Lev Tolstoy etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Lev Tolstoy etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Ekim 2015 Cumartesi

Lev Tolstoy "İvan İlyiç'in Ölümü"

"Bunun gerektiği gibi yaşamanın sonucu olduğu aklına geldikçe de bu garip düşünceden kurtulmak istiyordu." 

İvan İlyiç'in Ölümü, Lev Tolstoy.

Son yazılarda sürekli söylediğim gibi, okumadığım Rus klasiklerini okuma girişimime devam ediyorum. Ders yoğunluğundan biraz dağıldığım için, elime ders dışı bir kitap aldığımda vicdan azabı duyup elimden bıraktığım, dönüp ders çalışmaya devam ettiğim anlar yaşıyorum ara ara. O yüzden aksadı biraz. 

Şu an masamda duran 21 kitap arasında bu satırları yazmaya çalışıyorum, o kitapların yarısından fazlası benim hafta sonum olacaklar çünkü, öyle anlatayım.

Neyse.

İvan İlyiç'in Ölümü'nü bir gecede okudum diyebilirim. İnce bir kitap. Ancak İvan İlyiç'in ölümünü anlatışı ile Tolstoy, kitabı kalbinize ağırlık yapacak biçimde yazmış. İnsanın varlığına, yaşama uğraşına dair çabasının yıkım mı zafer mi getireceğinin çözümsüzlüğü, mahkeme üyesi İvan İlyiç'in dertli hikayesiyle zamanla değişmeyecek bir sıkıntı olarak her zaman okunacak, her zaman kendisine iç çektirecek okurlar bulacak şekilde hikayeye yansımış.

İç organlarındaki bir sorunun ortaya çıkmasından sonra ölüm korkusu ve hastalığın gerginliğiyle bunalıma giren, ancak sonunda "neden yaşadım", "neden böyle yaşadım", "bu şekilde yaşamak için çabalamam bana ne getirdi"yi sorgulamaya dönüşen bir süreç içinde, günümüz insanının da gayet kendine dönüp sorması gereken sorularla dolu bir hikayesi var İvan İlyiç'in.

Hayatında yükselmek, iyi bir konuma gelmek, zenginlerin evleriyle yarışır ancak onlarla yarışmak için yapıldığı belli olan çabalarla, maddi şeylerle, süslü bir salonla, güzel bir evle hayatın yaşanması gereken haline sahip olduğunu, bunlar için yaşaması ve çalışması gerektiğini düşünen İvan İlyiç'in, hayatında zamanla istediği ve "öyle olması gerektiği için" öyleleştirmeye çalıştığı şeylerin sonu değiştiremediğini okura sunuyor Tolstoy. Manevi kazançlarının yetersizliğini ölüm döşeğinde düşünmeye ve fark etmeye çalışan İvan İlyiç ne sahip olduğu ailenin; ne karısının, ne kızının, ne oğlunun, ne de sahip olduğu ev ve içindeki şatafatın onun için asla bir sebep ve tatmin sebebi olamayacağını ancak son zamanlarında anlıyor. Öyle olması uygun olan bir evlilikle, öyle yaşaması sunulan hayatın parçası olmaya çalıştığı ömrü boyunca, gerçeğin üstünü kapatan ve mutsuzluğunu hissetmesini alıkoyan kurgu içinde İvan İlyiç, ölümüne yaklaştıkça boşa yaşadığını idrak ederken daha da kahroluyor. Bir yandan hastalığının ıstırabı, diğer yandan aslında boşa geçen hayatının boşluğunu yeni fark etmesi....

Cilalı bir hayatın altında kalanın, ciladan zerre etkilenmeden varlığını sürdürmeye devam etmesini görmek için cilalı tabakanın değersizleşmesini bekleyen İvan İlyiç'in hikayesi, ölümüyle idrake ve anlama ulaşıyor diyebilirim.

Etkileyici bir hikaye olduğunu yazsam da yazmasam da bir zira Tolstoy'u olumlu ya da olumsuz anlamda eleştirmenin aslında haddim olmadığını düşünüyorum. Aynı şekilde yaklaştığım dolu yazar var elbette, ama genelde bunu belirtmiyorum. 

Klasiklerin neden klasikleştiğini, hikayelerin neden ölmediğini, zamanın neden hangi yazarı ya da hangi kitabı eskitemediğini kendi kendinize sorun.

Çünkü İvan İlyiç, ölümü beklerken çok şey soruyor. İşte o sorular, insanın varlığının başından sonuna dek insanla bir olacak sorular. O sorulara cevap bulamayan herkesin İvan İlyiç'in Ölümü'nü aslında yaşadığı ya da yaşamakta olduğunu ispatlayacak sorular.

"Kamuya göre yukarı çıkmaktayım. Yükseldiğim ölçüde hayattan uzaklaşıyordum.... Şimdi de tamamıyla öl bakalım." (syf:74)

9 Ekim 2015 Cuma

Lev Tolstoy "İnsan Ne İle Yaşar"

Rus edebiyatının akla ilk gelen yazarlarını okumaya devam ediyorum. Yani en azından benim aklıma ilk gelen yazarlarını.

Lev Tolstoy'un Oda Yayınları'ndan çıkan "İnsan Ne İle Yaşar" adlı kitabı, bu okuma planım dahilinden en son okuduğum kitaptı. İçinde bence birbirinden etkileyici, insanın içini gören üç öykünün bulunduğu bu kitabı baştan belirteyim, okumadıysanız atlamayın. Farklı dönem ve ülkelerde aynı bu öykülerin gözüyle, hissiyle yazılmış, farklı yazarların imzasını taşıyan başka hikayeler de okudum, ancak Tolstoy'un bu eserini (okuduysam da hatırlamıyorum zira büyük ihtimalle 20 yıl falan öncedir) geç okumak yine benim bir kaybım diyebilirim.

İlk öykü, kitaba da adını veren İnsan Ne İle Yaşar adlı öykü. İnsanın zenginliğinin ve ihtiyaçlarının ne olduğu üzerine, yaşadığı toplumun gerçeklerini gerek ekonomik gerekse siyasi olarak gözlemleyip yansıttığı, hatta kendi ekonomik zorluklarla geçen hayatında yaşadıklarının bir şekilde biçimlendirdiği kanısında olduğum bu öyküde, fakir bir ailenin, fakir bir adamın kalbini iyiliğe ve güzelliğe açmasıyla hayatında yaşadığı değişimi anlatıyor.

İyiyi de kötüyü de beslemenin, iyiye ya da kötüye sahip olmanın açgözlülüğe son vermek ve paylaşmakla ortadan kalkacağının bir örneği de diyebiliriz.

Bir sonraki hikaye İnsanın Ne Kadar Toprağa İhtiyacı Vardır adını taşıyor. Ufak bir şans kapısı bulduktan sonra azla yetinmeyip, çoğun da çoğuna göz dikip, toprak sahibi olmak için oradan oraya sürüklenen bir yoksulun, kazandıkça kazanmak için açgözlülükle giriştiği işleri anlatıyor.
Son hikaye olan Bey İle Uşağı'nda ise Tolstoy, fedakarlık, günahkarlık, affedilme, kibir gibi konuları gerçekçi ve yalın bir kurgu içinde okura aktarıyor. Zor bir yolculuğa çıkan efendi ve uşağının geçmişleri ve tavırlarıyla tıpkı "konumları" arasında da büyük fark olmasına rağmen, tüm insanlar için eşit olan tek gerçeğin, onlar için de fark yaratmadığını anlatıyor.

Tolstoy hakkında daha önce de blog'da bir yazı yazmıştım, sanırım 1 yıl kadar önce, Sergei Baba adlı hikayesine de orada değinmiştim. Tolstoy bildiğim kadarıyla hayatının son döneminde dine yönelen, buna ek olarak Marksist felsefeye de kendisini yakın hisseden bir yazar. Bunu da eserlerinde sık görmek mümkün. İnsan Ne İle Yaşar adlı kitabında da öne çıkan noktalar, açgözlülüğün nasıl yıkıcı bir şey olduğunu vurgulayan, meta fetişizmi ve sermaye biriktirmenin insanın sonunu nasıl hazırladığı, hikayelerine bakınca ilk aklıma gelenler oluyor. Maddi zenginliğin maneviyatı katlettiği yönünde bir çıkarım yapmak, ya da daha doğru tabirle maddi zenginlik uğruna maneviyatı katletmenin insanın ölümü olduğunu söylemek mümkün sanırım. Haliyle bu durumda da insanın ne ile yaşadığını bulmak gibi, aslında ne ile öldüğünü, ne ile insan olma halinden uzaklaştığını yani sonuçta yine öldüğünü de anlamak mümkün diye düşünüyorum.

Not: Gönderide kullandığım görsel bana aittir, izin kullanmanızı bu yüzden istemiyorum. Teşekkürler.

10 Eylül 2014 Çarşamba

Lev Tolstoy "Sergi Baba ve İki Hafif Süvari"

O kadar uzun zamandır klasik eserlerden birini okumamıştım ki... Aradan geçene zamanı buraya yazmaya utanıyorum.

İthaki Yayınları'nın bence çok güzel kapak tasarımlarıyla yayınlamaya başladığı ve yayınlamaya devam edeceği "Dünya Klasikleri" serisinden Lev Tolstoy'un "Sergi Baba ve İki Hafif Süvari" adlı eseri sayesinde bu uzun araya bir son vermiş oldum.

Tolstoy'un iki farklı dönemini yansıtan ve yazılışları arasında uzun bir zaman olan iki farklı öykünün, "Sergi Baba" ve "İki Hafif Süvari"nin bir araya geldiği bu kitap, birbirinden çok farklı iki eserin bir araya gelmesine artı olarak, yazarın belki iki farklı yönünü (Ya da farklı yönlerinden ikisini) okuyucuya sunması açısından da önemli.

İlk öykü, "Sergi Baba" da acıyla son bulan bir aşk hikayesinin ardından manastıra kapanan bir genç adamın, zaman içinde yaşadığı değişimin ve yolun sonunda vardığı "durum" anlatılıyor. Dünyevi hazlardan (Ve özellikle bu hazların birinden) uzak durmak adına çıktığı bu yolculukta, içinde hiçbir zaman örtemediği ve dindiremediği bir takım isteklerinin yarattığı vicdan azabıyla kendisini daha da derin kuyulara inmeye zorlayan Kasatski ile karşılaşıyoruz. Çekildiği inziva sonrasında Sergi Baba olarak anılan karakterin zaviyede ve inzivada geçirdiği yıllar ardından ve bu yıllara "rağmen" içinden asla atamadığı duygularıyla olan mücadelesinde, yer yer yaşamakta olduğu duygusal azabın fiziksel acılarla da beslediğine (!) tanık oluyoruz.

Kaçtıkça kendisini kıskacına almak için uğraşana ve karakterin gözünde birer günahtan ibaret olan bu duyguların törpülenmek bir yana, daha da sivrilerek bir anda patlama noktasına ulaşarak Seri Baba'nın kendi elleriyle - zihniyle - kararlarıyla kendi sonunu getirmeye ittiğini görüyoruz. Bunca çaba ve inancın, daha fazla saklanamayacak ve örtülemeyecek duyguların altında nasıl ezildiğini görüyoruz.  Aradığı huzuru, mutluluğu ve belki de yaşam amacını bulmaya yaklaşması ise, doğruluğuna yıllarca inandığı yöntemi terk etmesi ve aksi bir biçimde, yıllar öncede kalmış bir dostu ziyarete gitmesi ile bulabiliyor.

İkinci öykü, "İki Hafif Süvari"de ise, ilk öyküden bir hayli farklı. Babasının gençliği ve kendi gençliği arasındaki farkların, davranışları ve toplum içindeki genel tavırlarıyla yargılanmasına/eleştirilmesine tanık olduğumuz bir karakter üzerinden yılların yarattığı kuşak farklılıklarını ele alıyor yazar. İnce düşünmenin, zarafetin, aşkın ve saygının zamanla nasıl bir değişime uğradığını bazen yakınmaya yaklaşan ifadelerle farklı karakterler üzerinden işliyor.

Beni en çok etkileyen, ilk öykü oldu. Gerçekten çok beğendim.

Kitaptan altını çizdiğim bir cümleyi de paylaşarak yazıyı bitireyim.

"Evet, insani şöhret için yaşayan benim gibiler için Tanrı yok."