüp çocuğunu yiyen annelerden gibi klişelerden bir kaç noktayla ayrılıyor. Evet, burda da kadın erkek ilişkisi etrafında izliyoruz ama!
Perfect Sense; dünyada farklı coğrafyalarda yakın zamanlarda ve aynı şikayetlere sahip insanlar tespit edilir. Ani değişen ruh hali; umutsuzluk. İnsanlar aniden umutsuzluğa kapılmaya, kederle ağlamaya başlar. Ardından ise koku alma duyuları yiter. Bu, ilk evredir. Salgın hızla yayılmaktadır; insanları yoğun yaşadıkları duygusal krizlerden geçirerek ve duyularını katlederek yayılmaya devam etmektedir. Elbette bilimadamları gidişatın ve hızla yaklaşan sonun acı gerçekliğinin farkındadır. Susan gibi.
Salgın insanın “duygularını” yok etmeye başlarken, tipik romantik film gerçeğiyle; bağlanma sorunu olan erkek ve kadının tam da insanın insanlığından yitirmeye başladığı bir dönemde birbirini bulmasını işliyor Perfect Sense. Michael ve Susan’ın insanların ruhani patlamalar ardından, her bir patlamanın devamında duyularını birerer birer kaybederken, ellerinde kalan son duygu parçalarıyla bir ilişkiye başlar. Traş köpüğü yenebilen, kokudan uzak, yalnızca dokunduğunuzu hissederek ve gerçekten sonun çok yakın olduğunu bilerek devam edilen bir romantik ilişki.
Eva Green ve Ewan McGregor’ın bence çok yakıştığı bir film olmuş. Zira bu filmden bir süre sonra izlediğim Womb’da da çoğunlukla aynı mimikleri kullanan Eva Green, en azından bu filmde duruma ve hikayedeki geçmişine uygun ruh halini gayet güzel yansıtıyor. Ewan McGregor elbette her zamanki gibi – yine bence.
David Mackenzie’nin yönettiği 2011 yapımı Perfect Sense, yalnızken izleyip ağlamaklı bir son karşılamak ve peşinden sigaraydı alkoldü, gün içinde durduk yere bunalımdan bunalıma koşmalık bir dram. Mutluluğu bulduğu gibi kaybetmek’i ne güzel anlatmış!