Sözümde
duruyorum ve bugün ikinci bir yazıyı daha blog'a ekliyorum.
Virginia
Woolf'un Orlando adlı romanını galiba üç haftadır elimde oradan oraya
sürüklüyorum. Kitabın akıcı olması ya da olmamasıyla ilgisi yok; sadece araya o
kadar çok başka okuma vs. girdi ki, Orlando'nun sıradışı ve hareketli yaşamını
okurken sık sık duraklama dönemine girdim.
16. yüzyılın
sonunda İngiltere'de başlıyor Orlando'nun hikayesi. Doğaya, edebiyata, şiire
aşık soylu bir genç olarak, çekici bir erkek olarak, hayranlık uyandıran bir
erkek olarak gençliğini fırtınalı ve hızlı bir şekilde yaşıyor. Oradan oraya
sürükleniyor; içinde bitmek bilmeyen doğa hayranlığı, asla vazgeçmediği Meşe
Ağacı adlı şiiri ile kıtalar arasında, yıllar arasında, yüzyıllar arasında
geçiyor ömrü.
Bir erkek
olarak başladığı hayat, otuzlu yaşlarının başında kadına dönüşmesiyle devam
ediyor. Bir anda kadın oluyor Orlando. Leydi Orlando olarak yaşamaya devam
ediyor. Bu sefer erkek gözünden yaşadığı hayatı kadın gözünden değerlendiriyor;
değişen arzularına, tepkilerine, verdiği anlamlara bakıyor. Bir yandan da,
aslında Orlando hep Orlando olarak kalıyor.
Kitap
boyunca karşınızdaki kişi aslında sadece Orlando. Onun gözünden İngiltere ve
Avrupa'nın 1500'lü yılların ortasında 1928'e dek geçirdiği değişimi görüyoruz.
Sanayileşmenin yarattığı şoku da, sarsılan siyasi iktidar biçimlerinin
dönüşümlerini de, toplumsal hayatın yaşadığı hızlı değişimi, kadın erkek
ilişkilerinin zamanla geçirdiği evrimi, kültürün, sanatın, edebiyatın yüzyıllar
içindeki evrimini.... Her şeyi onun gözünden, hep Orlando'nun gözünden
görüyoruz.
Ağırlıklı
olarak İngiltere'de geçse de romanın bir bölümünde Orlando, İstanbul'a
büyükelçi olarak atanıyor. Bir süre İstanbul'u, imparatorluk dönemini, dönemin
diplomasisi içinde Orlando'nun yerini görüyoruz. Ardından Orlando, yeniden
ülkesine, İngitere'ye dönüyor. Zaman ve mekanın, zamanın seyri içinde Orlando
gözünden yaşadığı değişimin ana hatları, çarpıcı biçimde aktarılıyor.
İngiltere'nin
Aydınlanma dönemi ile temelleri atılan sanayileşmenin ardından gelen kültürel,
toplumsal, hatta şehir hayatında yaşanan mimari değişimlerin Orlando gözünden
ne kadar anormal ve şoke edici olduğunu düşünün. Özellikle Orlando'nun bir
yazar olarak da ele alınabileceği roman içinde Orlando, kendi yazın uğraşı
haricinde takip ettiği, her dönem, hangi dönemde olursa olsun karşısına çıktığı
anda ilgisini çeken yeni edebi akım, yazar ve eserlere büyük ilgi gösteriyor.
Ancak burada da sıklıkla görülüyor ki Orlando için İngiliz edebiyatının
gidişatı sıkıntılı bir süreç; değişen ekonomik ve toplumsal yapının yeni
değerlerinin yansıdığı bu sanat alanı, Orlando için değişen toplumsal yapının
en uç örnekleri.
Elektriğin
evlerde kullanılmaya başlanması, elde yazılan kopyalar yerine makineleşeme
sonrasında ucuz, kolay erişilir kitapların basılmaya başlanması ancak bir
yandan da ticarileşen, basımı ve erişimi kolaylaşan edebiyatın amacının ne
olduğu sorununun doğması, tıpkı kadın ve erkeklerin sokaklarda
flörtleşebilmesini gördüğünde yaşadığı şokun benzerini yansıtıyor Orlando'ya.
Kadın
gözünden ve erkek gözünden ilişkilerin, aşkın gözlemlenmesi, toplumsal cinsiyet
rollerinin yarattığı beklentilere uygun hareketler içinde olmaya zorlanılan
bireyin iç dünyası Orlando'nun gözünden romana muazzam biçimde aktarılıyor. Bir
kadın olduktan sonra evlilik yüzüğü takmıyor olmanın üzerinde yarattığı
gerilimi, toplumun parçası olmaktan men edilmek gibi bir yansımayla kendisinde
bulan Orlando, aslında her dönem için cinsiyet rollerinin sorgusunu bu ve bunun
gibi bir çok örnekle yapıyor.
Virginia
Woolf'un kendine has anlatım tarzı bence en çok Orlando'da okumayı kolay
kılıyor. Elbette çevirmen İlknur Özdemir'in başarısını da buna eklemeden
geçemeyiz, ancak Woolf, zor alışılan bir tarza sahip ve ya alışkanlıktan ya da
hem alışkanlıktan hem de Orlando'nun akışı/anlatımı içinde, bu roman, daha
kolay okunan bir Woolf romanı benim gözümde.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder