CİNSİYETÇİ KARİYER AYRIMLARININ ÖTESİNDE BİR HAYAT
1919 yılında
İran'da başlayan hayatı 2013 yılında İngiltere'de son bulan İngiliz asıllı
Doris Lessing, edebiyatın hafızasında
feminist ve sosyalist eserleriyle yaşamaya devam edecek olan kadın yazarlar
arasında. Kadının kariyerinin nerede başlayıp nerede zirve yapabileceği
yönündeki ataerkil ifadeler gündemi meşgul ededursun, kaleme aldığı anılarında
Lessing, bir kadın olarak, günümüzde hala
"işleyen ve oturmuş bir sistem olarak bir hayal olmaktan öteye asla
geçemeyeceği" iddiasıyla haksızca yargılanan bir ideolojinin uğrunda ve bir kadın olarak kendisini
gerçekleştirme yolunda verdiği mücadeleleri anlatıyor.
Savaşın
faturasını bir bacağını kaybederek ödeyen ve bunun buhranını içinden hiçbir
zaman atamayan, "bomba şoku" olarak tanımlanan bir hastalığın esiri
olan babası ile sevdiği insanı batan bir gemide kaybeden ve bunun
hayalkırıklığını üzerinden hiçbir zaman atamayan hemşire bir anne ile başlıyor
Lessing'in hayatı. Annesi ve babası üzerinden savaşın yalnızca insanın canını
alan bir yönünün değil, aynı zamanda kendi ailesinde gördüğü "insanların
potansiyellerini ellerinden alma" etkisinin üzerinde de duruyor;
potansiyelini kullanmanadığını fark eden insanın çevresine karşı tavır alması,
hırçınlaşması, hayalkırıklıklarında boğulma ya da sebepiz nefret ve hınç
yansıtmaları olarak yorumlanabilecek durumu doğurduğunu belirtiyor.
Babasının
işi nedeniyle bulundukları Kirmanşah'ta hayata gözlerini açıyor yazar. İlerleyen
zamanlarda Rodezya devam eden ve İngiltere'de sonlanan yaşamı boyunca onlar
mekan değişikliği ve onlarca insan hayatına dahil oluyor. İnsan ilişkilerindeki
tavrından, sahip olduğu ya da kendi kurduğu aile içindeki ilişkilerine dek
çocukluğunun ilk dönemlerinden kalma bir ruh halinin baskınlığı dikkat çekiyor.
Çocukluğundan itibaren yazarın annesiyle olan ilişkisi, Anılar'ı şekillendiren
bir çok durum ve duygunun ortaya çıkışında pusuda yatmış sebep olarak yeninden
ve yeniden canlandırılıyor. Bir kadının elinden alındığını düşündüğü hayatına
karşı duyduğu nefreti, çocuğu üzerinden yansıtmasına şahit oluyoruz. Bir
çocuğun böylesi şiddetli duyguları hissetmemesinin imkansız oluşuyla beraber
anne - kız çekişmesinin çok çok ötesine geçtiğini görüyoruz sorunun. Erkek
kardeşin doğumuyla beraber annesinin, kardeşinin kendisinden daha çok sevdiği
düşüncesine inanmaya başlayan Lessing'in bu konuda yaptığı hayli ilginç bir
çıkarım da mevcut; kadının erkek çocuk sahibi olduktan sonra çocukla arasında
neredeyse kendisini dünyaya/ailesine karşı kör edecek denli bir tutku oluşması.
Lessing için bu sonuca ulaşmak zor olmasa gerek zira bir "kız çocuk"
olarak yazara annesinin tavrı ve neredeyse ergenliğinin ortalarına kadar ailede
"bebek" olarak tanımlanan ve bir bebek muamelesi gören erkek kardeşe
olan tavrı arasındaki fark, cinsel politikanın aile içinde kurulmasının acı
veren ancak maalesef gerçek bir yönü olarak ortaya çıkıyor. Bir kadının, bir
kadın üzerinde, kızı olan bir kadın üzerine bu politikayı bilinçli ya da
bilinçsizce yeniden doğurması, yazarın feminizme yönelmesinde bir etken
olmaktan asla dışlanamaz diye düşünüyorum.
Annesi ve
yazarın kendisi üzerinden kadının toplum içinde üzerinde kurulan ve bunun sonucu
ya da yönsüz tepkisi olarak yer yer kendisinin de yeniden yarattığı rollerle ya
da bunlara karşı çıkışlarla karşılaşmak mümkün. Lessing'in çocukluğunda
sıklıkla karşılaştığı ve "annesinin sosyal sesi" olarak tanımladığı
bir sesle misafirleriyle "çocuklarının ömrünü nasıl tükettiğini, özellikle
küçük kızın hayatını nasıl zehir ettiğini" anlatması, bir çocuğun yok
sayıldığı anlarda onlarca kez şahit olduğu bir gerçeğin hayatının tamamını
nasıl etkileyebileceğine acı bir örnek oluşturuyor. İngiltere'den ve
alıştıkları düzenden, kurdukları hayallerden ve yitirdikleri gelecek
imkanlarından tamamen uzaklaşan ailenin (anne ve baba), tek tek kendi
dünyalarına sıkışıp kalmalarının faturasını üzerinde taşıyan Lessing'in
gözünden, bambaşka bir kıtada yeni bir hayat için çırpınan ebeveynlerinin
kendilerini kurtarma çabalarına da tanık oluyoruz. Tüm "potansiyeli"
elinden alınan annenin ev içi üretimden başka bir sürece dahil olamaması ya da
babanın savaşta kaybettiğinin üzerine giriştiği tüm tarımsal faaliyetlerde harcadığı
tüm çabaya rağmen istediği başarıyla ulaşamaması da acının bir diğer boyutu
oluyor.
Aldığı dini
eğitimle beraber mezhep değiştirmesi, manastır günlerinin üzerinde yarattığı
travma, ergenliğe geçişinde annesi ile arasında yaşadığı yer yer "yok artık"
dedirten durumlar içinde Lessing'in ailesinden uzaklaşarak varlığını yaşatmaya
çalışması, evden ayrılması ve bir çok farklı işte çalışacağı bir sürecin
başlamasıyla tetikleniyor. Ekonomik özgürlüğüyle beraber elde ettiği özgürlüğün
ardından ilk evliliği ve çocukları, ardından bulunduğu coğrafyada hala devam
eden "ırkçılık" ve köle düzenine karşı duran insanlarla tanışıp, bu
yönde okumalar yapmasıyla şekillenen bir süreci de beraberinde getiriyor.
İkinci Dünya
Savaşı sırasında dünyanın değişen dengeleri içinde, komünizmi benimseyen ve
siyasi faaliyetlerin içinde aktif olarak yer alan yazarın gözünden toplumun
nasıl etkilendiğini ve ikinci evliliğini yaptığı Gottfried Lessing ile olan
ilişkisi, çevresi ve kendisinin devam eden hayatı, çalışmaları üzerinden de
bireylerin mücadelelerine tanık oluyoruz.
Samimi bir
dille kendisini, bir çok kitabına konu olan olayları ve kişileri anlatan Doris
Lessing'in Anılar'ı, doksan dört yıllık ömründe bir kadının her alanda verdiği
mücadelelere tanık olmak için, birinci ağızdan bir kaynak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder