Soğuk diyar polisiyesi keşif, tanıtım ve kısa yazılarla inatla Mankell ile kıyaslamıyor gibi görünüp içten içe "asla hiçbiri Mankell olamaz zaten, hıh" anlayışının her bir satırına sindiği Kareler ve Sayfalar özel turu devam ediyor.
Bu sefer çok popüler bir serinin ortalarından olmasa da, üçüncü kitabıyla devam ediyorum. Ediyoruz. Ediyoruz dememin bir manası yok çünkü okunmuyorum. Üzücü. Neyse. Seri diyorduk. Maj Sjöwall ve Per Wahlöö iki İsveçli yazar (üşendiğim için goodreads linki ile sizleri Maj Sjöwall ve Per Wahlöö hakkında daha fazla bilgiye yönlendireyim). İkiliyi popüler yapan ise Martin Beck'li polisiye serileri. Dedektif Beck'in on kitaplık serisi, aynı zamanda Beck adlı televizyon dizisine de uyarlanmış, diziyi izlemedim ama merak eden için buyurun link.
The Man On The Balcony, dediğim gibi serideki üçüncü kitap. Beck ve arkadaşları Stockholm'de çocukları katleden bir sapık katilin peşinden koşuyor. Bazen ufak bir dikkatsizlik, önemsenmeyen bir bilginin de ne kadar hayati bir değeri olduğunu da kitabın adına taşımış yazarlar.
Romanda katilin profili, olayın kurgusu, polisiye için farklı, özel, yenilikçi, unutulmaz bir yöne sahip değil. Hatta oldukça klişe bile gelebilir. Katilin karakterini herhangi bir şekilde değişik göstermek için birkaç özellik eklemek zaten yine beklenmedik ya da çarpıcı bir nitelik taşımıyor. Bu yüzden, polisiye bir kurgu olarak çarpıcı bir eser değil, ancak daha önce de yazmıştım, aslında sürekli yazıyorum, neden okuduğunuz ve ne beklediğinizle ilgili olarak sonucu yorumlamak lazım. Bu noktada, yine, "okunur ya niye okunmasın, kendisini okutuyor işte" bir roman diyeceğim The Man On The Balcony için de.
Karakterlerle de yeni tanışmış olduğum için bir iki bir şey söyleyeyim; cidden şu dünya bir Kurt Wallander daha göremeyecek ya ne kadar dövünsek azdır, yerlere yatıp ağlasak azdır. Yok, hiçbir karakterle böyle bir yakınlık kurulamıyor - polisiye için söylüyorum, bir alt kategoriye daha inelim dar çerçevelerden çıkmayan polisiye okuma alışkanlığım yüzünden - soğuk diyar polisiyelerinde. O yüzden, karakterleri de uzaktan tanımak için fırsat var; uzaktan dediğim etraflarında geziyorsunuz, duyuyor, dinliyor, özel hayatlarından karelere tanık oluyorsunuz, bir noktada belki seriye sinmiş ruhsal durumu bile yakalayabilirsiniz her biri için ama bunlar benim için, okur olarak hep bir yere kadardı. Wallander öyle miydi ya...
Ben Kurt Wallander'ı gerçek insan sanıyorum biliyorsunuz....
Evet neyse, bir şeye daha değineyim, bitireyim. Kitapta çok güzel bazı yerler var; tamamı toplumsal analizler. Yazarların, kendi dönemleri içinde İsveç toplumunun sorunlarına gerçekten makro da mikro da yer vermek için çaba gösterdiklerini ve bunu hikayeye hiç sırıtmadan ekleyebildiklerini düşünüyorum. Örneğin, mekansal ayrışmayı, sosyal sınıflar bağlamında değerlendirirken işin içine ahlak gibi bir konuyu da dahil edip, bunu uzun uzadıya tartışmadan, meselelerini gidişat içinde bir iki cümleyle tertemiz anlatmışlar.
".... aslında çalışma istek ve gücü dolu olan ve genel olarak temiz, düzenli sayılabilecek belirli bir grup insan da başarıya ulaşamamış bir toplum planlaması yüzünden, başını sokacak bir konut bulamamış ve sokakta kalmıştır."
Bu da kitaptan bir alıntı. Öyle bitireyim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder