13 Mart 2021 Cumartesi

Arnaldur Indridason "Into Oblivion"

Arnaldur Indridason'un Erlendur'unu bu kadar benimseyeceğim aklıma gelmezdi ama aklıma gelmeyen her şey olduğu gibi bu da oldu. Keşke bu cümleden sonra biraz modernite ve mevcudiyet metafiziği sövsem ancak Kareler ve Sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turu beklemez. 

I drove all night çalıyor radyoda şu an, Trt Radyo 3. Daha önce de Black Velvet çaldı bu bilgiyi ne yapacağız acaba diye homurdanıyorsanız size ancak şunu söyleyebilirim; bu şarkılar nasıl geçmişe bir dönüş ruhuyla beraber kulağınıza geliyorsa her duyduğunuzda, Into Oblivion da öyle. Hadi bakalım. Bağladım değil mi? Bu arada kesinlikle iki şarkıyı radyoda duyunca benden başka pek kimse böyle geçmişe dönmüyordur. Mesela Bach dinlerken de geçmişe dönüş diyebilirdim ama hayır, çünkü o dönem yaşamıyordum. Ancak eserin icracısının döneminde yaşıyor olabilirim. Bu yüzden icracıyı bilmek gerek. Evet. İşte nörogelişimsel bozukluk mağdurlarından bir kuple.

Into Oblivion'a geçelim. Bu roman Erlendur serisine dahil ancak "Young Erlendur" serisi olarak dahil. Bu seride de üç roman var, henüz birini okudum o da bu. Bundan sonra birini daha okuyacağım böylece son ikisi bitmiş olacak ancak ilkini yine okumamış olacağım. Artık ben de bıktım bu sırasız okumadan Erlendur konusunda ama yapacak bir şey yok, onu sonlara doğru toparlamıştım. Neyse. Bu romanda Erlendur da benim gibi 33 yaşında. İnsan Erlendur'un da bir zamanlar genç olduğuna inanamıyor. Erlendur'un genç olduğuna mı inanamıyorum yoksa kendi yaşlılığıma mı bilmiyorum, tüm bunlar da seriyi neden her yeni romanla beraber daha çok sevmemle ilgili.

Anladığım kadarıyla Amerika, İzlanda'nın toplumsal hafızasında Soğuk Savaş'ın ötesine geçen bir yere sahip. Arnaldur Indridason'un Erlendur'unda İzlanda'nın kendi halinde yaşayan ve toprakla, doğayla uyum içinde çalışarak geçinen, bu yüzden aslında vahşi ve acımasız bir coğrafyaya sağladıkları uyumun Batılı bir darbe alışını okuduğumuzu düşünüyorum. Black Skies'da bu vardı mesela, diğer karakteri öne çıkararak Erlendur'un karşı olduğu her şeyi, kaçtığı her şeyi sunmuştu yazar. Into Oblivion ise 1979'da geçiyor. Reykjavik'teki Amerikan varlığının yazar ya da karakter için her anlamda işgal olduğunu okuyoruz. Bunu da, bir gölde bulunan kimliği belirsiz bir erkek cesedinin peşinden Erlendur ve o zamanlar hayatta olan, kendisine çok benzer yönü olan üstü Marion Briem ile yollarının Amerikan üssüne çıkmasıyla okuyoruz. 

Evet, o zamanlarda da Erlendur'un geçmişin gölgesinde yaşadığı açık; devam etmekte olan hikayenin gizemine bir de geçmişteki bir kayıp olayı eşlik ediyor. Erlendur her romanda olduğu gibi geçmişteki bir cold case'in de peşinde, bir kayıp. Kimliği bilinmez bir cesedin peşinden yollarının çıktığı Amerikan üssü Erlendur'un karşısına geçmişteki bu kayıp vakasının peşinden gittiğinde de yeniden çıkıyor. Genç bir kızın yıllar önce okula giderken kaybolduğu bu vakada, kızın yolunun geçtiği yer de aynı yerdir. 

Sembolik olarak yazarın Amerika'ya hiçbir olumlu şey yüklemediği açık ancak romanda düşmanca bir tavırdan kaçınmak için ben ırkçı değilim mesajını vermek için de The Office tarzı bir yola girmiş. Bu cümlelerim de ırkçı sayılmaz umarım.

Her zaman aynı şeyi söyleyip bir sonraki kitabını okumaya atlarcasına gittiğimi düşünürsek, şu yorumumum romanın iyi ya da kötü olmasıyla ilgili değil; bu romanda da katilin kim, cinayetin neden olduğu sorularını bulmak için okur inanılmaz çıkmazlara, diken üstünde toplanan ipuçlarına muhtaç değil. Hemen hemen geçerli cevapları bulmak okudukça okur için kolay. Ancak, soğuk diyar polisiyesi dediğim tanıma uyan romanlar çoğu. Into Oblivion'da da insanı şoke edecek sonu olan bir polisiye okumuyorsunuz ama bulmanın zor olduğu soğuk diyar polisiyelerinden birini okuyorsunuz ki ben de bunun peşindeyim.

Hiç yorum yok: