Yapı Kredi Yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yapı Kredi Yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Eylül 2018 Pazartesi

Alexandre Kojeve "Hegel Felsefesine Giriş"

Çok sık referans verilen kitaplardan; 1902 Moskova doğumlu, Fransız asıllı filozof Alexandre Kojeve'nin Hegel Felsefesi'ne Giriş'i.

Daha önce blog'da Hegel ve Marx üzerine başka bir yazıda sıklıkla bahsi geçmişti bu kitabın, ben de yazısını ekleyeceğimi söylemiştim. Ancak aradan aylar geçti. Yıl da olabilir. Sonuçta kitabı tekrar okuyup bu yazıyı yazmaya başlayabildim. 

Oradan oraya atlamamak için çaba göstereceğim.

Şimdi nereden başlasam derken, ben yine yöntemden başlamayı uygun buldum. Kojeve, Hegel felsefesine giriş olan bu eserde, vurguyu nereye yapıyor derseniz, açıklamalarda da belirtildiği gibi tez-anti tez-sentez yerine olumsuzlama yönteminin Hegel'deki yeri diyebilirim ilk olarak. Bu olumsuzlama nedir, diyalektiğinin içinde ve Hegel'in tarih anlayışında bu olumsuzlamanın yeri nedir çok kısa değineyim.

Hegel, akıllara efendi - köle diyalektiğini getiriyordur. Bu efendi - köle ilişkisi Hegel'de, insan varlığı ile başlayan bir ilişki. Bu ilişki biçimi, insan için sadece iki seçenekten biri olduğunu da gösteriyor; yani insan ya efendidir ya da köle. İnsanın yeryüzündeki varlığında bu ilişki biçimin ortaya çıkması içinse, doğal olarak en az iki kişi gerekiyor; yani bir efendi ve bir köle. Karşımıza çıkan ilişkinin varlığı ve insanı toplumsal bir alan yerleşmesi aynı zamanda gösteriyor ki Hegel'in insanı, efendi ve kölenin varlığıyla ortaya çıkan toplumsal ilişkiler içindeki insanlardır, toplumsal varlıklardır. İnsanlın varlığıyla başlayan ve bu ilişkiyle ilerleyerek efendi ve kölenin etkileşimi olan tarih (burada kölenin emeğinin, doğayı dönüştürme gücü olan bir emek olması sebebiyle, bu tarihin içine insan ve doğa arasındaki ilişkinin tarihini de ekliyor), Hegel'in tarih anlayışına göre sonsuza doğru uzanmıyor. Tam da burada, olumsuzlama karşımıza çıkıyor.

Efendi ve köle arasındaki ilişki sonlandığında tarihin sona ermesi, Hegel'deki diyalektik ilişkinin sentez aşaması. Hegel, Napolyon Savaşları'nda bu ilişki biçiminin sonlandığını söylüyor; doğa ve insan arasındaki etkileşimin tarihi bu diyalektik ilişkinin tarihi olduğundan, son aşamada tarih ya tamamlanıyor ya da sonlanıyor. Böylece ilişki biçimi, köle ve efendi olarak var olan ilişki biçimi, başlattığı tarih ortadan kalkıyor. 

Kölenin çalışmasını, ilk mücadele olarak değerlendiren Hegel'in, Efendi'deki değişikliğin ilk sebebi olarak bu çalışmanın yarattığı dönüşüm olduğunu belirtiyor Kojeve. Çünkü; kölenin emeği, doğayı dönüşüme uğratmakta olan bir üretim sürecidir. Çalışma ile gelen üretim, akabinde değişimi, ilerlemeyi ve tarihsel evrimi getirmektedir. Kölenin tarihsel ilerlemedeki ilk adımı hatta yegane gücü taşıyor olması, efendi ile arasındaki ilişki biçiminde tarihi başlatan ve sonlandıran büyük (ne denir şimdi bilemedim) hamleyi Hegel'de köleye vermektedir. Köle, efendinin efendi oluşunu idrak ettiren olduğu kadar, efendinin efendiliğini yansıtan olduğu kadar, tarihi başlatan ve tarihin sonunda doğayı köle emeğinden mahrum bırakarak, efendisi ve doğa ile olan etkileşiminden çekildiği için tarihi sonlandırandır.

Kojeve, Hegel'de özgürlük ve olumsuzlama konusuna da değiniyor. Hegel'de olumsuzluğun kilit bir rolü var; bu kölenin kendisini olumsuzlamasının aslında devrimci/dönüştürücü rolü bir tarafa, diğer taraftan Kojeve olumsuzlamayı insanın parçası olduğu doğanın ölümcül bir yanı olarak değerlendiren Hegel'de insan ölümlülüğünün bir olumsuzlanma olarak değerlendirilmesinin insanın özgürlüğünün şartı olarak görüldüğünün altını çiziyor. Yani, doğada ancak varlığını olumsuzlayabilen bir şey özgür olabilir. İnsan özgürlüğü ölümlü oluşundan gelir, gibi.

Buradan, özgürlük konusu ve özgürlük talebine geçmek istiyorum asıl, o yüzden özgürlük bahsi aklıma geldi. 

Hegel'e göre yalnızca "özgürlük için özgürlük" istemek gibi talep söz konusu olamaz. Çünkü özgürlük, saf olarak istenmesi ve gerçekleştirilmesi, elde edilmesi mümkün olmayan bir şeydir. Hegel, özgürlüğü olumsuzlanma sonucu elde edilebilecek bir şey olarak değerlendirmekte. Bu durumda, Hegel'e göre, özgürlüğün varlığı ve özgürlüğün yaygınlaşması isteği için "hoşgörülü" ve "özgürlük taleplerine sıcak bakan" bir devlette böyle bir talebin karşılık bulamayacaktır. Bu olumsuzlama olmayan özgürlük, yani "mutlak özgürlük" talebi, kendisiyle çelişmekte diyor Kojeve de. Olumsuzlama olmadan özgürlük gerçekleşmiyor; olumsuzlama özgürlüğü var eden, devrimci bir olumsuzlama diye düşünelim mesela. Şimdi, diyalektiği yerine olumsuzlaması üzerinden değerlendirmesini de anlamak daha çok oturmuştur diye düşünüyorum. Devam edelim. Burada, Kojeve'nin vurgusu, Hegel'in devlet anlayışını da aktarması açısından önemli, özgürlüğün ancak tarih biçiminde var olabileceğini belirtiyor Hegel'de; yani mutlak özgürlük diye bir şey yok, çünkü özgürlük kendisini sonlandırmasıyla ortaya çıkacak. Ancak tarihin değişimle, dönüşümle var ola akışı, tarihsel olan, özgürlüğe tekabül ediyor. Bu durumda tarihsel olan, Hegel'in toplumsal varlıkları olan insanlarını kapsayan, ilişki biçimlerini kapsayan ve bunların dahil olduğu devlet biçimindeki form, özgür olunabilen şeklindedir - buna ulaşılıyor. Üretmenin, doğayı dönüştürmenin, etkileşimin, tarihsel akışın/tarihselin, efendi - kölenin etkileşiminin içinde (burada üretme, dönüştürme, tarihin akışı = kölenin devrimci olumsuzlaması aynı zamanda) tarih vardır diyor ve bu, özgürlüğün de olduğudur. Yani neyi kapsadığı ve neyi istediği belli olmayan bir özgürlük, yoktur, elde edilemez. Bunu Hegel de demiş. (Devrimciyiz, diyerek ortalıkta dolaştığı halde ne istediği belli olmayan taleplerini özgürlük, demokrasi, adalet, insan hakları gibi kavramlarla ortaya döküp de hala ne istediği belli olmayan turuncu zemin sürüngenleri için de açıklayıcı olmuştur belki.)

Belki birkaç ekleme daha yapabilirim; özellikle yöntemi üzerine ayrı bir bölüm var, Hegel üzerine çok aydınlatıcı buldum bu arada. Çalışmanın olumsuzlamasını özgürlük olarak değerlendirmesini Kojeve bu bölümde tekrar ele alıyor, ayrıca özgürlüğün mevcut olduğu tek formu da devlet içinde değerlendiriyor. Özgürlük, eylem sonucu olduğu için ve eylem de doğaya karşı olumsuzlama olduğu için, mutlak, safi ya da doğrudan diyeyim "beleş ve havadan" bir talep ya da sonuç değil, devlet yapısı içinde çalışma ile gerçekleşen ve üretim ile ilerleyen tarihin içinde, Hegel'in yöntem anlayışı içinde nasıl bir konumda, tekrar irdeleniyor.

Yazdıkça yazılır tabi.

10 Kasım 2017 Cuma

Tülin Bumin "Hegel"

"Hegel'e göre insanın gerçekten bilim yapabilmesi yani varlığı akılsal olarak ve bütünüyle kavrayabilmesi için, önce rasyonel bir devletin bilinçli bir yurttaşı olarak ortaya çıkabilmesi gerekir." (s.137).

Kitabın tam adı "Hegel - Bilinç Problemi, Köle - Efendi Diyalektiği, Praksis Felsefesi". Onu başlığa sığmadı ama görselde var neyse ki ama yazmayınca içim rahat etmedi. Bunu da açıklamazsam olmazdı.

Yazıya başlamadan önce, kitapta da Tülin Bumin'in sıklıkla referans verdiği iki kitap var, onların bir adını analım çünkü bu yazıdan sonra onların yazısını ekleyim, güzel olsun. Birisi Jean Hyppolite'in Marx ve Hegel Üzerine Çalışmalar'ı. Diğeri Alexandre Kojove'nin Hegel Felsefesi'ne Giriş'i. Sonucusunun şu an piyasada baskısı yok diye biliyorum, ancak bir yerlerde görürseniz alın. Bu iki kitabı neden panikle giriş kısmına ekledim, Bumin'in kitabını bu ikisinden önce okursanız anlarsınız; ama tavsiyem sıralamada o ikisini öne alın. 

Bilinç konusunun efendi - köle diyalektiği bağlamında doğal olarak Hegel üzerinden çalışma konusuna nasıl bağlandığını işliyor öncelikle Bumin. Bu da şöyle oluyor; Hegel'deki ben'in (sonra neden Hegelci Marksistler'e sövüldüğünde sinirlendiğimi soruyorlar) ancak dış dünyanın dönüştürülmesiyle ben olabilmektedir. Burada iş çalışmaya geliyor işte. Şöyle, efendi ve köle bir karşıtlık ilişkisi, ancak bu ilişki içinde bir çalışmayı da içeriyor. Yani ben'in farkındalığını sağlayan efendi'nin "yap" demesi ve kölenin çalışmaktan başka seçeneği olmaması gibi. Hegel'e bu ben'in ortaya çıkışındaki tek fırsatın tüm insanların ilk ben'e uyanma biçimin ancak ve sadece efendi köle ilişkisi olabileceği iddiasında karşı çıkışlar da var, bunlara Bumin'de değinmiş; yani kadın erkek ikiliği yerine efendi köle ikiliği ya da karşıtlığı diyelim, onu koyuyor Hegel, orada da bir efendi köle ilişkisi varsa bu yine birinin diğeri üzerinde aynı sonucu vermesi şeklinde sonuçlanır savunmasına gider bu diyalektikle giderse analiz. Yani, Hegel'in ben'inin idrakı ancak efendi - köle ilişkisinde, dış dünyaya dönük ve çalışma ile gerçekleşmektedir. Of çok uzattım. 

Buradan da Hegel'in tarih anlayışına bağlayabiliriz aslında konun geldiği yer havada kalmıyor, boşuna uzatmamışım; insanın bu bilinci ve dışa dönük çalışmayla gelen değiştirme gücü, doğa üzerindeki değiştirme gücü yani, dünyadaki verili olanı değiştirmesidir. Hegel'e göre bu verili olanın olumsuzlanması. Bu durumda, Hegel insanlığın tarihini olumsuzlayıcı eylemlerin tarihi olarak ele alıyor, yani kendi yarattığı tarih kendisini dışa vurarak dışı olumsuzladığı ancak kendisini yansıttığı tarihtir. Tarihi de zaman ile ele aldığını ekleyelim; zaman ve insan Hegel için aynı şeyler diye belirtiyor Tülin Bumin; "zaman insanın dünyadaki gerçek varlığı ya da gerçek tarihidir". 

Kitabın devamında, doğal olarak benim üç paragraflık beş satırımdan fazlası var. Görüngübilim üzerine, devlet üzerine, bilinç üzerine, Frankfurt okuluna Hegel'in etkisine kadar Bümin'in yer verdiği dolu şey var. Okuyun.

Ne kadar net yazdım.


2 Kasım 2016 Çarşamba

Elizabeth Farelly "Mutluluğun Sakıncaları"

Marx'ın "meta üretimi" olarak tanımladığı modern tüketim, yaptığı tanımlamadan uzaklaşmaya başlamıştır. İçinde yaşadığı dönemin koşulları düşünülürse Marx'ın tüketim malları üretimi üzerinden değerlendirdiği kapitalist üretim modeli de başka bir yöne ilerlemiştir. Artık kültür endüstrisinin kitleleri modernizmin üretim odaklı anlayışından post modernizmin tüketim dayatması üzerinden ilerleyen bir sürece soktuğu dünyada, kimlik bunalımından iş hayatında başarıya, çocuk yetiştirmeden eğitime kadar her alanda bireyin içine itildiği bencilliğine ve tatminsizliğine bir kılıf bulması hayli kolay hale gelmiştir. İşe yaramaz soyut çözümler(!) ile bu kılıfı yaratmaya ve sözde anlam karmaşası içinde kendisini kaybetmiş bireye sığınacak bir liman olan bu anlayış sonunda geniş bir mutsuzluğu yaratmaktan bir işe yaramamıştır. İnsanın üretimle arasındaki bağı, yaratıcı emekle üretebileceği her şeyi ondan aldıktan sonra kalan posayı oyalamak, tüketim kültürünün, kültür emperyalizminin de bir oyun alanı haline gelmiştir.

Saf gereksinimlerin ötesine geçmiş, sembol ve göstergeler üzerinden kendisini yaratan tüketim arzusu, ekonomik boyutunu bir tarafa fırlatarak kültürel bir düzeleme geçmiştir. Böylece hem tüketimi artırmaya yönelik girişimler hem de tüketim arzusunun coşması hızlanmıştır. Kalıplaşmış halde de olsa, kültürel muhafazakarlık da bunun karşısında direncini kaybetmeye başlamıştır. Zira karşı tarafın gücü, yerelin tıpkı bireyde olduğu gibi kendisini muhafazasına imkan vermeyecek kadar fazladır.

Farelly'nin ağırlıklı olarak içinde yaşadığı Avustralya toplumu üzerinden örneklemelerle konuyu işlediği Mutluluğun Sakıncaları adlı kitabı da buna odaklanıyor. Tüketimin ve gösterişin, konforun ve tatmin arayışının içinde adeta oradan oraya savrulan insanların, mutsuzluklarının ve tatminsizliklerinin arasındaki ilişkiyi sunuyor.

Tüketimi bir felaket olarak değerlendirdiğimizde Farrelly'nin kitabı da bu felaketin farklı boyutlarını gösteriyor diyebiliriz. Her şeyi hemen isteme batağındaki insanların, ihtiyacın giderilmesi ardından tatmin ve mutluluk yaşaması gereken bir kurgu dayatması içerisinde hiçbir tatmin ardından neredeyse mutlu olmadıklarını ve sırada her zaman istenecek "daha fazlası"nın olduğunu vurgulaması da bu yüzden. Sabırsız,  daha fazlasının arzusuyla sıkıntı içerisinde olan ve hiçbir zaman kurtulamayacağı bu tatminsizlik içerisinde yaşayan insan. Toplum bireylerden oluştuğuna göre modern dünyada toplumları sarmalamış mutsuzluğun sebebini uzakta aramaya gerek yok. Tıpkı bir kıyafet ya da bir insan gibi ideolojileri de tüketmeye olan meyil, kararsızlık ve tatminsizlikle oradan oraya koşarken kabullerini siyaset ya da ikili ilişkileri içerisinde olsun, nerede olursa olan kaybetmeye hazır insanlar. Kitlelerin tatminsizlik batağında sadece nesneler üzerinden çırpınmalarının ötesine baktığımızda, desteklediği partinin "tam o anda o istediği tepkiyi vermediğini" gören insanın battığı mutsuzluk ve tatminsizlik de buna bir örnek olarak verilebilir diye düşünmek de pek alakasız sayılmaz. Oy verme davranışının ya da iradenin dengesizliğinde tüketim toplumunun yarattığı ya da kurban ettiği bireylerin yansımalarını görmek, tıpkı alıp asla giymediği bir pantolonu gözünün önünden hışımla iten bir bireyin davranışı gibi geliyor.

Farrelly'nin değindiği konulardan biri de gerçeğin idealize hali yerine konulmuş olan ve aslında modernizme bir tepki olarak da sunulan çirkinlik anlayışı. Bir sanat eserinin gerçeği birebir yansıtmasının başarı olarak değerlendirildiği günlerin de geri kaldığına işaret eden yazar, çirkinliğin ve itici olanın gerçeğin göstergesi olarak ortaya atıldığı durumu anlatıyor ancak bunun yarattığı tatminin ne olduğu sorusunun cevabını yine toplumda aramak mümkün.

Şehirlerin, nüfusun değişen dağılımı ve yoğunluğu arasında da bireyin mutsuzluğuyla bir ilişki kuran Farrelly, banliyönün konfor ve gösteriş için cazip hale getirilmesine karşın insanlarda yarattığı mutsuzluk ve soyutlanmış hale dikkat çekiyor. Bir yandan şehirlerde dengeli bir kaosun yarattığı enerji ile yaratıcılığı güçlendirdiği vurgusunu da yaptığı için, merkezin uzağında büyük vaatlerle oluşturulan bu yeni çevrenin reklamlardaki ideal mutlu aile tablosu ve güler yüzlü mutlu insanlardan aslında ne kadar uzak olduğuna değiniyor. İnsanlar arasındaki etkileşim ve ortaklaşa mekan kullanımın uzağında, doğayla sözde yakınmış gibi duran fakat insan doğasıyla insanın arasına bir duvar çeken bu yerleşim şeklini eleştiriyor. İnsanın kendi rızasıyla bir hapishane duvarının ardına kendisini hapsetmesi benzetmesini banliyö için yapması bu yüzden. İnsan olması gerektiği her yerden uzaklaşarak bir türlü varamayacağı bir yolda nefes almadan koşarken, tüketimin ve kendisine dayatılan tüm arzu nesnelerinin peşinde, kendisi olmaktan çıkan bir hale geliyor.

Mutluluğun Sakıncaları, mutluluğun ne olduğunu önce tanımlayan sonra da bunu insanların gözüne sokarak bizzat yarattığı mutsuzluğun çaresini sunmaya çalışan çelişkiyi anlatıyor. 

19 Ocak 2016 Salı

Oktay Rifat "Bir Kadının Penceresinden"

Bence uzun süren bir aradan sonra, blog'a yeniden yazmak güzel. Ancak zaman bulabildim. Ancak herhangi bir şekilde gün içinde üç saatten fazla uyuyabildim. O yüzden bu "uzun ara" ardından blog'a bugün üç yazı eklemeye karar verdim. 

Son bir ay içinde kurgu bir kitap okuma şansım neredeyse olmadı. Okuduğum tek tük kurgu kitabın ise yazısını yazmaya zamanım olmadı.

Bir Kadının Penceresinden'i ne zaman okuduğumu hatırlamıyorum (aslında goodreads profilimden bakabilirim ya da not aldığım defteri açabilirim ama üşeniyorum). Kütüphanede ders beklerken görüp hemen almıştım bu kitabı da. Hemen alma sebebim arka kapak yazısıydı. Hemen aldım diyince kitaba aşırı biçimde "atlamadım" ama hemen aldım. Arasında bir fark var. Neyse.

Kitabın girişinin uzun uzun Marksist eleştirisi yapılabilir. Giriş dediğim de ilk bir kaç sayfa yani. Ama ben çok beğendim. Kitap 1976 yılında yayınlanmış ve dönemin siyasi hareketleri içinden karakterler barındırdığından neredeyse dersten alıntılanmış bir metin gibi duran kısım bence kitabın hikayesinin altındaki asıl hikayenin derdini çok güzel özetlemiş. 

Kitapta çok fazla karakter yok, Karakterlerin her biri yerine, kitaba adını verdiği üzere "bir kadının penceresinden" bakıyoruz hikayeye. Bu hikayede yoğun bir kasvet, yoğun bir umutsuzluk var. Bunu dönemin Türkiye'sinin genel havasına ve karakterlerin özel hayatlarının dış dünyadan etkilenerek aldığı ve ikili ilişkileri ve hayatlarının tamamına yayılan kasvet ve umutsuzluğa da bağlayabilirsiniz. Her bir satırında sinmiş bir karanlık, kasvet, hüzün var.

Ekonomi - politik ekseninde seyreden göndermeler ve içerik haricinde hikayedeki asıl nokta bir kadının hayatındaki kasvet. Karanlık ve güneşin pek kendini göstermediği günlerden birinin gecesinde okumuştum kitabı. O kasvetin ağırlığı ile yüzümde kalmış tek tük mimik de yok oldu ve kitabın kapağını kapatınca ifadesizce çalışma masamın başına tekrar oturdum. Şu son cümlem olumsuz bir yorum gibi durmasın. Tam aksine olumlu bir yorum aslında.

Klavyemdeki virgül çalışmadı için yazdığım yazıyla şu an aramda bir gerginlik oluştu. Bir sonraki yazıda virgün sorununu halletmem lazım.

Kısaca toparlayım: 1976'nın Türkiye'sinde bir kadının hayatının girdiği çıkmazla beraber bir ülkenin içinde bulunduğu durumu kısaca anlatan bir hikaye. 

12 Aralık 2015 Cumartesi

Alıntı: John Burnside "Kutup Dairesinde Bir Ev"

Image link: http://40.media.tumblr.com/983a517f55f904463210b4bbded7a866/tumblr_nwxm9n1UuM1uffvh4o3_1280.jpg

"İç içe olmaktan hoşlanmam. Dokunulmamayı severim. Dünyada çok fazla temas var. Çok fazla iç içe geçmişlik var. Belki birbirimize bağımlı olduğumuz dünyadaki her şeyin bir başka şeye bağımlı olduğu doğrudur. Ama biz aynı zamanda aradaki mesafelere de bağımlıyız. Mesafelere ihtiyacımız var, çünkü düzeni mesafeler sağlar. Haritaları da bu yüzden severim ben, çünkü haritalar bir şey ile diğeri arasındaki boşluğu gösterir."

(sayfa:62)

24 Ekim 2015 Cumartesi

John Burnside "Şeytanın Ayak İzinde"

Bu sefer Rus edebiyatından bir roman değil, İskoçya'dan bir roman yazısı. Bir süredir devam eden, ama bu romanla ara verdiğim Rus klasiklerine de bugün yeni bir kitapla devam edeceğim. Onun yazısı da artık hafta içine kalır.
Hayatımın özetini geçtiğime göre kitaba dönebilirim.

Şeytanın Ayak İzleri'ni okumaya karar vermemiştim, kütüphaneden yine başka kitaplar almak için gittiğimde gözüme çarptı. Arka kapak yazısı da merak uyandırdı açıkçası. 

Nihayetinde kasvetli denebilecek bir günde kitabı okumaya başladım. Böylece kasvetin sardığı ruh ve mekan ile kitabın kederi birleşince sanırım kitabın tadı daha güzel çıktı. Mazoşistik okuma sevgisi.

Michael Gardiner adlı başkarakter, aynı zamanda hikayenin anlatıcısı. Bizzat ağzından aktarılan hikayesinde ise sık sık geri dönüşler var. Bunun sebebini geçmişten kopamayan ve geçmişin gölgesinde, o gölgelerin sindiği, ancak gölgede kaldığı için pek göremediği, fakat aslında orada olduklarını hep bildiği kendi günahları saklı. Tüm bu günahların yükü altında hayatı boyunca nasıl da ezildiğini göremeyen Michael için tüm geçmişin faturasını ödeme ve yüzleşme günü de yaşadığı kasabadaki bir olayla karşısına çıkıyor.

Michael'in ilk gençlik döneminde, okul yıllarında bir süre birlikte olduğu insanın, çocuklarından ikisini ve kendisini akıl almaz biçimde arabada yakarak öldürmesinin ardından olaylar başlıyor. Ancak Moira, bahsi geçen kadın, üçüncü çocuğunu, yani kızı Hazel ya da kocasına bir zarar vermeden sadece diğer iki çocuğu, iki küçük oğlu ile gidiyor ölüme. Bu ilginç detay, Moira'nın arabayı ateşe vermeden önce Hazel'i yol kenarında indirmesi de Michael için daha fazla gizemli bir durum yaratıyor.

Sebebini tahmin edebilirsiniz. Edemiyorsanız da kitabı okurken zaten hemen karşınıza çıkacak o sebep.

Moira'nın abisinin küçük yaşta bir kaza sonucu ölmesi ve bu olayın Michael'in geçmişinde kapladığı yer ve önem, tüm olan bitenin arından Michael'in neredeyse durağan ötesi yaşamında yeni bir dönemi açıyor.

Karısı Amanda ile olan evliliğinin dokunsanız elinizde kalacak bir halde olması, Michael'in toplumun kendisine yüklediği neredeyse tüm rolleri reddetmesi, ailesiyle olan geçmişi, küçük bir kasabanın kendisine ve ailesine karşı olan tutumu, hayatın gerçeklikleri.... Sırayla geçmişin her anısı yeniden canlandıkça, olaylar zinciri çocukluğundan bugüne dek gittikçe artan bir gerilimle Michael'i sıkıştırdıkça elbette sonunda hikayede de bir patlama yaşanıyor, Michael'in bir nevi dönüşümüne tanıdık oluyorsunuz.

Yapayalnız bir insan. Yapayalnız kalmayı seçmiş bir ailenin yapayalnız büyümüş, toplumsallaşmanın hayli dışında kalmış, pasifliği içinde ve yaşadığı kapalı evrenin içinde şeytanın sadece dışarıda, toplumda değil, aslında kendi içinde de varolduğunu öğrenme sürecini okuyoruz Michael'in. Şeytanın ayak izlerini yolun başına dönüp takip etmeye başladığında, son adımın nerede olduğunu görmesinin ardından ise hikaye sonlanıyor ve sanırım karakter gibi okur da ilginç, suçluluk duygusunun boyut değiştirmiş bir haliyle gelen ilginç bir rahatlama duyuyor. 

Bence karakter güzel kurgulanmış, hikaye boyunca da tutarlılığından bir şey kaybetmeyen bir kurguya sahip. Haliyle hikaye de öyle.

Not: Paylaştığım görsel bana aittir. Kullanmadığınız için teşekkürler.

16 Mart 2015 Pazartesi

Hillary Jordan "Uyandığında"

Yine uzun zamandır okumak istediğim, aldıktan sonra ise bir türlü okumaya fırsat bulamadığım (bu klişe ifade hakkında açıklama: Okumaya zaman bulamadım değil, bu kitabı okumaya fırsat bulamadım. Açıklama yapmazsam kimsenin merak etmediği okuma alışkanlığım hakkında gereksiz detaylar veremezdim gibi, neyse) Uyandığında'yı dün, yani bir Pazar günü içinde bitirdim. Başından kalkmayıp sürekli okusam daha çabuk biterdi ama araya giren gündelik işlerle kitabı bitirmem akşamı buldu.

Distopyaları çok sevdiğimden kitap zaten varlığını öğrendiğimden beri dikkatimi çekiyordu. ABD'nin bir din devletine dönüştüğü ve her şeyin din temelinde yaşandığı/yaşatıldığı bir gelecekte geçiyor Uyandığında. Hillary Jordan'ın distopyasında suçlular, işledikleri suçun ağırlığına göre rengi ve süresi belirlenen, deri altına enjekte edilen bir yöntemle cezalandırılıyor. Ekonomik zorluklarla mücadele eden ABD'nin bu cezalandırma yöntemiyle aynı zamanda suçluların hapishane masraflarının yükünden de kurtulmayı amaçladığı okura sunulan romanda, toplum içinde "suçlu damgası yemek" ağır biçimde ele alınıyor; suçlular, Renkliler'e dönüşüyor ve ceza süresi boyunca mahkum edildikleri deri rengi ile her gün yeniden ve her yadırgayan bakışla beraber yeniden suçları toplum içinde yüzlerine vuruluyor.

Din devletine dönüşen Amerika'da aynı zamanda kürtaj da yasaktır; zira kadınların doğurganlığını ellerinden alan bir salgınla mücadele içinde geçen uzun yıllardan sonra çıkan kanunlarla kürtaj en ağır cezalardan birini gerektiren bir suça dönüşmüştür. Kasten adam öldürmekle aynı cezayı gerektirmektedir; bir "kırmızı"ya dönüştürülmek.

Baş karakter Hannah Payne'la kitabın ilk başlarında, renklendirilme işleminin ardındaki ilk gününde karşılaşıyoruz. Hannah, kürtaj yaptırdığı için artık bir "kırmızı"dır. Kürtajı yapanın ya da çocuğun babasının adını vermediği için cezası üzerinden herhangi bir indirim alamamıştır.
Dindar bir ailenin, kendi çevresinden başka bir dünya tanımayan genç kızı Hannah'nın kürtaj, kaybettiği çocuğu ve yaşadığı ilişkinin kendisi üzerine sorgulamalara giriştiği dönüştürüme işlemi sonrası otuz günlük esaret ardından renkliler için tehlikelerle dolu dünyaya dönüşü ise ayrı bir sorun olacaktır.

Din egemen bir toplumun rehabilitasyon merkezi olarak sunulan, ancak şansı biraz yaver giden renklilerin belirli bir süre için girebileceği, bir manastır gibi tasvir edilen bir yere sığınmasıyla beraber Hannah, bir kırmızı olarak yaşamaya resmen başlayacaktır.

Kürtaj üzerine, insan hakları üzerine, din üzerine, ahlak ve vicdan üzerine verdiği mesajları, işlediği konuları, sürükleyici bir hikaye içinde okura sunan yazar Hillary Jordan'ın ikinci romanı olan Uyandığında, günümüzü düşündürtmeden hiçbir okuru son sayfaya kadar götürmeyecektir.

Kitap hakkında çok şey yazılır, ancak çok beğendiğim bu kitap hakkında yazdığım şeylere kendi yorumumu belki gereğinden de fazla katacağımı biliyorum. İpucu da vereceğimi biliyorum. Bunun yerine, size Uyandığında'yı okumanızı tavsiye ederek yazımı bitiriyorum. 

1 Aralık 2014 Pazartesi

Levi Henriksen "Kar Yağacak"

Basılı bir kitabı olması, Kar Yağacak adlı kitabıyla ödül de kazanmış olması, Norveçli ve bir erkek olması gibi farklar haricinde Levi Henriksen'le bir kaç ortak noktamız varmış: Kendisi gazetecilik, metin yazarlığı, söz yazarlığı ve müzisyenlik de yapmış.

Haricinde, romanda sıklıkla Ramones grubunun adı geçiyor, bilen bilir, punk diyince çoğu insanın aklına ilk gelen gruplardandır Ramones ama ben gerçekten hiç sevmem. Uzun süre punk dinlemiş, çalmış da olsam Ramones'a asla ve asla ısınamamışımdır. Neyse, Ramones kötülemem bitti, devam edelim. (Bu arada herkeste Ramones tişörtü var, ülkemizin yarısı punk da haberim mi yok acaba?)

Yeteri kadar gıcıklık yaptığıma göre, Kar Yağacak adlı güzel romandan bahsetmeye başlayabilirim. Baş karakter Dan Kaspersen, Norveç'te Kongsvinger adlı, yazarın da doğduğu yer olan küçük bir kentte olan aile evine, kardeşinin cenazesi için döner. Ailesinin vefatı ardından aralarında büyük bir bağ olan kardeşi Jacob'un kaybı ardından, hapishaneden çıktıktan kısa bir süre döndüğü kasabada derin bir keder ve amaçsızlık içindeyken, ikinci bir şansı yakalama umudu her geçen saniye azalmaya başlar. Kardeşinin intiharına aydınlatacak bir şeyler bulmaya çalışırken sıklıkla geçmişe yaptığı dönüşlerle okuyucu için daha da tanınır hale gelen Dan, romana hareket katan bir çok sorunla da bu süreç içinde karşı karşıya gelir. Hapishaneden çıkan bir insan için ikinci bir şans var mıdır sorgulaması bir yandan yapılırken, küçük bir kasaba içinde nasıl göze battığına da sıkça değiniliyor romanda. Üzerine yapıştırılan "suçlu" damgası ile olabilecek her ihtimal göz ardı edilerek kentte işlenen neredeyse tüm suçların ilk şüphelisi sayılmaya başlanması da Dan'in gerilimini artırıyor, okuru Dan'in tarafında olmaya yönlendiriyor.

Bir cinayet mi, bir intihar mı anlamaya çalıştığı olayın ardından hayatındaki dalgalanmalarla kimi zaman daha depresifleşen, kimi zaman hüzünlü mutluluğuyla okuru kalbinden vuran Dan'in hikayesi, kış aylarına girilen şu günlerde belirmeye devam etmesine rağmen güneşin parlaklığını, Norveç'in soğuğuyla ve pusuyla değiştirebilecek nitelikte. Böyle bir roman okumaktan baya mutlu oldum; iki kardeş arasındaki ilişkinin sunumundan etkilenmemek mümkün değil. Ailenin dini tavırları ve iki kardeş üzerinde, yetiştirilmelerinde açıkça görünen ve otuzlu yaşlarının sonlarına yaklaşan Dan'de bile hala var olan etkilerini göz ardı etmek mümkün değil.

Okurken okuduğum romanın içindeymiş gibi olmazsam gerçekten okumaya devam etmiyorum, çoğu okur da böyledir sanırım. Kar Yağacak gibi güzel romanlarda tam olarak filmin içine girip (bencilce kendi varlığını kitaba dahil etmeye çalışan okur olarak) oralarda ben de gezinebiliyorum işte. Bugün kitabı okurken ev soğuk olmamasına rağmen Norveç'in karla kaplı caddelerinde ben de yürüdüm, İsveç'teki marketin önüne arabayı park ettiklerinde ben de buzda kaymamaya çalışarak yere ilk adımımı attım. Dan kederle karların içinde göğe bakarken, içinden geçen karman çorman duyguların içinde ben de kendimi kaybettim.

Şiddetle tavsiye ediyorum. Tatlı, hüzünlü, umut ve umutsuzluk dolu, bir ölümün ardından bir roman.

29 Kasım 2014 Cumartesi

Ne Okuyorum?

Sizin bulunduğunuz şehirde hava durumu ne bilmiyorum ama burada az sabah yaz olarak başlayan hava şu saatlerde kışa dönmüş durumda. Yetmezmiş gibi karanlığın çevrelemesine bakarsak da buranın Norveç taklidi yaptığını söylesem yalan olmaz. Hayır olur. Çünkü Norveç değil. Neyse.

Ama bugün her black metal dinleyenin, "bm'ye giriş 101'i" sayılabilecek gruplardan Norveç'li Darkthrone ile ilk kez okuduğum Levi Henriksen sayesinde en azından kulak ve göz kendisini kısacık anlardan ibaret şekilde Norveç'te sanabiliyor.
Kitabın daha başlarında olmama rağmen sevdim diyebilirim. Zaten bir kitabı sevip sevmeyeceğimi anladığım sayfalar geride kaldı. Yani sevdim. Lafı uzatmak istiyorum. Uzatmayım.

Darkthrone dinleyin, kitap okuyun. 

15 Eylül 2014 Pazartesi

Mine Söğüt "Beş Sevim Apartmanı"

Blog'da pek Türk yazarlara yer vermiyorum sanırım ama bu bilinçli yaptığım bir şey değil. Okumayı öğrendikten Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz gibi ustaların kitaplar sayesinde okumaya olan tutkumun daha da arttığı, hatta bu isimlerin çoğu kitabını bir çok kere, tekrar tekrar okuduğumu belirtmek isterim. Ya da Tezer Özlü'ye olan sevgim, saygım...

Yani Türk yazarlara blog'da pek denk gelmemenizin belirli bir sebebi yok, sadece "oluyor" ya da "olmuyor".

Mesela Mine Söğüt'ü ilk kez geçtiğimiz yaz okudum. Neden okumak için bu kadar bekledim en ufak bir fikrim yok. İşte başta dediğim gibi, bazen olmuyor.

Beş Sevim Apartmanı okuduğum ilk Mine Söğüt kitabıydı ve bence yazarla tanışmak için kendiliğinden doğru adımı atmışım gibi geldi.

Hüzün ve keder dolu bir geçmişe sahip Beş Sevim Apartmanı'na bir gece Doktor Samimi ve hastaları yerleşir. Her bir katta bir hasta vardır ve bodrum katında da Doktor Samimi yaşamaktadır. Gireni çıkanı olmayan bir apartman olan Beş Sevim Apartmanı'nın sakinleri ise mahalleli için bir gizemdir. Her bir apartman sakini, kendi hallerinde ve kendi sorunları içinde yaşamakta, suretlerinin camda belirmesi haricinde yaşadıklarına dair pek bir şey gözlemlenememektedir.

Kitapta, her bir hastanın hikayesini önce kendi anlatımları ile okuyoruz. Sonra "gerçek" olarak sunulan kısmı okuyoruz. Ardından ise Doktor Samimi'nin günlüğünden bir parça okuyarak, diğer hastanın kendi anlatımından mazisini okuyoruz ve bu döngü böylece devam ediyor.

Çıldırmanın, akıl sağlığını yitirmenin hikayesini bir yaşayanın ağzından, bir de dünya üzerinde nasıl yaşandığına dair gözlemler üzerinden okuyoruz. Hastaların hikayelerinden ziyade alttan altta geriliminin gittikçe arttığı rahatlıkla gözlenen Doktor Samimi'nin hikayesine de tanık oluyoruz.

Deliliğin dağlarında gezmek, kurguyla gerçeği, hayallerle sanrıların iç içe geçtiği hikayeleri okumak istiyorsanız, bir de soru işaretiyle biten finalleri seviyorsanız Beş Sevim Apartmanı'nda yeriniz hazır.

Mine Söğüt'ün dili de hikayelerindeki canlılık kadar etkileyici. Birbirinden farklı karakterler için yarattığı - bence - acı ve keder içindeki hikayelerindeki delilik ve gerçeklik çok çarpıcı. 

9 Kasım 2013 Cumartesi

Blacksad 1

Blacksad’in Yapı Kredi Yayınları’ndan yayınlanan bildiğim kadarıyla iki cildi var, ikisini de büyük bir hevesle aldım. Her bir ciltte iki adet hikaye var.

Bahsedeceğim ilk cilt. İçinde “Gölgeler Arasında Bir Yerde” ve “Arktik Irk” adlı hikayeler var.

Başlamadan önce Blacksad okumaya nasıl bu kadar hevesli bir hale geldiğimden bahsedeyim; iş yerinden bir arkadaşım bu çizgi romandan bahsettiğinde elbette ilk işim girip Google’dan bakmak oldu. Görür görmez çarpılma sebebim ise kapağındaki kediydi! Hehe. Kedileri severim. Kedi bir dedektifi ise daha çok severim. Ki kendisi kahramanımız, kedi dedektif Blacksad oluyor.

Yine saçma sapan bir blogger olarak sizlere eşek kadar insan olmama rağmen kediden köpekten nasıl etkilendiğimi ve nasıl sığ biçimde bir çizgi romanı okumaya karar verdiğimden bahsettim. İşte, blog’da gerçekçilik akımı da böyle başlamış oldu, diye anacak yıllar sonra gelecek nesil. Peh!

Ağzından sigarası düşmeyen yakışıklı Blacksad ilk macerasında eski sevgilisinin öldürülmesi olayını araştırıyor. Bu sırada karşısına çıkan her bir karakter farklı bir hayvan şeklinde. Öyle ki görmeye dayanamadığım iguanalar, kertenkeleler bile bu hikayede kendilerine yer bulmuş. Blacksad, ölümün arkasında sır perdesini aralamaya çalışırken girmediği delik, tanışmadığı bela kalmıyor desek yalan olmaz.

İkinci hikaye ise daha çok ırkçılık konusuna odaklanmış diyebiliriz. Kaybolan bir kız çocuğunun araştırmasını yapıyor Blacksad, karşısına ise karman çorman ilişkiler içinde bir topluluk çıkıyor. Kin ve intikam hırsıyla yılların geçmesinin bile bazı şeyleri nasıl öldüremediğini anlatan bir hikaye.

Genel havasını çok beğendim. Blacksad’i kanlı canlı, neredeyse sigaradan kalınlaşmış sesi kulağınıza gelecek şekilde canlandırabilirsiniz okurken.

Bir solukta bir kitap, ikinciyi henüz okumadım. Okur okumaz onun da mükemmel bir blogger olarak yazısını hazırlarım.


Kedileri sevin, çünkü onlar aslında bizi pek sevmiyor.

14 Mayıs 2013 Salı

Hermann Hesse "Gertrud"


Gertrud, okuduğum en akıcı Hermann Hesse romanı oldu diyebilirim. Ya da ben zamanla yazarın tarzına alıştım ve gittikçe daha fazla sever oldum. Her ikisi de olabilir. Sonucu değiştirmiyor nasılsa.

1910 yılında ilk basımı yapılan Gertrud’da, gençliğinin en deli dolu zamanında, bir konservatuar öğrencisi iken hoşlandığı Libby adlı kızın önerisi üzerine, onu kırmamak adına giriştiği, kızakla bir tepeden kaymak gibi tehlikeli bir işin ardından bacağı kırılan ve hayatının geri kalanını topal olarak geçiren sanatçı Kuhn’un öyküsünü okuyoruz.

Her ne kadar Kuhn’un öyküsü desem de, aslında öyküde hayatlarına yakındna baktığımız tek kimse anlatıcı Kuhn değil. Etrafındaki arkadaşları, ki sayıları çok az, ailesi ya da eski bir öğretmeni de hikayenin içinde kendilerine yer buluyor.

Kırılan bir bacak ve takiben gelen “kötürümlüğün” ardından belki bir aydınlanmaya doğru giden Kuhn, kendisini bir besteci olarak bulacağının ilk işaretlerini de bu istirahat dönemi içinde veriyor. Zira aklına, kalbine ya da kulaklarına, nasul tarif etmek isterseniz, gelen bir melodiyi çalmanın ya da onu notalara dökmenin hazzını böylelikle yaşamaya başlıyor. Bu sırada belirtmek istediğim bir detay ise Kuhn’un bir kemancı olarak pek parlak olmayışı; yalnızca iyi keman çalabilen bir kemancı, kariyerinde keman çaldığı dönemlerde de topluluk – orkestra içinde ikinci kemancı olarak kendine yer buluyor.

Sıklıkla kötürüm oluşu yüzünden insanlarla arasına bir mesafe koymuş olduğunu fark ediyoruz, kadınların onu sevmekten çok acımasını göreceğinden neredeyse emin olduğundan kadınlardan, kadınları sevmekten uzak kalıyor. Hayatına giren, opera sanatçısı Mouth’un aksine, kendisinin yanında kadınları göremiyoruz.

Halet-i ruhiye olarak kendisinden pek farklı insanlarla içine girdiği diyaloglarda Kuhn’un fikirlerini, kendi kafası içinde daha çok tartıp savunduğundan ya da çözümlediğinden olsa gerek, fikirlerini netçe görebiliyoruz. Örneğin, Hermann Hesse’nin Doğu ve Doğu kültürüne olan ilgisinin satırlara yansıdığı, Karma öğretisi ile ilgilenen eski hocasının kendisine verdiği kitaba yaklaşımında görebileceğimiz gibi.

Kuhn’un içinde “ne yaşamak ne de ölmek istediğine” dair bir duygu kitabın bir noktasından sonra, Gertrude karakterinin hayatındaki bir kırılma noktasından sonra tavan yapıyor. Hikayenin gidişatından bahsedip tadını kaçırmak istemediğimden olabildiğince az detayla anlatmaya çalışıyorum. Neyse, ne diyordum. Hayatındaki bu kırılma noktasından ve bulunduğu boşluk durumdan ise kendini kurtaranın babasının ölümü olması ise ilginç bir tezat oluşturuyor. Evet, belki bu tam anlamıyla bir kurtarma sayılmaz ama okuduğunuzda farkedeceksiniz ki bir hayatın kaybı başka bir hayatın önce sondan dönmesine, sonra da bir nebze iyileşmesine neden olabiliyor.

Gençliğin ve yaşlılığın sıkça sorgulandığı kitapta, yaşlılaların gözünden gençlik ya da sözde en iyi dönemlerini yaşayan gençlerin gözünden de yaşlılığa dair yorumlara denk geliyorsunuz. Öyle ki gençlerin ve Kuhn’un yaşlı annesinin beraber oturduğu bir anda, Mouth’un “yüzünden mutluluk bulunan tek insanın Kuhn’un annesi” olduğunu söylemesi size dosdoğru bir ifade olarak geliyor; kitapta yaşı geçkin olanların haricinde acı içinde olmayan insan yok gibi.

Bu acı içinde olma ve kendisini kimsenin anlamadığı düşüncesi içinde olma halinin kitapta tanımlanması ve çözümünün sunulması ise başkalarına ilgi göstermek, onları sevmek olarak anlatılıyor ki, bir not olarak eklemek istedim. Kendinden uzaklaşmanın yolu başkalarına yakınlaşmak, gibi anladım. Elbette bu ne kadar başarıya götürüyor Kuhn’u ya da ne kadar başarısızlığa düşüyor, bunu kitapta okumanızda fayda var.

Karşımıza Gertrud’da bir müzik insanı olarak çıkan Kuhn ile satıra dökülmüş kelimeler arasında gördüğümüz Hermann Hesse, hemen her kitabında olduğu gibi yine bir sanatçının gözünden bir hikaye anlatıyor aslında. Kitap boyunca yazılmaya başlanması sürecinden tutun da hazırlık sürecine kadar takip edilebilen bir operanın hikayesini de Gertrud’da olan bitene paralel olarak görüşümüz bundan olsa gerek. Ve bu da benim gözümde Hesse’yi, karşıma bazen ressam bazen de müzisyen olarak, ama sürekli bir sanatçı olarak çıkışından dolayı eşssiz bir yere koyuyor sanırım. Kırılan kalplerin, vazgeçilen hayallerin, tükenen hayatların ve sonlanan gençliklerin hikayesi, sürekli etrafta dönen bir müziğin içinde, müziğe yansıyan tüm acıyla beraber sizi kuşatıyor. Böyle yazdığım için çok depresif bir kitap diye düşünüp uzak kalmayın ama, ya da bu size daha çekici gelebilir, bilmiyorum. Yine de söylemek istediğim şey tüm kederin içinde huzuru okuyabilmiş olmamdı. Evet, bazı satırlarda üzüntü sizin de içinize işliyor ancak belki de müziğin verdiği huzurdur, işte o huzurun da içinize sindiğini farkediyorsunuz.

6 Mayıs 2013 Pazartesi

J. D. Salinger "Franny Ve Zooey"


Salinger’ın en zor alıştığım kitabı oldu Franny Ve Zooey. Öyle ki, yüz elli sayfa kadar olan kitaba alışmam için ilk yüz sayfanın geçmesi gerekti.

Yazısını yazmak da galiba daha zor olacak.

Yirmi yaşında, etrafındaki herkesin “ego”sundan bıkmış, okuduğu bölümdeki hocalardan, öğrencilerden, herkesin herşeyi bir “akademik çerçeve” içinde sunmasından bıkmış, genel olarak insanların içinde bulunduğu “ben şöyleyim, ben böyleyim” ve çok bilmiş “o öyledir, bu böyledir” yorumlarından tiksinme safhasına gelmiş Franny, erkek arkadaşı ile buluştuğunda bir patlama noktası yaşar ve sanki nefret ettiği herşeyin vücut bulmuş hali gibi görünen erkek arkadaşına yüklenir, yüklenir... Fakat gecenin sonunda baygındır; erkek arkadaşı tarafından evine gönderilir ve Franny’nin “çilesi” evde devam etmeye başlar.

Bu süreç içinde, erkek arkadaşına da anlattığı gibi bir “İsa Duası”na kafayı takmıştır diyebiliriz. Sürekli aynı duayı ederek, sonunda insanın bunu bir parçası haline getirebileceğine dair bu duayı ve yöntemi, ailenin üzerinde bir hayalet gibi hala etki göstermeye devam eden büyük abisi Seymour’un odasından aşırdığı bir kitapta okumuştur. Bu yöntemi ve duayı anlatarak gezen bir hacının öyküsünün anlatıldığı kitap, Franny Ve Zooey boyunca da hikayenin içinde var olmaya, hatta neresinden bakarsanız hikayenin bir iskeleti olmaya devam ediyor.

Zooey ise, kendi tabiriyle Franny gibi ailenin “ucubelerinden” diğeridir. Yirmi beş yaşında, oyunculuk yapan Zooey, Franny’nin durumuna bir müdahale olsun, onu düzeltebilsin ya da en azından derdini anlayabilsin diye annesi tarafından, eve geldiğinden beri duasını mırıldanarak salonda kah uyuyan kah uyanık olan Franny’nin yanına gönderir.

Hikaye de aslında burada başlıyor. yani tüm kitap boyunca bundan sonra geçen süre bir ya da iki saatlik bir bölüm. İki kardeşin, başta ailelerini, daha sonra kardeşlerinin kendileri üzerinde olan etkilerini ve daha sonra da ağırlıklı olarak Zooey’nin Franny’yi sorgulaması/yorumlaması üzerinden ilerliyor.

Zooey’nin Franny’yi diğer kardeşlerinden daha farklı bir şekilde oldukları konusunda artık ikna mı dersiniz ne dersiniz bilmiyorum ama ben ikna diyorum, ikna çabası, ailenin sanırım en çok özlenen ve bu iki kardeşin gözünde ayrı bir yeri olan Seymour’dan sıkça bahsederek içinde olduğu ruh halini en azından çözümleyerek onu kurtarma çabası, en sonunda bir “oyun” ile Franny’yi “aydınlanmaya/uyanmaya/bulmaya” götürüyor. Bunun oluşmasına kadar geçen süre boyunca odada bolca sigara içiliyor, bolca Franny gözyaşı dökülüyor ve kedi Bloomberg bolca seviliyor.

Diğer kardeşlerden ayrışan, birbirlerini daha iyi tanıyan ve bu yüzden herhangi bir şeyden daha çok birbirlerine iyi gelen iki kardeş Franny ve Zooey. İnsanlardan bunalmışlığının Zooey gözünde çözümlenmesi ve aslında yanlış bir temelde, yanlış bir tepki ile bunu ortaya koyması yüzünden Franny’yi eleştirmesi ve bunu yaptığı noktalar, sert olduğu kadar bence kitabın beni en çok etkileyen noktalarıydı. Zaman zaman Franny gibi düşünmüştür herkes, herkese aynı şeyler yüklenmiştir ve bir kaçış için sığınacak “bir şey”, herhangib bir şey aramıştır sanıyorum herkes. İşte bunu yapış tarzındaki aksaklıkları ortaya döküyor Zooey. Bir dua ile aydınlamaya gitmeye çalışıyor, ama Bessie’nin (anneleri) getirdiği, onun için, yapabileceği en iyi şey olan tavuk çorbasının bile kıymetini bilmiyor olmakla suçladığı kardeşini, kutsal olanı ararken, aslında kutsal olan, çevresindeki şeyleri farketmediğini gözüne sokmaya çalışıyor.

Kitap boyunca aile çocuklarının geçmişteki katıldıkları “dahi çocuklar” radyo programının, Seymour’un intiharının ve Bobby’nin inzivasının etkilerini de İsa Duası gibi sıklıkla hissetmek mümkün.

Dediğim gibi, kitaba alışmam kitabın sonlarını buldu. Ancak genelde Salinger okuyan biri iseniz yine de yadırgamayacağınız bir dil var anlatımda.

Yazısını yazmam ise daha zor oldu. Belki bu yazıyı bir zamanda, belki yakın bir zamanda güncellerim. Üzerine düşündükçe yazacak daha çok şeyim olduğunu düşünüyorum. 

22 Mart 2013 Cuma

Hermann Hesse "Klingsor'un Son Yazı"


“Bu kadar çok mektup yazan birisi mutlu olabilir mi?”

Hermann Hesse’yi okumak genellikle kaşlarımı çatmama neden olsa da (bunu kitabı beğenmediğim için yapmıyorum, elimde olmadan Hesse okurken kaşlarım çatılıyor), kendine has tarzı beni her zaman etkiliyor olsa da, yine de onun kitapları üzerine yazmakta zorlanıyorum. Mesela benim Bozkırkurdu üzerine ne yazabileceğimi çok merak ediyorum. Belki bir gün yazmaya çalışırım ve buraya da eklerim. Daha öncesinde ise, şimdi nasıl kelimeleri toparlayıp yazacağım, onu düşünüyorum.

Klingsor’un Son Yazı’na gelelim.

Klingsor, bir ressam. Hesse kitaplarında sanırım ressam görmeye, Hesse’yi görmeye alışkınız hepimiz. Bu kitapta da Klingsor adı altında aslında kendisini anlatıyor. Bundan önce Rosshalde adlı kitabında da kendisinden bahsettiğini, kendi fikirlerini açıkladığını ve bunu yaparken kullandığı yine bir ressam olan karakteri anımsıyorum da, Klingsor’la ne kadar ortak noktası var; hepsi de ne kadar Hesse aslında!

Bir ressamın gözünden, yaklaşan bir ölümü (yalnız bu ölümün anlamını biraz geniş tutmakta fayda var; ölen nedir, ölen kimdir; düşüncelerin ölümü mü, yeteneğin ölümü mü, insanın bedenen faaliyetlerinin sona ermesi mi, bir ruhun ölümü mü?) hissetmek ve yaşadığı anın tadını çıkarmak, yoğun tasvirlerle anı görmek ve hafızasına kazımak, yine bunu okuyucuya gerçekten bir ressam gözüyle, aynı zamanda usta bir yazar kalemiyle aktarmak. Klingsor’un yazında bunu gördüm. Bir ressamın fırçasıyla yazıyor Hesse satırları. Bu yüzden hikaye boyunca bir “an” içineki tüm detaylar, uzun uzun bir resme bakıyormuşsunuz hissi yaratıyor.

Etrafındaki insanlarla olan ilişkileri; özlediği arkadaşları, hayatı beraber doldurmaya çalıştığı arkadaşları, kitabın başında ve sonunda yeniden anılan Gina’ya olan duyguları... Klingsor, son yazında adeta bir vedayı sahnelerken ve son kez dünyayı içine çekerken, bir yandan da, kırklı yaşlarının başında ilk kez daha önce sahip olmadığı duyguları, bir kadına karşı hissetmeye başlıyor.
Kitap ince; 60 sayfa kadar. Ama okurken incecik bir kitabı bir saatte bitireceğim, diye düşünüp başlamayın. Süre oldukça uzayabilir. Her bir kelime o kadar yoğun ve ortaya çıkan her cümle öylesine dolu ki, okurken bu, işte tam olarak bu benim kaşlarımı çatmama sebep oluyor ve sürekli okuma hızımı düşürüyor. (Bunlar kötü manada değil; kesinlikle okumanızı önereceğim bir kitap zira.)

20 Şubat 2013 Çarşamba

Tezer Özlü "Çocukluğun Soğuk Geceleri"

Çocukluğun Soğuk Geceleri, Tezer Özlü’nün çocukluğundan, çocukluğunun geçtiği Anadolu’dan ve nihayetinde taşındıkları İstanbul’un, bir çıkmaz sokağındaki evlerinden başlıyor. Hikayenin akışı içinde gençliğinden, kitabı tamamladığı yıla kadar geçen süre içinde hayatındaki her bir duraktan izler var. Kendi tabiriyle küçük burjuva hayatları içinde, devam ettiği Avusturya Lisesi’nde kendisi gibi olan, yine küçük burjuva hayatlar ve Katolik eğitiminin, dinin üzerinde yarattığı etki ve kendi yapısı gereği, belki de en normali olarak oluşturduğu, içten içe tepki. Böyle başlıyor; erkekleri tanımaya başlamasından, aslında insanı tanımaya başlaması, kimilerine göre erkeklere olan ihtiyacın aslında sadece nefes alan birinin sıcaklığına duyulan ihtiyacın oluşması, kendi tanıması, tanıtması, çoğunlukla tanıtması fakat anlatamaması, soğuk odalar içinde, tıpkı çocukluğunun soğukluğu yeniden karşısına çıkıyormuş gibi hastane odalarında gözlerini açması, elektroşok, kaçış, sığınma, kaçış, elektroşok.
Tezer Özlü’yü okurken istediğim tek şey olabildiğince şizofreni üzerine düşünmemekte. İnsana yapışan bir etiketi, ya da siz nasıl dersiniz bilemem, ama bir insanı tanımlarken sahip olduğu hastalığın da onunla beraber anılmasından bahsediyorum, işte o etiketi olabildiğince unutmaya çalışarak okudum. Evet, karşımıza kitabın içinde sıkça çıkıyor olması belki benim çabamı saçma kılar, ama görmek istediğim tek şey Tezer Özlü’nün Tezer Özlü olarak ne yazdığıydı. Yanlış tarafından odaklanıp, şizofren Tezer Özlü’nün ne yazdığını okumaktan kaçınmaktı asıl istediğim.
Satırlar arasında karşıma çıkan, genel olarak her bir satırında beni etkilemesi hariç, daha çok rahatsız bir ruh hali ile okuduğum satırlar ise akıl hastanesinde iken doktorların, hastane çalışanların genel tavrı, hastalarında faydalanmaya hevesli doktorların acınası varlığıydı. Koca kitaptan çıkara çıkara bunu mu çıkardın diyebilirsiniz ancak evet, koca kitapta mideme en çok kramp sokan bu satırlardı. Çocukluğuyla başlayan sürecin ardından gençliğini, ilk evliliğini, beş yıl sürecek olan hastane günlerini, ikinci evliliğini, anneliğini, eşliğini, sıkılmışlığını, bir yandan hayata devam etme isteğini, gördüklerini, unutamadıklarını, üzerine kazınanları okuyacaksınız.
Eklemek istediğim son şey ise, Tezer Özlü’nün çocukluğunda kendisine dayatılan, babasının dayattığı bir şeyler diyeyim, ya da o öyle tanımlıyor aslında, benim fikirlerime tezat oluşuydu. Keza, ileriki hayatında bir Alman okulunda ve Alman kültürü içinde, dört bir yanı rahibeler ile çevriliyken onda oluşan rahatsızlık hissinden daha fazla rahatsızlığı devlet okulunda, Türk eğitim sistemi içinde hissetmesiydi. Bu belki benim yanlış bir tespitimdir, ancak bu benim fikirlerimin oluşturduğu, kendimce haklı gördüğüm bir önyargıdan da kaynaklı olabilir.
Not: Herhangi bir din, ırk ya da bir başka değeri aşağılama, yadırgama ya da kötüleme amacı güdülmeden yazılmış bir kitap yorumu okudunuz.


11 Ocak 2013 Cuma

Alıntı: Yaşamın Ucuna Yolculuk

"Yaşamım boyunca uykuyu beklediğim kadar hiçbir şeyi beklemedim. Ancak anlamsızlık ve acı sonsuz bir gelişigüzelliğe vardığı günlerde derin derin, uzun uzun çok yorucu uykuları uyudum. Yorgun, isteksiz ve umutsuz uyanıncaya dek"

Yaşamın Ucuna Yolculuk, Tezer Özlü. Yapı Kredi Yayınları, sayfa 45'den alıntıdır.

9 Ocak 2013 Çarşamba

Tezer Özlü "Yaşamın Ucuna Yolculuk"

Ben yıllardır Türk yazar okumuyordum.Marifet olarak da söylemiyorum bunu. Bu bilinçli yaptığım bir şey de değildi; okumuyordum, denk gelmiyordu. Oysa kitap okumaya Türk yazarlarla başlamıştım; Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin gibi, hala da severek okuduğum yazarlarla. Ancak bağnaz bir okuyucu olduğumdan (bunu daha önce de belirtmiştim) kolay kolay ille de okuyacam dediğim şeyler haricinde yeniliklere, yeni tarzlara tamamen kapalıyımdır genelde. Ha nasıl okuyorsun o zaman derseniz, okuyorum işte, okumadan önce de onlarca yazıyı okuyup seçiyorum bir sonraki kitabı.

Tezer Özlü’yle de böyle tanıştım; adını bilmeme rağmen alıp okumamış olmak garip geldi, internette hakkında yazılanları okuduktan sonra da okumamış olmam saçma gelmeye başladı. Öğle arasında gidip kitabı aldım, okumaya başladım, akşam evde de kitap bitti: Yaşamın Ucuna Yolculuk.

İlk satırlarından itibaren Italo Svevo ve Cesare Pavese gibi iki yazarın adı neredeyse kitabın, daha doğrusu yolculuğun izlerini oluşturmakta; intiharları üzerine yapılan bir yoluculuk gibi, aynı zamanda Tezer Özlü’nün (klişe bir tabir olsa da, gerçekten) kendi içinde ve hayatında, bu yazarların hayatı ve intiharları üzerinden çıktığı bir başka yolculuk aslında. Ait olamama ve sınırlardan bağımsız olma duyguları içinde sürekli bir hareket halinde, sürekli bir “iz” peşindeyken bile yanıbaşında ölümün, aslında intiharın soluğunu sürekli hisseden bir kadın; intiharın izini sürerken ölümü aslında isteyerek, bilinçli şekilde hisseden bir kadın.

İnternetten okuduğum kadarıyla yazarın içinde bulunduğu ruh hali, ruhsal durum demek daha doğru olur belki, yazarın neden bu denli bir karanlığın içinde olduğunu anlamak için bir anahtardı aslında. Bir de okurken benzer (aynı değil ancak çektiği şeyleri çektiği kadar yaşatan başka bir) durumdan muzdarip olmanın etkisi de olabilir, bilmiyorum. Ancak bu yoğun karanlık içinde, ondan ayrıştığım nokta ölümden kaçma üzerine kuruluyken bile Tezer Özlü’nün çok satırında kendimi buldum, aynı şeyleri hissettiğimi gördüm. Yine de tekrar etmek istiyorum, kendisini ölümün kıyısına inatla giderken ben inatla yıllardır kaçınmaya çalışıyorum; bu yüzden kaşlarım çatık bir halde ve bir kaç kez kapatıp düşünerek okudum. Gerçekten böyle mi?

Acaba ben de aynı hisler içinde olmama rağmen kaçmayı başaramadığım için çakılıp kalmış olabilir miyim?

Kendimi ve yazarı sorgularken arada bir uçurum yaratmış bile olsam da kesinlikle kalbimin içinde bir sızı oldu; onu anlayıp, anlamış olmanın getirdiği, onu anlayabilmenin sonucu olan, kendisinin içinde olduğu çaresizliğin sonuna kadar hissetmenin sızısı.

Ölüm üzerine kafa yormuş, ölümden korkmuş, ölümü istemiş ve bunu hayatında nefes aldığı her ana yaymış insanlar haricinde bu kitabın insanları tatmin edeceğini sanmıyorum. Bunu söylememin nedeni kitabı beğenmemem değil, aksine çok sevmem. Ancak bazen insan kendisine uzak duygularla yazılmış satırlar görünce kitaptan uzaklaşabilir ya, işte Yaşamın Ucuna Yolculuk, gerçekten yaşamın ucuna bir yolculukta olduğunun farkında olmayanlar için okunması zor bir kitap olacaktır bence.

Tezer Özlü, Yaşamın Ucuna Yolculuk. Yapı Kredi Yayınları, 125 sayfa.

25 Aralık 2012 Salı

Hermann Hesse "Rosshalde"

Yıl bitmeden, son zamanlardaki okumalarımdan uzak bir eser, Hermann Hesse'den Rosshalde'yi seçmiş olmaktan memnunum. Ne zamandır böyle bir roman okumamıştım. Üstelik şu ana kadar okuduğum en iyi Hesse romanı. Sanırım içinde barındırdığı yalnızlığı ve soğukluğu bu denli içten, özellikle bir sanatçının gözünden bolca anlatmayı başardığı için.

Rosshalde, Johann Veraguth'un piyanist karısı ve iki oğlu ile yıllar önce, karısıyla arasında ezelden beri olan soğukluğa rağmen bir zamanlar beraber ve mutlu yaşamaya başarabildikleri bir ev iken, zamanla soğuğun ve yalnızlığın kol gezdiği bir eve dönüşmüştür; ressam Veraguth kendisine evin bahçesi içinde başka bir "ev" inşa ettirmiş ve çalışmalarıyla beraber orada yaşamaktadır. Karı ve koca arasındaki yegane bağ ise küçük oğulları Pierre'dir, zira ailenin büyük oğlu da babasıyla yaşadığı sorunlar yüzünden evden ayrılmıştır.

İşte hikayenin kırılma noktası, Pierre'in başına gelen bir felaket ve ondan bir süre önce Veraguth'un kendisini ziyarete gelen, Burkhardt.

Rosshalde'de okurken gördüğüm en çarpıcı noktalara değinmek istiyorum. Ancak öncelikle belirtmek istediğim şey kitabı okumayanlara yönelik; kitabın arka kapak yazısında da yazıldığı üzere ailenin tamamen dağılması Pierre'in ölümü ile gerçekleşiyor, yani yazım boyunca bu konuya değinecek olmam size kitabın sonunu söylemiş olmamla aynı kapıya çıkmayacak aslında.

Veraguth'un kişiliğinde beni çeken şey, yaratım sürecinde tamamen kendi içine kapanan ve biricik oğlundan bile kendisini soyutlayan bu adamın, arkadaşı Burkhardt'ın peşinden Hindistan'a gitmeye karar vermesi sürecindeki düşünceleri idi. Kendisinin ne kadar kapana kısılmış ve yalnız olduğunu farketmesi ardından yaşadığı bu süreç, acı bir biçimde, aslında zamanla kendisinden soğuyacağını bildiği küçük oğlundan vazgeçmesiyle sona eriyor; nasılsa bir gün Pierre ondan uzaklaşacaktı, o yüzden onu ardında bırakıp uzağa gitmek, kendisini özgür kılmak neden acı versin ki? İçi yanarken bu kararı veriyor, oğlundan, oğlu uğruna kaldığı Rosshalde'den vazgeçiyor ve gitmeye karar veriyor. Her ne kadar karısından "küçük oğlunu kendisine bırakmasını" istese bile. Fakat sonunda, Pierre hastalanıp yatağa düştüğünde, Veraguth'un içinde inceden bir huzur beliriyor; artık zorlanmadan uzağa gidebilecektir. Ve inanılmaz bir biçimde, karısı, adeta dalga geçermiş gibi görünse de Pierre iyileştiği takdirde oğlanı kocasına vermeye razı gelir ki bu kitapta oldukça zorlanan bir kısım; okuması zorlanan; çocuk ölüm döşeğindeyken babasına bağışlanır ve Veraguth çocuğun zaten kayıp gideceğinin bilincindedir.

Bir diğer öne çıkan nokta ise kendi içindeki bir yalnızlıkta krizden krize düşmeye, hastalığın ilk aşamalarında sinir krizine düşmeye başlayan küçük çocuğun, ateşli hastalığının başlangıcında yüzeye çıkan bilinç altı. Yaşadığı krizler sırasında, okurken fark edeceğiniz üzere Pierre'de derin bir yalnızlık ve kıskançlık hakim. Elbette bu kıskançlığı bir çocuğun yalnızlığından doğup geldiğini de belirtmekte fayda var.

Çok akıcı, çok derin bir kitap. Bir sanatçının aslında yalnızca ne istediğini de görebilirsiniz, bir çocuğun tek hayalini de, ya da buz gibi bir kadının kendi dünyasında ne kadar sıkışıp kalmış olduğunu da.

Hermann Hesse'yi bu denli büyük kılan yapıtlarından okumak için en güzel örneklerden biri.

Rosshalde, Hermann Hesse. Yapı Kredi Yayınları, 167 sayfa.

24 Aralık 2012 Pazartesi

Rosshalde

"Umudunu yitirmemiş kişi mutludur!" diye sesini yükseltti Burkhardt, üzerine basa basa. "Peki, sen neyi umursuyorsun? Başarı desen değil, şan şöhret desen değil, para desen o da değil; büyün bunlar fazlasıyla var sende. Ne adamsın, hayat nedir, haz, sevinç nedir bildiğin yok asla! İçinde hiç bir umut taşımıyorsun, öyleyken memnunsun! Anlamıyor değilim, haklı olabilirsin, ama berbat bir durum var ortada Johann. Şakaya gelmeyecek bir çıban; kimde böyle bir çıban var da yarıp açmaktan kaçıyorsa, o bir korkaktır."

Rosshalde, Hermann Hesse. Yapı Kredi Yayınları. Sayfa 60'dan alıntıdır.

13 Aralık 2012 Perşembe

Yeniler I

Okumakta olduğum ve okunmayı bekleyen kitap yığınım haricinde gözüm her zamanki gibi sahip olmadığım kitaplarda. Bu kitaplara gözümü kestirmem de internette kitap listeleri yapmak için geçirdiğim zamanın sonucu. Genellikle bağnaz bir okuyucu olduğumdan olsa gerek yıl içinde yeni çıkan kitapları pek takip etmezdim, zamanla bunu kırmaya başladım. İyi de oldu.

Bu sayede özellikle son bir yıl içinde adeta ben de 2012 yılının kıyısından köşesinden bir parçası oldum. (Bu dahil olamamaya bir örnek; mesela birkaç albüm hariç 2012’de yayınlanan hiçbir albümü de dinlemedim, hatta bir fikrim bile yok ne oldu ne bitti diye. Örnekti bu.)

Yapı Kredi Yayınları’nın sitesinde gezerken yeni çıkanlara da şöyle bir baktım. Şöyle bir baktım dediğim gözlerim bulanana kadar baktım. Adını sıkça duyduğum birkaç kitap böylece benim de alınacaklar listeme girmiş oldu. Bunun başını da Adam Ross’un Bay Fıstık adlı romanı çekmekte.

Kitap hakkında sitede yer alanları ve özellikle dikkatimi çeken Stephen King’in yorumunu da buraya eklemek istiyorum:

David ve Alice Pepin’in evliliği alarm veriyor: Obez ve depresif Alice’in hayal kırıklığıyla sonuçlanan diyetleri ve girdiği bunalımlar, yaklaşan felaketin işaretleri. David ise çareyi, gizlice yazdığı ve hayatını ele geçirmeye başlayan romanında arıyor.

Ward ve Hannah Hastroll’ın evliliği tehlikede: Bir sabah Hannah, hayatının geri kalanını yatağında sürdürmeye karar veriyor. Kafası karışan kocasının Hannah’yla iletişim kurma çabaları boşuna. Bu kafa karışıklığı cinayetle sonuçlanabilir.Sam ve Marilyn Sheppard’ın evliliği paramparça olmak üzere: Hamile olan Marilyn, kocasının sadakatsizliğinden usanmış durumda. Sam ise yakında karısının katili olmakla suçlanacağından habersiz.

Bay Fıstık’ta üç evliliğin hikâyesi iç içe geçiyor, evliliklerin karanlık tarafları gözler önüne seriliyor: Birbirinin ölümünü düşleyen eşler, aldatmalar ve kavgalar, bırakıp gitme hayalleri kan, ter ve gözyaşı. Sadece bunlar da değil; bilgisayar oyunları, Hitchcock filmleri, Hawaii manzaraları ve eş öldürme hizmeti veren bir kiralık katil de Adam Ross’un bir labirenti andıran romanında buluşuyor.

Okuyucuysa, hayal ile gerçeğin birbirine karıştığı ve içinde kaybolmanın da en az çıkış yolunu aramak kadar zevkli olduğu bu labirentte, eldeki tek ipucu olan isimleri takip etmek zorunda.

“Kim Korkar Virginia Woolf’tan bu yana evliliğin karanlık yüzüne fırlatılan en hayranlık uyandıran, en dikkat çekici bakış.” – Stephen King

Size de çekici gelmedi mi?

Bir diğer kitap ise Levi Henriksen’den Kar Yağacak. Kitabı gözüme kestirmemin nedeni de elbette yine ilgi çeken, sitede bulabileceğiniz yazıydı:

Dan Kaspersen, hapisten yeni çıkmış, Noel’e birkaç gün kala erkek kardeşi Jakob’un cenazesine katılmak üzere kasabasına dönmüştür. Erkek kardeşinin ölümüne, intihar ettiğine inanamamaktadır. Jakob, bir otomobil kazasında kaybettikleri anne ve babalarından kalan küçük çiftlikte, –iddiaya göre– otomobilin egzoz borusuna bağladığı hortumu içeri alıp kontağı çevirerek intihar etmiştir. Jakob’un ölümünün cinayet mi yoksa intihar mı olduğu sorusu yanıt beklerken, Dan kasabada geçirdiği günlerde bir kez hapse düşmüş olmanın yaftasını yaşamı boyunca taşımakla özdeş sayıldığını anlar.

Norveçli yazar Levi Henriksen’den entelektüel meselelere eğilmek yerine basit gerçekliklere odaklanan, esprili, duygulu bir roman: Kar Yağacak.

Her iki kitaptan da “tadımlık” bölümlerini http://www.ykykultur.com.tr/kitap/edebiyat ‘dan okuyabilirsiniz. İlgilenenlere duyurulur.