Kendine has
yazım tarzı, diye bir kalıbı kullanarak bahsedebileceğimiz yazarlardan biri
Jose Saramago. Öyle ki, ilk kez okuduğumda okuma hızım pek bir düşmüştü; belki
hikayesinin ilginç kurgusundan da olabilir, bilemeyeceğim. Ardından yazarın
daha fazla eserini okumaya başladıkça anlatımına alıştım ve Mağara'yı bu yazara
alışmış olmanın getirisi olarak "başlasam şimdi kesin bitiremem"
dediğim günlerde okudum.
Mağara,
sanayileşme sonrası ortadan kaybolma hızı artan meslek gruplarının sanayi
karşısındaki gerileme ve beklenen sonucu, yok olmaya - çökmeye değinen bir
kitap. Cipriano Algor, kızı ve damadı ile birlikte şehirden çok da uzak olmasa
da, şehirleşmenin henüz yutamadığı bir köyde yaşayan bir çömlekçidir. Kilden
çömlekler yaparak üç kuşaktır bu işi yaparak geçinen bir ailenin ferdi olan
Algor, Merkez olarak karşımıza çıkan ve kapitalist - sanayileşmiş dünyayı
temsil eden yerde güvenlik görevlisi olarak ayın büyük bir bölümünü evden
uzakta geçiren damadı ve kendisine çömlek yapımında yardımcı olan kızıyla
beraber kendince huzurlu bir hayat yaşamaktadır. Ancak bir zaman gelir ki,
Merkez'in artık Algor'un kil çömleklerine ihtiyacı kalmaz; insanlar kil yerine
plastik çömlekleri tercih etmeye başlamıştır ve bu el işi ürünler artık
yalnızca, o da şansları varsa koleksiyoncuların ilgisini çekecektir.
Elindeki
düzeni kaybetmenin şokunu yaşan Algor'un, kapitalist dünya içinde el emeğinin
yeri olmadığı gerçeğiyle yüzleşmesi ve inancını içten içe kaybetmiş olmasına
rağmen kızının çıkış yolu bulma çabalarının parçası olmasına rağmen, kendisi ve
ailesinin, dünyasının yeni bir döneme girmesi hikayesi Mağara.
Şehirleşmenin
ve makineleşmenin sonucunda yaptığı iş başta olmak üzere doğası ve gündelik
hayatına da yabancılaşan insan portresini çömlekçi üzerinden çizen Saramago,
"Buldum" adı ile hikayeye dahil olan bir köpek üzerinden de uzaklaşılan
düzene kısa bakışlar gönderdiği cümleler ile de çömlekçinin de okurun da
gözlerini bir anlığına yaşlarla doldurabilecek samimi durumlar yaratıyor.
İnsanın sanayileşme sonrasında kaybettiği "şeylerin" bir kaç kere
Buldum üzerinden aktarıldığını düşünüyorum.
Bir çöküşün,
alışveriş merkezlerinde yürümenin dahi "bir işlevi varmışçasına"
sunulduğu dünya içinde kaybolan çok şey olduğu muhakkak. Yiten mesleklerin
yasını tutup ancak belgesel çekmek için araya didine buldukları, mesleğini
öğreteceği hiçbir kimsenin köyünde/civarında kalmadığı ya da buna hevesli
kimsenin olmadığı insanları aslında mesleklerinden eden düzen içinde, avm'de
kahve içmeyi "çok elit"(!) bir şey sanan insanların aslında bu
belgesel/haber gerektiği zaman koşa koşa köylere, kentten uzağa kendilerini
atmaları da aklıma geldi okurken. Kentleşmenin çağdaşlığa ya da bilimselliğe
götürmediği, yüksek binaların göğe yaklaşmasıyla insanın ya da toplumların
ilerlemesi arasında paralellik olmadığını idrak etmekten pek uzak olan
insanların, "köy kahvaltısı" diye pazarlanan ve zaten hali hazırda
bildikleri şeyleri plastik sandalyelerde oturarak bilmem kaç liraya yemelerinin
fotoğraflarını paylaşması gariplikler de aklıma geldi.
İnsanları
çarpık kentleşmenin parçası edip varoşlarda yaşamaya muhtaç eden bir düzenin
eleştirisi olarak da görebiliriz Mağara'yı; damadının Merkez'de yükselmesi ve
alışılmış dünyalarının dışında para için, parayla hayatta kalmak için mücadele etmek
adına yine kente, Merkez'de bir şansları olduğunu düşünen Algor'un kızı, size
de yabancı gelmemiştir. Ürünü elinde kalan onlarca köylünün, üretim süreci
içine ancak makineleşmenin ucuz işgücü olarak girebilecek ve aslında hayatı
mahvolmaktan bir adım öteye gidemeyecek hale gelmeye mecbur bırakılan
insanların hikayesi bu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder