3 Eylül 2018 Pazartesi
Alexandre Kojeve "Hegel Felsefesine Giriş"
10 Kasım 2017 Cuma
Tülin Bumin "Hegel"
2 Kasım 2016 Çarşamba
Elizabeth Farelly "Mutluluğun Sakıncaları"
19 Ocak 2016 Salı
Oktay Rifat "Bir Kadının Penceresinden"
12 Aralık 2015 Cumartesi
Alıntı: John Burnside "Kutup Dairesinde Bir Ev"
(sayfa:62)
24 Ekim 2015 Cumartesi
John Burnside "Şeytanın Ayak İzinde"
16 Mart 2015 Pazartesi
Hillary Jordan "Uyandığında"
1 Aralık 2014 Pazartesi
Levi Henriksen "Kar Yağacak"
29 Kasım 2014 Cumartesi
Ne Okuyorum?
15 Eylül 2014 Pazartesi
Mine Söğüt "Beş Sevim Apartmanı"
9 Kasım 2013 Cumartesi
Blacksad 1
14 Mayıs 2013 Salı
Hermann Hesse "Gertrud"
6 Mayıs 2013 Pazartesi
J. D. Salinger "Franny Ve Zooey"
22 Mart 2013 Cuma
Hermann Hesse "Klingsor'un Son Yazı"
20 Şubat 2013 Çarşamba
Tezer Özlü "Çocukluğun Soğuk Geceleri"
Tezer Özlü’yü okurken istediğim tek şey olabildiğince şizofreni üzerine düşünmemekte. İnsana yapışan bir etiketi, ya da siz nasıl dersiniz bilemem, ama bir insanı tanımlarken sahip olduğu hastalığın da onunla beraber anılmasından bahsediyorum, işte o etiketi olabildiğince unutmaya çalışarak okudum. Evet, karşımıza kitabın içinde sıkça çıkıyor olması belki benim çabamı saçma kılar, ama görmek istediğim tek şey Tezer Özlü’nün Tezer Özlü olarak ne yazdığıydı. Yanlış tarafından odaklanıp, şizofren Tezer Özlü’nün ne yazdığını okumaktan kaçınmaktı asıl istediğim.
Satırlar arasında karşıma çıkan, genel olarak her bir satırında beni etkilemesi hariç, daha çok rahatsız bir ruh hali ile okuduğum satırlar ise akıl hastanesinde iken doktorların, hastane çalışanların genel tavrı, hastalarında faydalanmaya hevesli doktorların acınası varlığıydı. Koca kitaptan çıkara çıkara bunu mu çıkardın diyebilirsiniz ancak evet, koca kitapta mideme en çok kramp sokan bu satırlardı. Çocukluğuyla başlayan sürecin ardından gençliğini, ilk evliliğini, beş yıl sürecek olan hastane günlerini, ikinci evliliğini, anneliğini, eşliğini, sıkılmışlığını, bir yandan hayata devam etme isteğini, gördüklerini, unutamadıklarını, üzerine kazınanları okuyacaksınız.
Eklemek istediğim son şey ise, Tezer Özlü’nün çocukluğunda kendisine dayatılan, babasının dayattığı bir şeyler diyeyim, ya da o öyle tanımlıyor aslında, benim fikirlerime tezat oluşuydu. Keza, ileriki hayatında bir Alman okulunda ve Alman kültürü içinde, dört bir yanı rahibeler ile çevriliyken onda oluşan rahatsızlık hissinden daha fazla rahatsızlığı devlet okulunda, Türk eğitim sistemi içinde hissetmesiydi. Bu belki benim yanlış bir tespitimdir, ancak bu benim fikirlerimin oluşturduğu, kendimce haklı gördüğüm bir önyargıdan da kaynaklı olabilir.
Not: Herhangi bir din, ırk ya da bir başka değeri aşağılama, yadırgama ya da kötüleme amacı güdülmeden yazılmış bir kitap yorumu okudunuz.
11 Ocak 2013 Cuma
Alıntı: Yaşamın Ucuna Yolculuk
"Yaşamım boyunca uykuyu beklediğim kadar hiçbir şeyi beklemedim. Ancak anlamsızlık ve acı sonsuz bir gelişigüzelliğe vardığı günlerde derin derin, uzun uzun çok yorucu uykuları uyudum. Yorgun, isteksiz ve umutsuz uyanıncaya dek"
Yaşamın Ucuna Yolculuk, Tezer Özlü. Yapı Kredi Yayınları, sayfa 45'den alıntıdır.
9 Ocak 2013 Çarşamba
Tezer Özlü "Yaşamın Ucuna Yolculuk"
Ben yıllardır Türk yazar okumuyordum.Marifet olarak da söylemiyorum bunu. Bu bilinçli yaptığım bir şey de değildi; okumuyordum, denk gelmiyordu. Oysa kitap okumaya Türk yazarlarla başlamıştım; Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin gibi, hala da severek okuduğum yazarlarla. Ancak bağnaz bir okuyucu olduğumdan (bunu daha önce de belirtmiştim) kolay kolay ille de okuyacam dediğim şeyler haricinde yeniliklere, yeni tarzlara tamamen kapalıyımdır genelde. Ha nasıl okuyorsun o zaman derseniz, okuyorum işte, okumadan önce de onlarca yazıyı okuyup seçiyorum bir sonraki kitabı.
Tezer Özlü’yle de böyle tanıştım; adını bilmeme rağmen alıp okumamış olmak garip geldi, internette hakkında yazılanları okuduktan sonra da okumamış olmam saçma gelmeye başladı. Öğle arasında gidip kitabı aldım, okumaya başladım, akşam evde de kitap bitti: Yaşamın Ucuna Yolculuk.
İlk satırlarından itibaren Italo Svevo ve Cesare Pavese gibi iki yazarın adı neredeyse kitabın, daha doğrusu yolculuğun izlerini oluşturmakta; intiharları üzerine yapılan bir yoluculuk gibi, aynı zamanda Tezer Özlü’nün (klişe bir tabir olsa da, gerçekten) kendi içinde ve hayatında, bu yazarların hayatı ve intiharları üzerinden çıktığı bir başka yolculuk aslında. Ait olamama ve sınırlardan bağımsız olma duyguları içinde sürekli bir hareket halinde, sürekli bir “iz” peşindeyken bile yanıbaşında ölümün, aslında intiharın soluğunu sürekli hisseden bir kadın; intiharın izini sürerken ölümü aslında isteyerek, bilinçli şekilde hisseden bir kadın.
İnternetten okuduğum kadarıyla yazarın içinde bulunduğu ruh hali, ruhsal durum demek daha doğru olur belki, yazarın neden bu denli bir karanlığın içinde olduğunu anlamak için bir anahtardı aslında. Bir de okurken benzer (aynı değil ancak çektiği şeyleri çektiği kadar yaşatan başka bir) durumdan muzdarip olmanın etkisi de olabilir, bilmiyorum. Ancak bu yoğun karanlık içinde, ondan ayrıştığım nokta ölümden kaçma üzerine kuruluyken bile Tezer Özlü’nün çok satırında kendimi buldum, aynı şeyleri hissettiğimi gördüm. Yine de tekrar etmek istiyorum, kendisini ölümün kıyısına inatla giderken ben inatla yıllardır kaçınmaya çalışıyorum; bu yüzden kaşlarım çatık bir halde ve bir kaç kez kapatıp düşünerek okudum. Gerçekten böyle mi?
Acaba ben de aynı hisler içinde olmama rağmen kaçmayı başaramadığım için çakılıp kalmış olabilir miyim?
Kendimi ve yazarı sorgularken arada bir uçurum yaratmış bile olsam da kesinlikle kalbimin içinde bir sızı oldu; onu anlayıp, anlamış olmanın getirdiği, onu anlayabilmenin sonucu olan, kendisinin içinde olduğu çaresizliğin sonuna kadar hissetmenin sızısı.
Ölüm üzerine kafa yormuş, ölümden korkmuş, ölümü istemiş ve bunu hayatında nefes aldığı her ana yaymış insanlar haricinde bu kitabın insanları tatmin edeceğini sanmıyorum. Bunu söylememin nedeni kitabı beğenmemem değil, aksine çok sevmem. Ancak bazen insan kendisine uzak duygularla yazılmış satırlar görünce kitaptan uzaklaşabilir ya, işte Yaşamın Ucuna Yolculuk, gerçekten yaşamın ucuna bir yolculukta olduğunun farkında olmayanlar için okunması zor bir kitap olacaktır bence.
Tezer Özlü, Yaşamın Ucuna Yolculuk. Yapı Kredi Yayınları, 125 sayfa.
25 Aralık 2012 Salı
Hermann Hesse "Rosshalde"
Yıl bitmeden, son zamanlardaki okumalarımdan uzak bir eser, Hermann Hesse'den Rosshalde'yi seçmiş olmaktan memnunum. Ne zamandır böyle bir roman okumamıştım. Üstelik şu ana kadar okuduğum en iyi Hesse romanı. Sanırım içinde barındırdığı yalnızlığı ve soğukluğu bu denli içten, özellikle bir sanatçının gözünden bolca anlatmayı başardığı için.
Rosshalde, Johann Veraguth'un piyanist karısı ve iki oğlu ile yıllar önce, karısıyla arasında ezelden beri olan soğukluğa rağmen bir zamanlar beraber ve mutlu yaşamaya başarabildikleri bir ev iken, zamanla soğuğun ve yalnızlığın kol gezdiği bir eve dönüşmüştür; ressam Veraguth kendisine evin bahçesi içinde başka bir "ev" inşa ettirmiş ve çalışmalarıyla beraber orada yaşamaktadır. Karı ve koca arasındaki yegane bağ ise küçük oğulları Pierre'dir, zira ailenin büyük oğlu da babasıyla yaşadığı sorunlar yüzünden evden ayrılmıştır.
İşte hikayenin kırılma noktası, Pierre'in başına gelen bir felaket ve ondan bir süre önce Veraguth'un kendisini ziyarete gelen, Burkhardt.
Rosshalde'de okurken gördüğüm en çarpıcı noktalara değinmek istiyorum. Ancak öncelikle belirtmek istediğim şey kitabı okumayanlara yönelik; kitabın arka kapak yazısında da yazıldığı üzere ailenin tamamen dağılması Pierre'in ölümü ile gerçekleşiyor, yani yazım boyunca bu konuya değinecek olmam size kitabın sonunu söylemiş olmamla aynı kapıya çıkmayacak aslında.
Veraguth'un kişiliğinde beni çeken şey, yaratım sürecinde tamamen kendi içine kapanan ve biricik oğlundan bile kendisini soyutlayan bu adamın, arkadaşı Burkhardt'ın peşinden Hindistan'a gitmeye karar vermesi sürecindeki düşünceleri idi. Kendisinin ne kadar kapana kısılmış ve yalnız olduğunu farketmesi ardından yaşadığı bu süreç, acı bir biçimde, aslında zamanla kendisinden soğuyacağını bildiği küçük oğlundan vazgeçmesiyle sona eriyor; nasılsa bir gün Pierre ondan uzaklaşacaktı, o yüzden onu ardında bırakıp uzağa gitmek, kendisini özgür kılmak neden acı versin ki? İçi yanarken bu kararı veriyor, oğlundan, oğlu uğruna kaldığı Rosshalde'den vazgeçiyor ve gitmeye karar veriyor. Her ne kadar karısından "küçük oğlunu kendisine bırakmasını" istese bile. Fakat sonunda, Pierre hastalanıp yatağa düştüğünde, Veraguth'un içinde inceden bir huzur beliriyor; artık zorlanmadan uzağa gidebilecektir. Ve inanılmaz bir biçimde, karısı, adeta dalga geçermiş gibi görünse de Pierre iyileştiği takdirde oğlanı kocasına vermeye razı gelir ki bu kitapta oldukça zorlanan bir kısım; okuması zorlanan; çocuk ölüm döşeğindeyken babasına bağışlanır ve Veraguth çocuğun zaten kayıp gideceğinin bilincindedir.
Bir diğer öne çıkan nokta ise kendi içindeki bir yalnızlıkta krizden krize düşmeye, hastalığın ilk aşamalarında sinir krizine düşmeye başlayan küçük çocuğun, ateşli hastalığının başlangıcında yüzeye çıkan bilinç altı. Yaşadığı krizler sırasında, okurken fark edeceğiniz üzere Pierre'de derin bir yalnızlık ve kıskançlık hakim. Elbette bu kıskançlığı bir çocuğun yalnızlığından doğup geldiğini de belirtmekte fayda var.
Çok akıcı, çok derin bir kitap. Bir sanatçının aslında yalnızca ne istediğini de görebilirsiniz, bir çocuğun tek hayalini de, ya da buz gibi bir kadının kendi dünyasında ne kadar sıkışıp kalmış olduğunu da.
Hermann Hesse'yi bu denli büyük kılan yapıtlarından okumak için en güzel örneklerden biri.
Rosshalde, Hermann Hesse. Yapı Kredi Yayınları, 167 sayfa.
24 Aralık 2012 Pazartesi
Rosshalde
"Umudunu yitirmemiş kişi mutludur!" diye sesini yükseltti Burkhardt, üzerine basa basa. "Peki, sen neyi umursuyorsun? Başarı desen değil, şan şöhret desen değil, para desen o da değil; büyün bunlar fazlasıyla var sende. Ne adamsın, hayat nedir, haz, sevinç nedir bildiğin yok asla! İçinde hiç bir umut taşımıyorsun, öyleyken memnunsun! Anlamıyor değilim, haklı olabilirsin, ama berbat bir durum var ortada Johann. Şakaya gelmeyecek bir çıban; kimde böyle bir çıban var da yarıp açmaktan kaçıyorsa, o bir korkaktır."
Rosshalde, Hermann Hesse. Yapı Kredi Yayınları. Sayfa 60'dan alıntıdır.
13 Aralık 2012 Perşembe
Yeniler I
Okumakta olduğum ve okunmayı bekleyen kitap yığınım haricinde gözüm her zamanki gibi sahip olmadığım kitaplarda. Bu kitaplara gözümü kestirmem de internette kitap listeleri yapmak için geçirdiğim zamanın sonucu. Genellikle bağnaz bir okuyucu olduğumdan olsa gerek yıl içinde yeni çıkan kitapları pek takip etmezdim, zamanla bunu kırmaya başladım. İyi de oldu.
Bu sayede özellikle son bir yıl içinde adeta ben de 2012 yılının kıyısından köşesinden bir parçası oldum. (Bu dahil olamamaya bir örnek; mesela birkaç albüm hariç 2012’de yayınlanan hiçbir albümü de dinlemedim, hatta bir fikrim bile yok ne oldu ne bitti diye. Örnekti bu.)
Yapı Kredi Yayınları’nın sitesinde gezerken yeni çıkanlara da şöyle bir baktım. Şöyle bir baktım dediğim gözlerim bulanana kadar baktım. Adını sıkça duyduğum birkaç kitap böylece benim de alınacaklar listeme girmiş oldu. Bunun başını da Adam Ross’un Bay Fıstık adlı romanı çekmekte.
Kitap hakkında sitede yer alanları ve özellikle dikkatimi çeken Stephen King’in yorumunu da buraya eklemek istiyorum:
David ve Alice Pepin’in evliliği alarm veriyor: Obez ve depresif Alice’in hayal kırıklığıyla sonuçlanan diyetleri ve girdiği bunalımlar, yaklaşan felaketin işaretleri. David ise çareyi, gizlice yazdığı ve hayatını ele geçirmeye başlayan romanında arıyor.
Ward ve Hannah Hastroll’ın evliliği tehlikede: Bir sabah Hannah, hayatının geri kalanını yatağında sürdürmeye karar veriyor. Kafası karışan kocasının Hannah’yla iletişim kurma çabaları boşuna. Bu kafa karışıklığı cinayetle sonuçlanabilir.Sam ve Marilyn Sheppard’ın evliliği paramparça olmak üzere: Hamile olan Marilyn, kocasının sadakatsizliğinden usanmış durumda. Sam ise yakında karısının katili olmakla suçlanacağından habersiz. Bay Fıstık’ta üç evliliğin hikâyesi iç içe geçiyor, evliliklerin karanlık tarafları gözler önüne seriliyor: Birbirinin ölümünü düşleyen eşler, aldatmalar ve kavgalar, bırakıp gitme hayalleri kan, ter ve gözyaşı. Sadece bunlar da değil; bilgisayar oyunları, Hitchcock filmleri, Hawaii manzaraları ve eş öldürme hizmeti veren bir kiralık katil de Adam Ross’un bir labirenti andıran romanında buluşuyor. Okuyucuysa, hayal ile gerçeğin birbirine karıştığı ve içinde kaybolmanın da en az çıkış yolunu aramak kadar zevkli olduğu bu labirentte, eldeki tek ipucu olan isimleri takip etmek zorunda. “Kim Korkar Virginia Woolf’tan bu yana evliliğin karanlık yüzüne fırlatılan en hayranlık uyandıran, en dikkat çekici bakış.” – Stephen KingSize de çekici gelmedi mi?
Bir diğer kitap ise Levi Henriksen’den Kar Yağacak. Kitabı gözüme kestirmemin nedeni de elbette yine ilgi çeken, sitede bulabileceğiniz yazıydı:
Dan Kaspersen, hapisten yeni çıkmış, Noel’e birkaç gün kala erkek kardeşi Jakob’un cenazesine katılmak üzere kasabasına dönmüştür. Erkek kardeşinin ölümüne, intihar ettiğine inanamamaktadır. Jakob, bir otomobil kazasında kaybettikleri anne ve babalarından kalan küçük çiftlikte, –iddiaya göre– otomobilin egzoz borusuna bağladığı hortumu içeri alıp kontağı çevirerek intihar etmiştir. Jakob’un ölümünün cinayet mi yoksa intihar mı olduğu sorusu yanıt beklerken, Dan kasabada geçirdiği günlerde bir kez hapse düşmüş olmanın yaftasını yaşamı boyunca taşımakla özdeş sayıldığını anlar.
Norveçli yazar Levi Henriksen’den entelektüel meselelere eğilmek yerine basit gerçekliklere odaklanan, esprili, duygulu bir roman: Kar Yağacak.
Her iki kitaptan da “tadımlık” bölümlerini http://www.ykykultur.com.tr/kitap/edebiyat ‘dan okuyabilirsiniz. İlgilenenlere duyurulur.