9 Ocak 2015 Cuma

Doris Lessing "Anılar"

CİNSİYETÇİ KARİYER AYRIMLARININ ÖTESİNDE BİR HAYAT

1919 yılında İran'da başlayan hayatı 2013 yılında İngiltere'de son bulan İngiliz asıllı Doris Lessing, edebiyatın hafızasında feminist ve sosyalist eserleriyle yaşamaya devam edecek olan kadın yazarlar arasında. Kadının kariyerinin nerede başlayıp nerede zirve yapabileceği yönündeki ataerkil ifadeler gündemi meşgul ededursun, kaleme aldığı anılarında Lessing, bir kadın olarak, günümüzde hala  "işleyen ve oturmuş bir sistem olarak bir hayal olmaktan öteye asla geçemeyeceği" iddiasıyla haksızca yargılanan bir ideolojinin  uğrunda ve bir kadın olarak kendisini gerçekleştirme yolunda verdiği mücadeleleri anlatıyor.

Savaşın faturasını bir bacağını kaybederek ödeyen ve bunun buhranını içinden hiçbir zaman atamayan, "bomba şoku" olarak tanımlanan bir hastalığın esiri olan babası ile sevdiği insanı batan bir gemide kaybeden ve bunun hayalkırıklığını üzerinden hiçbir zaman atamayan hemşire bir anne ile başlıyor Lessing'in hayatı. Annesi ve babası üzerinden savaşın yalnızca insanın canını alan bir yönünün değil, aynı zamanda kendi ailesinde gördüğü "insanların potansiyellerini ellerinden alma" etkisinin üzerinde de duruyor; potansiyelini kullanmanadığını fark eden insanın çevresine karşı tavır alması, hırçınlaşması, hayalkırıklıklarında boğulma ya da sebepiz nefret ve hınç yansıtmaları olarak yorumlanabilecek durumu doğurduğunu belirtiyor.

Babasının işi nedeniyle bulundukları Kirmanşah'ta hayata gözlerini açıyor yazar. İlerleyen zamanlarda Rodezya devam eden ve İngiltere'de sonlanan yaşamı boyunca onlar mekan değişikliği ve onlarca insan hayatına dahil oluyor. İnsan ilişkilerindeki tavrından, sahip olduğu ya da kendi kurduğu aile içindeki ilişkilerine dek çocukluğunun ilk dönemlerinden kalma bir ruh halinin baskınlığı dikkat çekiyor. Çocukluğundan itibaren yazarın annesiyle olan ilişkisi, Anılar'ı şekillendiren bir çok durum ve duygunun ortaya çıkışında pusuda yatmış sebep olarak yeninden ve yeniden canlandırılıyor. Bir kadının elinden alındığını düşündüğü hayatına karşı duyduğu nefreti, çocuğu üzerinden yansıtmasına şahit oluyoruz. Bir çocuğun böylesi şiddetli duyguları hissetmemesinin imkansız oluşuyla beraber anne - kız çekişmesinin çok çok ötesine geçtiğini görüyoruz sorunun. Erkek kardeşin doğumuyla beraber annesinin, kardeşinin kendisinden daha çok sevdiği düşüncesine inanmaya başlayan Lessing'in bu konuda yaptığı hayli ilginç bir çıkarım da mevcut; kadının erkek çocuk sahibi olduktan sonra çocukla arasında neredeyse kendisini dünyaya/ailesine karşı kör edecek denli bir tutku oluşması. Lessing için bu sonuca ulaşmak zor olmasa gerek zira bir "kız çocuk" olarak yazara annesinin tavrı ve neredeyse ergenliğinin ortalarına kadar ailede "bebek" olarak tanımlanan ve bir bebek muamelesi gören erkek kardeşe olan tavrı arasındaki fark, cinsel politikanın aile içinde kurulmasının acı veren ancak maalesef gerçek bir yönü olarak ortaya çıkıyor. Bir kadının, bir kadın üzerinde, kızı olan bir kadın üzerine bu politikayı bilinçli ya da bilinçsizce yeniden doğurması, yazarın feminizme yönelmesinde bir etken olmaktan asla dışlanamaz diye düşünüyorum.

Annesi ve yazarın kendisi üzerinden kadının toplum içinde üzerinde kurulan ve bunun sonucu ya da yönsüz tepkisi olarak yer yer kendisinin de yeniden yarattığı rollerle ya da bunlara karşı çıkışlarla karşılaşmak mümkün. Lessing'in çocukluğunda sıklıkla karşılaştığı ve "annesinin sosyal sesi" olarak tanımladığı bir sesle misafirleriyle "çocuklarının ömrünü nasıl tükettiğini, özellikle küçük kızın hayatını nasıl zehir ettiğini" anlatması, bir çocuğun yok sayıldığı anlarda onlarca kez şahit olduğu bir gerçeğin hayatının tamamını nasıl etkileyebileceğine acı bir örnek oluşturuyor. İngiltere'den ve alıştıkları düzenden, kurdukları hayallerden ve yitirdikleri gelecek imkanlarından tamamen uzaklaşan ailenin (anne ve baba), tek tek kendi dünyalarına sıkışıp kalmalarının faturasını üzerinde taşıyan Lessing'in gözünden, bambaşka bir kıtada yeni bir hayat için çırpınan ebeveynlerinin kendilerini kurtarma çabalarına da tanık oluyoruz. Tüm "potansiyeli" elinden alınan annenin ev içi üretimden başka bir sürece dahil olamaması ya da babanın savaşta kaybettiğinin üzerine giriştiği tüm tarımsal faaliyetlerde harcadığı tüm çabaya rağmen istediği başarıyla ulaşamaması da acının bir diğer boyutu oluyor.

Aldığı dini eğitimle beraber mezhep değiştirmesi, manastır günlerinin üzerinde yarattığı travma, ergenliğe geçişinde annesi ile arasında yaşadığı yer yer "yok artık" dedirten durumlar içinde Lessing'in ailesinden uzaklaşarak varlığını yaşatmaya çalışması, evden ayrılması ve bir çok farklı işte çalışacağı bir sürecin başlamasıyla tetikleniyor. Ekonomik özgürlüğüyle beraber elde ettiği özgürlüğün ardından ilk evliliği ve çocukları, ardından bulunduğu coğrafyada hala devam eden "ırkçılık" ve köle düzenine karşı duran insanlarla tanışıp, bu yönde okumalar yapmasıyla şekillenen bir süreci de beraberinde getiriyor.

İkinci Dünya Savaşı sırasında dünyanın değişen dengeleri içinde, komünizmi benimseyen ve siyasi faaliyetlerin içinde aktif olarak yer alan yazarın gözünden toplumun nasıl etkilendiğini ve ikinci evliliğini yaptığı Gottfried Lessing ile olan ilişkisi, çevresi ve kendisinin devam eden hayatı, çalışmaları üzerinden de bireylerin mücadelelerine tanık oluyoruz.

Samimi bir dille kendisini, bir çok kitabına konu olan olayları ve kişileri anlatan Doris Lessing'in Anılar'ı, doksan dört yıllık ömründe bir kadının her alanda verdiği mücadelelere tanık olmak için, birinci ağızdan bir kaynak.

Hiç yorum yok: