Ayrıntı Yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ayrıntı Yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Ocak 2019 Çarşamba

Zygmunt Bauman "Küreselleşme ve Toplumsal Sonuçları"

Sürekli polisiye romanlar eklediğim için birkaç tane kurgu dışı kitap hakkında yazı eklemek istedim. Bunlardan ilki Bauman'ın Küreselleşme ve Toplumsal Sonuçları adlı kitabı olsun dedim. Gün içinde sıkılmazsam birkaç kitap hakkında daha yazı eklemeyi düşünüyorum. 

Kitaba geçersek; Bauman Küreselleşme'de (kitabın tam adıyla değil, böyle yazacağım kalan kısımda da) ortaya bir tartışma metni koymak niyetinde. Bu amaç da şuradan kaynaklanıyor; kendisi, küreselleşmenin etrafında bir sis perdesi yarattığını söylüyor. Metindeki tartışmanın amacı, bu sis perdesini tartışarak biraz dağıtmaya sebep olabilecek sorular ortaya koymak. Bauman'a aşinaysanız, Küreselleşme'den beklentiniz aslında belli; ortaya koyacağı tablo karamsar bir tablo olacak.

Örneğin; küreselleşmenin getireceği vaadiyle peşine düşülen bir "birleşme" anlayışının kesinlikle gerçekleşmemiş olduğunu tartışmaya açıyor/söylüyor. Küreselleşmenin eşitleştirme niyetiyle yola çıkan bir tektipleştirme vaadi vardı ya, işte bu işlemez haldedir. Tektipleştirme teşviki görünümdeki küreselleşme bir zaman/mekan sıkışması yaratarak bir yerelleşme süreci başlatmıştır diyor; bu yerelleşme süreci dediği, aslında yerele ait olanın korunması ya da yerelin muhafazası değil. Küreselleşmeyle gelen zaman mekan sıkışması dediğimiz şey; bir kısıtlılık yaratıyor aslında. Böyle olunca da yerelleştirme, küreselleşmeyle beraber bir sabitleştirmeyi getiriyor beraberinde. Hareket özgürlüğünün kısıtlanması, denetlenmesi gibi düşünün. Bunu mikro ya da makro boyutlarda düşünebilirsiniz; mesela kişisel olarak zaman/mekan sıkışmasından etkilenmeniz ya da bir devletin küreselleşmeyle beraber hareket imkanının ekonomi ya da siyaset alanında kısıtlanması gibi. Çünkü artık gündemde şöyle bir şey de var;küresel kapitalizmin gelişen enformasyon teknolojileriyle beraber yayılmasının hareketliliğine karşı bu yerelleştirme, dünya genelinde nüfus dağılımının hareket ve hareketsizlik denetimini de ele geçirmekte. Bu yüzden de, dünyada birileri küreselleşirken birileri yerelleşmektedir; yani birileri hareket özgürlüğüne ulaşırken birileri çakılı kalmakta, yerelleşmektedir.

Böyle olunca da, yani zaman/mekan sıkışması, küresel kapitalizmden kopuk değil dedik ya; mekan da bir savaş alanına dönüşmekte. Mekanın kontrolü diyelim ya da. Sermayenin hareket kabiliyeti mekanın denetimi ve hareket kabiliyetine de yansıyor. Örneğin; küresel bir şirket gelip dünyadaki x ülkede (x ülke yerelleşmiş, çakılı kalmış, kontrol ve hareket kabiliyetini diğerine göre burada yitirmiş, ya da daha az kontrol edebilmekte oluyor bu durumda) bir fabrika açıyor. Doğayı tahrip ediyor, çalıştırdığı yerel işçilerin haklarını ihlal ediyor, gibi. Sonra da çekip diyor. Üretimini yaptı, karını yaptı; çekip gitti. Mekanın denetimi, hareket kabiliyeti onda. Ardında kalan ülkedekiler ise mağdur. İşte küreselleşmeyle ortaya çıkan yeni bir tabakalaşma vardır diyerek Bauman'ın işaret ettiği bir boyut oluyor bu. Yerel ile bağını koparmış, sadece yatırım boyutuna, karına odaklanmış bir "küreselleşme". Eşitlik, eşitlenme gibi bir şey yok; sisi dağıtmak derken bunlardan bahsediyor.

Yine bir hareket kabiliyeti olarak sibermekandaki yersiz yurtsuzlaşmaya değiniyor; sibermekan düzlemi artık özgürlüğün yeni düzlemidi Bauman'a göre. Kişiye ya da bedene atfedilen güç, sibermekana taşınan güce dönüşmüştür. Mekan, beden ve güç arasında bir dönüşüm var yani küreselleşmede. Bu hak, yani sibermekanın yersiz yurtsuz hareket özgürlüğü alanına girme "şansı","imkanı" ise seçkinlerin elindedir. Bunu da başka bir mekan savaşı olarak düşünebilirsiniz.

Ulus devletlerin konumlarının güçsüzleştiğine bağlıyor sonrasında Bauman; bu yersiz yurtsuzlaşma, sermayenin de yersiz yurtsuzlaşması, zaman mekan sıkışmasından muaf olmanın bir grup insana olduğu gibi bir grup küresel güce de ait olması gibi sonuçlar bu güçsüzlüğü yaratmakta ona göre. Buradan emperyalizmin ulus devlete göz dikmesinin kapitalizmin emperyalist aşamasıyla bağını görerek tüm süreci ele alma ihtiyacı ortadan çıkıyor; yani metni de öyle okumanızı tavsiye ederim.

Küreselleşmeye emperyalizm diyerek devam edelim; en çok faturasını ödeyen zayıf konumdaki ulus devletler. Zira bu hareketsizleştirilmiş hallerinden ötürü "seçkin" olan hareketli için bir mekan olmaktan öteye gidemiyor diyor Bauman; o yüzden küreselleşmeye, küresel kapitalizme karşı durmanın asıl mevzisi antiemperyalist mevzi ve ulus devlet savunusudur. Yani vatanınızı savunun diyerek bitireyim. Çok uzadı yazı. 

10 Nisan 2017 Pazartesi

Pekka Himanen "Hacker Etiği"

Yazıya başlamadan önce Pekka Himanen'in kitabın içinde yer alan kısa biyografisinde de giriş cümlesi olarak geçtiği üzere henüz yirmi yaşında Helsinki Üniversitesi'nden doktorasını tamamlamış (ve böylece doktorasını tamamlayan en genç Finlandiyalı olarak tarihe geçmiş, diye yazıyor), din felsefesi, bilişim teknolojileri üzerine çalıştığını belirtmek isterim. Disiplinler arası çalışmanın engin ufuklarını benimsemiş akademik bir bakış açısının olduğu coğrafyalarda yaşıyor olmanın avantajının de eklenmesiyle beraber ortaya çıkan sadece bir kariyer ya da akademisyenlikle sınırlanmış hayat olmuyor; ortaya çıkan Hacker Etiği gibi bir metin ya da Himanen'in çalışmaları ve ortaya koydukları da oluyor.

Fazla yakınmadan ve kendimi yiyip bitirmeden Hacker Etiği'ne döneyim. Hacker Etiği, Weber'in Protestan Ahlakı ve Kapitalim Ruhu adlı çalışmasında, çalışma ve çalışmanın yaşam biçimiyle olan ilişkisinin oluşmasında Protestanlığın etkisini nasıl ele aldığına değiniyor öncelikle. Çalışmayı (Weber'in) okuyup okumadığınızı bilmiyorum ancak konuya ilginiz varsa, kapitalizmin neden o coğrafyada ve o zamanda o biçimde oluştuğuna dair Weber'in getirdiği açıklamayı görmek istiyor ve Himanen'i okumadan önce konuya dair fikriniz olmasını istiyorsanız okuyun derim. Kapitalist ruhun özündeki çalışmayı bir görev olarak edinme kabulünün Protestanlıkla bağlantılı neden - sonuç kapsamındaki değerlendirilmesi sonucunda, Himanen çalışmanın Protestanlık öncesi ve sonrası yaşadığı değişimi de değerlendiriyor. Şöyle ki çalışmaya dair Hristiyanlıktaki bakışın kırılma noktası olarak bunu görmek mümkün. Bir yandan seçilmişler arasında girmek ve Tanrı'nın gözünde ödevini en iyi yapan olarak sermayesine sermaye katarak ve ödev bilinciyle çalışmayı inancıyla bütünleştirerek yaşayan anlayışın, öncesindeki çalışmayı bir ceza olarak gören anlayıştan kopuş olduğunu Protestanlık ve beraberinde getirdiği çalışma ahlakıyla açıklıyor - bunu Weber'de görmek mümkün. 

Protestan etiğinin bir süre sonra Protestan çalışma etiği haline dönüşmesi, bunun ardından gelen çalışma hayatında (mevcut durumun kapitalizm olduğunu da ekleyerek) görevini en iyi yapmanın da bu etiğin parçası haline geldiğini görebiliriz. Böylece çalışmanın yaşadığı dönüşüm, mevcut düzen içerisinde tıpkı bir manastırdaki gibi sorgulamadan kendisine verilen görevi yerine getirmekle yükümlü bireylerin çalışma hayatında kendilerine yer bulabilmek için yabancılaşmanın alasını yaşadıkları ve bunu aslında bir çalışma etiği olarak benimsedikleri/gördükleri bir biçim halini almıştır. Zaten yazar da manastır örneği üzerinden durumu çok güzel açıklıyor. Manastırın programı ve bir iş yerinin çalışma saatleri arasındaki benzerliği gösteriyor. Akademi için de kıyas üzerinden başka bir bölümde farklı bir yola giriyor ayrıca. 

Kapitalist çalışma hayatı içerisinde hacker'lerın çalışma biçimlerinin ve enformasyon çağı içerisinde dönüşüm yaşamakta olan çalışma biçimlerinin Protestanlıkla örtüşen kapitalist çalışma hayatının genel ekseninden farklılaştığı noktalara geliyor Himanen burada. Örneğin, hackerlar için bilgisayarın başından kalkmayan ve sosyal hayatı neredeyse yok denecek kadar az olan insanlar gibi önyargılara karşı, günümü çalışma hayatı içerisinde ajandasına bağlı ve hayatının her anı planlanmış "ailesiyle kaliteli vakit geçirmek için" iş dışı saatlerini bile dakikası dakikasını planlamış olan insanın bağlı bulunduğu sistemin (burada Weber'in çelik kafesini akla getirin) bir hacker'ın hayatına kıyasla nasıl bir zindan olduğunu göstermeye çalışıyor yazar. Zira bir hacker istediği zaman çalışabiliyor ve istediği zaman istediği kadar istediği işi yapabiliyor ve istediği insana istediği kadar vakit ayırabiliyorken, bir beyaz yakalının idealize edilmiş hayata ulaşmak ya da içinde olduğu o "kaliteli hayatı" yaşamak için kendine çizdiği saatlerce örülmüş duvarın aslında nasıl bir kafes olduğunu vurguluyor. Zamanı verimli kullanmanın artık çığrından çıktığını anlatıyor. 

Hackerların bilgiyi üretme ve üzerindeki kontrolleri konusunda da bilimsel bilginin ilerlemeci anlayışıyla paralel, aralarındaki iletişimin benzerlikleri üzerinden etik bir durumun tasvirini de yapıyor yazar. Öğrenirken öğretmek gibi ya da asıl amacın öğrenmenin ya da oluşturmanın olduğu durumlar, ki burada asıl güdünün para olmadığını ısrarla vurguluyor. Tabi her şeyin pembe olmadığı bir dünyada yaşadığımız için kapitalist hackerlar konusuna da değiniyor ki isim isim verdiği bu yakından tanıdığımız isimlerden yaptığı birkaç alıntı, yine yazarın manastırı anlattığı bölümdeki cümlelerini akla getiriyor. 

Ağ toplumu içerisinde hackerların toplumsal olaylar karşısında aldıkları tavırlardan birkaç örnek de içeren kitapta Himanen, yaşanan toplumsal dönüşümlerin ve bu süreçleri bilişim teknolojilerindeki gelişmeler paralelinde de değerlendiriyor. 

22 Ağustos 2016 Pazartesi

Richard Sennett "Yeni Kapitalizmin Kültürü"

Yazısını yazmayı unuttuğum kitaplardan biri Yeni Kapitalizm Kültürü. Hatta şu an düşündüm de yazmış da olabilirim. Ama blog'da arayıp kontrol etmek zor geliyor. Ben yine de yazayım. Sonuçta burası benim kişis....

Richard Sennett'in Yale Üniversitesi'nde 2004 yılında etik, siyaset ve ekonomi konularında verdiği konferanslardan oluşan kitap, dört ana bölümden oluşuyor: Bürokrasi, İşe Yaramazlık Kabusu ve Yetenek, Siyaset Tüketimi, Zamanımızda Toplumsal Kapitalizm.

Bürokrasi bölümünde, ilk akla geleceği üzere girişin ardından Weber'e geçen yazar, üretim verimliliği hedefleyen rasyonelleşmenin hayatın tüm alanını gasp etmesi sonucunda, bireyin hayatının "yaralandığını" belirtiyor. Toplumun kapitalizmin altında ezilmesiyle beraber sivil toplum üzerinde bürokrasinin etkisi/baskısı arttıkça insan hayatının hayatı boyunca izlemesi gereken yolun/biçimin kalıbına sıkıştırılıyor oluşuna değiniyor. 

Bürokrasinin biçimi belirlemesi üzerine Britanya ve İskandinavya'daki refah sistemlerini örnek veriyor. Sennett, refah sisteminin de bürokrasinin bir sonucu olduğu kadar, bu biçimin üretiminin ve sürekliliğinin üzerinde payı olduğuna işaret ediyor. Çünkü refah devleti, karşısındaki bireyin öznel yönünün törpülenmesine sebep olmaktadır. Bireyin kendi hayatının biricik amaçları ya da bu hayat içindeki kendi düşünme şekli, yerini Weber'in işaret ettiği çelik kafesin içinde hapsolmuş hale gelir. Birey, bürokrasinin egemenliği altındaki bu düzen içerisinde devlet memuru gibi düşünmeye başlar.

Weber'in bürokrasinin çelik kafesi konusu, Sennett'in metninde insan ilişkilerinin tamamı üzerinde de yaptırım gücü olan bir nokta şeklinde. Bireyin iş yerinde geçireceği zaman kadar iş haricinde, özel alanda geçireceği zaman ya da sosyal ilişkilerinin planlaması ya da yine bürokrasinin etkisi altında kalmıştır. Aynı şekilde, çelik kafesin etki alanını genişletmesinde ve yıkımının büyümesinde yazar yeni iletişim ve imalat teknolojilerini de ele alıyor. Enformasyon devrimi ile beraber, bilginin ulaşılabilirliğinin artması, haliyle bilgi vasıtasıyla denetimin/yönlendirmenin de mesafeler bağından kurtulmasının küresel-kitle iletişimde olduğu kadar işletmelerin yönetimi de etkilediğini söylüyor. Hiç görmediği en üst düzey yetkiliden iletişimin yaşadığı değişim sayesinde çalışma hayatı boyunca emir alarak çalışabilen bir işçi buna örnek olabilir. 

Kitabı okurken en dikkatimi çeken şey, işe yaramazlık kabusunu işlediği bölüm oldu. Modern bir tehdit olarak ele aldığı bu "işe yaramazlık kabusu"nun çıkış noktasını yazar, kentleşme ile beraber kente göç eden insanların, yani işlediği toprağından kopan insanların, toprak işlemek dışında bir becerilerinin olmaması ile başlayan süreç olarak gösteriyor. Ancak bu, zamanla beraber boyut da değiştiyor. Günümüz için Sennett, eğitim sisteminin istihdam edilemez insanlar yarattığını söylüyor. Yani işlediği topraktan koparak göç eden insanların yerine bu korku artık genele yayılmış halde. Bu korkunun modernizm sonrasındaki şekillenmesine de üç sebep gösteriyor yazar: küresel emek arzı, otomasyon ve yaşlanmanın önemi. Küresel emek arzı kapsamında vasıfsız işçileri güvensiz ve süreksiz işlerde çalıştırmasını verebiliriz. Otomasyon konusu ise distopyalardaki gibi, makinelerin insanların yerini alacağı korkusunun sanayileşme ile insanlar üzerinde yarattığı korku olarak belirtilebililir. Son olarak dezavantajlı gruplar bağlamında düşünürsek toplumun yaşlılara ve yaşlılığa bakışıyla örtüşüyor. Yaşlanan bir birey artık üretime dahil olmaz gibi; yani artık üretim ilişkilerinin belirlediği dünyanın dışına itilir. İnsan hayatının bir dönemi olan yaşlılık, kapitalist üretim ile beraber böylece dışlanmıştır. Tıpkı emeği sömürülemeyen bebeklerin, çocukların da düzen için iş yapabilir hale geldikleri ana kadar yok sayılması gibi. 

İşe yaramazlık kabusuyla beraber yazar yetenek ve kişisel başarı konularına da değiniyor. Çalışma hayatı içerisinde lisans eğitiminin, yüksek lisans eğitiminin yetmediği, yanında tonlarca sertifika programına tonlarca saat harcandığı, 3 yaşındaki çocukların bile koşturularak bi keman kursuna bi yabancı dil kursuna sürüklendiği dünya için yetenek, başarı, kişisel gelişim artık sermayeden ibarettir. 

İlerleyen bölümlerde tüketim, tüketimin değişen anlamın, bireyin kendisini var etmeye çalışması, tüketim arzusu gibi konulara da değinen yazarın kitabını okursanız, bu konular ve benim detaylandıramadan yazdığım konuların daha geniş ele alındığını görürsünüz - haliyle. 

28 Şubat 2015 Cumartesi

Terry Eagleton "Hayatın Anlamı"

Bir önceki kısacık blog yazısında da belirttiğim üzere, dün gece yorgunluğa ve kapalı alanda olduğum için doğal olarak beni etkilemeyecek olan kötü hava şartlarına rağmen (kar lastiklerimi ve zincilerimi takarak kitap okuyorum çünkü - gibi) Terry Eagleton'ın "Hayatın Anlamı" adlı kitabını bitirdim. Sizlerle yazısını paylaştıktan sonra, yarın blog'da yazısını okuyabileceğiniz kitabı okumaya döneceğim.

Çalışırken masada mutlaka bir Terry Eagleton kitabı oluyor; mutlaka çalıştığım şey hakkında Eagleton'ın bir kitabını ayırdığı ya da bir kitabında değindiği bir konu oluyor çünkü. Çok severek okuyorum haricinde de.

"Hayatın Anlamı"nda Eagleton, "hayatın anlamı nedir?" sorusu okura, kendisine ve gelmiş geçmiş hemen herkese soracak şekilde yöneltiyor. Düşünürlerin fikirleri doğrultusunda tanımı farklı bakış açılarıyla ele alan yazar, hiçbir cevaptan tatmin olmuyor ya da aldığı her cevaba yeni bir soru yöneltiyor. Okura da düşünme fırsatı, sorgulama ve karşılaştırma fırsatı tanıyan bu yöntem ile, bir saat önce masanın üzerinde kedi ile kalem avına çıkmış olan siz de "hayatın anlamı" üzerine düşüncelere dalabiliyorsunuz böylece.

"Hayatın anlamı nedir?" sorusunu, teologların bakış açılarına göre de değerlendiren yazar, bazı soruların sorulmasının, cevap gerektirmeyen bir ihtiyaç sonucu bile doğabileceğine değiniyor. Ya da soruyu biz hep yanlış sormuşuz, öyle söyleyeyim.

Sıklıkla Ludwig Wittgenstein'ın ilgili konu hakkındaki yorumlarına da yer veren yazar, ifadeler, kelimeler, anlamlar ve insan arasındaki ilişkiyi sorguluyor.

Kamusal alanın belirleyici unsurlarına verilen önem arttıkça, kamunun ortaya çıkardığı değerlere bir eleştiri getiriyor yazar. Toplumun, hayatın anlamı örtüsü altında bireylere dayattığı "anlamların" ancak ve yalnız sorun doğurduğuna işaret ediyor. Benim anladığım bu açıkçası - en azından. Örneğin kültürün, dinin ve cinselliğin "gücünü kaybeden kamusal değerin" yerine, yeni anlamlar ve değerler yüklemesi için konulmasına değiniyor yazar. Sonucunda da bu sembolik anlam yükleme sıkıntısının, ayrı sıkıntılar doğuracak hale geldiğini ifade ediyor.

Spor konusunda Eagleton'la aynı görüşteyiz sanırım; kendisi, toplumların uyuşturucusu olarak sporu gösteriyor. Özellikle futbol sanırım. Ben spordan kazanılan çılgın miktarlardaki paraya karşıyım; bir doktordan ya da bir öğretmenden daha fazla kazanan bir futbolcunun, artık gereksizlik sınırlarını da aşan harcamalarının toplumun gelir seviyesi düşük kesimlerinde dahi hayranlıkla izlenmesine karşıyım. Aslında, özellikle takım sporlarının kapitalizm içindeki "görevi" ve "yaptığı her şeye", "parçası olduğu" ve "yarattığı her şeye" karşıyım.

Anlam arayışı üzerine olan fikirleri irdeleyerek metne devam eden yazar, anlamdan yoksun bir hayatın "hedef, öz, amaç, nitelik , değer ve doğrultudan yoksun" olmak olarak tanımlıyor.

Hayatın anlamını arayan herkes için geçerli olacak bir şekilde, belki de anlamı aramamız gerektiğine de değinen yazar, yeni soruyu da yöneltiyor okura: Ya hayatın anlamı, ne pahasına olursa olsun ortaya çıkarmamamız gereken bir şeyse?

Anlam konusunu Tanrı ekseni etrafında da sorgulayan Eagleton, hayatın anlamının maddi varlığını ve türsel aidiyetini de kapsaması gerektiğine değiniyor.
Kapitalizm içindeki anlam oluşturma ve arama konusunu incelerken haliyle Karl Marx'ın fikirlerine de yer veriyor yazar.

Hayatın anlamı konusunda pek karamsar olan, genel olarak karamsar olan Arthur Schopenhauer'in görüşleri de kitap içinde sıkça yer alıyor. İlköğretim zamanında ilk kez okuduğum bu düşünürün üzerimdeki etkisini hala unutmamam - başka bir yazının konusu olsun.

Elbette, Sigmund Freud da hayatın anlamı konusunda fikirleriyle kitabın içinde sıkça karşımıza çıkan bir isim oluyor. Freud'a göre hayatın anlamı, ölüm.

Hayatın anlamı sorusunun cevabının metafiziksel bir konu olmaktan ziyade etik bir konu olduğunu vurgulayan Terry Eagleton, bunun bir yaşama meselesi olduğunu vurguluyor.

Bir gecede oturup bitireceğiniz, Eagleton'ın farklı görüşleri sunarak, sorular sorarak size belki daha önce aklınıza gelmeyen cevapları aramaya doğru yönlendireceği bir kitap Hayatın Anlamı.   

18 Ekim 2014 Cumartesi

Terry Eagleton "Edebiyat Kuramı"

Uzun zamandır yazısını yazmam için gözümün içine bakıyordu Terry Eagleton'ın Edebiyat Kuramı adlı kitabı. Şu satırları yazdığım sıralardan hala devam eden taşınma - ev taşıma - evi taşımaya hazırlama süreci içinde fırsat buldukça yazısını hazırlamaya çalıştığım kitaplar arasında daha fazla bekletmeyim dedim.

Terry Eagleton'ın kimi zaman espirili - iğneleyici bir dille kaleme aldığı Edebiyat Kuramı, okurken sıklıkla altını çizip notlar alacağınız satırlarla dolu. Haliyle ustalardan birinin kaleminden çıkma, edebiyat üzerine neredeyse ders kitabı olabilecek (Belki de öyledir) bir eser; satırları çizmekten, bir kaç sayfada bir, bazen her bir sayfada post-it'i yapıştırmaktan bıkmayacağınız bir eser.

Konuyla ilgilenme derecenize göre üzerinde uzman olabileceğiniz ya da sadece kulak aşinalığınız olabileceği fenomenoloji, yorumbilgisi, alımlama kuramı, yapısalcılık, göstergebilim, postyapısalcılık, psikanaliz gibi konu başlıklarından oluşan Edebiyat Kuramı, bahsi geçen konuları yalnızca bilgi verip geçecek şekilde değil, kimi zaman eleştirerek ya da destekleyerek, kendi içinde tartışmalara ve sizi de konuya daha çok bağlayacak örnekler üzerinden konuyu ele alıyor.

"Yoksulların klasik edebiyatı" damgası vurulan ve uzun zaman boyunca bu tanımlamanın üzerine yapıştığı İngiliz Edebiyatı'nın ciddiye alınmama safhasının ardından sonunda üniversitelerde kendisine bir yer edinmesi, ancak edindiği bu yerin neredeyse "kadınların oyalanabileceği bir alan" haricinde hiçbir şekilde akademik çevrelerce dikkate alınmamış olmasının ele alındığı giriş bölümü hayli ilginç. Şu an İngiliz Edebiyatı üzerine çalışmış, çalışan ya da çalışacak olan çoğu kişi için bir binanın temellerini oluşturan onlarca yazar ve eserin vakti zamanında maruz kaldığı muamele hayli ilgi çekici.

Kitapta "ideolojik bir proje" olarak doğduğu savı ortaya konulan ve toplumun özellikle yoksul kesimi için bir "millyetçilik aşılama", "ortak değerleri aktarma", "genel kültürü yansıtma" "ahlaki değerleri benimsetme" gibi amaçlarla tamamen "ahlaki" bir temel üzerinde şekillenen İngiliz Edebiyatı'nın günümüze dek süregelen evrimine tanık olmak, toplumsal yapıların ulusların edebiyatı üzerinde nasıl şekillendiğini Eagleton'ın anlatımıyla görmek mümkün.

Yaygın toplumsal ideolojilerin her daim yansıdığı edebiyatın, çözümlenmesi sürecinde geliştirilen farklı kuramlar üzerinden Derrida, Heidegger, Saussure, Freud gibi ilk aklıma gelen önemli düşünür ve kuramcıların gözünden irdeleyerek, bazen karşınızda konuşuyormuş gibi Edebiyat Kuramı'nı sizlere anlatan Terry Eagleton ile zormuş gibi görünen bir konunun aslında ne kadar zevkli ve anlaşılır biçimde okuyucuya aktarılabileceğine de tanık oluyoruz.


Siyasi eleştiriye, aynı adlı bir bölümle yer veren ve kitabın kapanışını yapan Eagleton'ın Edebiyat Kuramı ile okuduğunuz metinlerin farklı bakış açılarından nasıl çözümlenebileceği ve asıl dertlerinin ne olduğunu merak ediyorsanız, bu merakınızı yenebilirsiniz.

10 Eylül 2014 Çarşamba

Ingvar Ambjörnsen "Tavandaki Kukla"

Tavandaki Kukla, Ingvar Ambjörnsen'in okuduğum ilk kitabı oldu. Bu zamana kadar adını yer yer duymama rağmen hiç okuma şansım olmamıştı. İşsizlikle beraber gelen "yürüyüş için bolca zamana sahip olma" fırsatıyla beraber çıktığım günlük yürüyüşlerin birinden, eve iki kitapla döndüm. Biri Tavandaki Kukla'ydı.

Romanda baş karakter olan ve yer yer kendi ağzından ya da günlüğünden olayların akışına şahit olduğumu Rebekka'nın kız kardeşi Stina tecavüze uğradığı için bir akıl hastanesinde tedavi görmektedir.  Akıl sağlığını yitiren, konuşmaktan vazgeçen, ailesinden ayrı, bir hastanenin bir odasında yaşamaya mahkum, tecavüz mağduru kardeşi için Rebekka, üzülmekten daha fazla şey yapmaya karar verir: İntikam almaya. Kardeşinin hayatını, ölümden önce çalan tecavüzcüden intikamını almaya karar verir.

Can çekişen bir evliliği olan Rebekka, intikam almak için peşinde olduğu adamı yakından takip etmek ve planını uygulamaya koymak için, çocukluklarının geçtiği anneannesinin ve dedesinin evlerine taşınır. Soğukkanlı, planlı bir şekilde adım adım ilerlemeye başlar. Bu intikamın en "soğuk" yanı ise, öldürücü bir darbe vurarak her şeye son vermekten ziyade, yavaş yavaş ve acı çekerek bir sonu hazırlamaktır.

İntikam duygusu ve acıyla yaşayan bir kadının, kitabın arka kapağında da belirtildiği üzere neredeyse saplantıya dönüşen intikam arzusunun neler yaptırabileceğini, kuzeye has soğukluğu hissettirerek okutan bir kitap Tavandaki Kukla.

Soğukkanlılık ve otokontrolün zirvesinde gezinen Rebekka'nın, sinsice uyguladığı planında kullanmak üzere stokladığı insanlardan (yani insan ilişkilerinden) tutun da geçmişe dönük kısımlarda okuyucuya sunulan kısa ama detaylarıyla Rebekka'nın içinde bulunduğu hali şekillendirecek olaylar barındıran her bir satır hikayeyi sürükleyici kılan ve güçlendiren şeylerden biri.

Tecavüz gibi insanlık dışı bir şiddet eyleminin denize düşen bir taş misali yaratabileceği tüm nefreti, her bir dalganın şiddetiyle anlatıyor yazar.

Kesinlikle şu ana kadar okumamış olmayı kayıp saydığım bir yazar oldu Ingvar Ambjörsen. 

23 Kasım 2012 Cuma

John Fowles "Koleksiyoncu"

Koleksiyonu, biriktirmeyi yaratıcılığı ve insanın doğasını bitiren bir şey olarak gören Miranda ve biriktirmekten, koleksiyonundan ve aslında bir çeşit yok edip saklamaktan başka bir zevki olmayan Fred’in, acı bir biçimde bir araya gelmesiyle başlıyor roman.

Fred’in, yirmi yaşındaki, güzel ve tam manasıyla hayat dolu sanat okulu öğrencisi Miranda’yı kafaya takması, onu da tıpkı biriktirdiği kelebekler gibi bir “izlenesi ve sahip olunmasıyla mutlu olunacak bir şey” haline dönüştürme isteğiyle, eline geçen paranın yardımıyla kaçırıp, evinin bodrumuna hapsetmesi. Koleksiyoncu, kaçıran ve kaçırılanın ağzından ilerleyen anlatımı ile, böyle başlıyor.

Sadece sahip olmanın verdiği mutluluktan başka bir şey istemeyen, hayatı boyunca sürekli ruh hali bozuk olduğu her hareketlerinden belli olan kadınlar arasında yaşamaktan dolayı normal bir ruh durumu olmayan, kimsesizliğini yatıştırabileceği yegane uğraşı ölümlerini hazırladığı ve biriktirdiği kelebekler olan silik, çoğu kimse için karaktersiz bir erkek olan Fred’in, hayatında bir şeylere sahip olmak için elinden gelen tek şeyi, bir şeyleri yanında istemesi ve yalnızlığını bastırabilmesi için yapabildiği tek şeyi yapması, yaşamaktan mutlu olan bir sanatçının kafes içine hapsedilmesine sebep oluyor. O kafesin içinde her istediği yerine getirilen, pahalı kıyafetler ve kokular içinde tutsak edilen yaratıcı zihin ise kendi çıkışını, aklını korumaya çalışmayı ancak geçmişi ve hayatını bir yerde kağıda dökerek sağlıyor; kendi iç yolculuğuna ve gelişimine acı bir gerçekle, hapis olduğu gerçeğiyle başlıyor. Tutsaklığını kafasından silebilmek için ise hayatındaki kesitler içinde kendisiyle konuşuyor, ilerliyor ve karara varıyor. Sanki öncesinde yaşıyormuş gibi duygularının ilerlemesine izin veriyor; sevdiğinin ne olduğunu anlaması maalesef ki kapalı kaldığı mahzende oluyor.

İnsanı tiksindirecek kadar, yalnızlığı yüzünden hastalıklı bir beyni olan Fred’i okuduğunuz her bir satırda ne kadar anlamaya yaklaşırsanız, her anlayışınızda ondan tiksinmeniz için ve içinde olduğu çıkmazın ne denli büyük ve kendisini her saniye daha da yuttuğunu görmeniz için birbiri ardına ışıklar yanıyor o satıların üzerinde. Geriye dönüşü ve kurtarılması mümkün olmayan bir karanlığın ve yalnızlığın içinde bir “koleksiyoncu”.

Akıcı anlatımı ve yer yer insanın gerçekten soluğunu tutmasına sebep olacak kadar gerçekçi tutsak eden ve tutsak ruh halinin satırlara dökülmesi yüzünden, kafanızı kaldırıp pencereden dışarı bakmaya ve bir an için gerçekten her ikisinden biri de olmadığınız için sevinmenize, kendinizi iyi hissetmenize sebep olabilecek, karanlık, adeta Miranda’nın mahzeni kadar karanlık bir kitap.

Biriktirmekten başka, duyguları olmayan bir adamın, fikirleri büyümeyen ve mahvolmuş bir koleksiyoncunun hikayesi. Sonunda içinize bir ağırlık çökeceğinden eminim.

Nasıl bir çıkmazdır.