Yazarın Erlendur serisine sinmiş olan, daha önce de bahsettiğim bir kasvet ve ruhen ağırlık bu romanda da var. Ancak genelde temposu yavaş gibi görünse de aslında hızlı biçimde akıyor yazarın eserleri. Bunu en çok hissettiğim de kesinlikle Hipotermi oldu ama şu ana kadar en sevdiğim romanı olmasında bunun etkisi nedir bilmiyorum; olayın akışında okuru yani beni merakta bırakan ve çözerek ilerlenen daha fazla ipucu olması bunda bir etken olabilir, bazen de okurun yani benim bir sayfa önce kesinlikle emin olduğum bir şeyden bir sonraki sayfalarda şüpheye düşmem de olabilir. Yine de, okur için finali tahmin etmek imkansız değil, hatta son sayfalara gelmeden çok çok önce olayı çözebilmek mümkün. Bu yine de beni soğutmadı, finalini artık bildiğim, kimin ne olduğunu anladığım bir roman bir süre sonra sıkar, bunda onu yaşamadım. Yaşamadım ki en sevdiğim romanı olmuş işte.
Annesini kaybetmenin travmasını atlatamamış gibi görünen bir kadının intiharı ile başlıyor roman. Ancak kadının kendisini öldürmesine imkanı olmadığını anlatmak için elinden geleni yapan yakın arkadaşı, Erlendur'un içine bir kurt düşürecek kadar başarılı olduktan sonra Erlendur aslında intihar olarak kapatılmış bir dosyayı resmi olarak açmadan, tek başına, aslında biraz da çaktırmadan bu intiharı ve ardında kalanları incelemeye başlıyor. Kalabalık sahnelere alışkan değilsinizdir yazarın eserlerine aşinaysanız; burada da sahneye çok fazla insan çıkmıyor ama çok fazla bağlantının kesişimin kurguda yer almasına bu engel olmuyor. Kadının eşi, kadının annesinin ve ailesinin geçmişi, herkesin geçmişi derken nihayetinde Erlendur da yine kendi evliliğini ve kendi hayatını kardeşinin ölümünü bir türlü atlatamamasının travmasıyla bu olayların içinde oluyor. Doğrudan bir dahil olmadan bahsetmiyorum ama Erlendur'un daha önce de bahsettiğim kardeşini küçük yaşta tipide kaybetmesinin (kaybetmekten bahsettiğim aynı zamanda cesedin de asla bulunamaması) de benzer biçimdeki etki ve sonuçları da incelediği vakada karşısına çıkıyor. Birini kaybetmek, mesele bu. Birini kaybettikten sonra geride kalan olmak diyelim ya da biri kaybolduktan sonra geride kalan olmak. Bunun kederi ve hüznü, kasveti hiçbir Erlendur romanında eksik değil, yazarın da her bir romanda okura belki ilk kez okuyordur, seriye sırasız başlamıştır da Erlendur'un durumundan bihaberdir diye aktarmaktan hiç vazgeçememesinin açıklaması da bu.
Bir yandan bir intiharın peşinden gidip içine düşen merak ve şüpheyle olayı incelerken öte yandan kardeşinin ardından yaşadığına benzer bir durumun içinde olan başka bir aile de hikayede karşımıza çıkıyor. Asla bulunamamış, birbiriyle bir ilişkisi olmayan iki gencin cesedi. Kaybolmanın ardından yaşanan geri kalma halinin kapladığı insanlarla Erlendur'un kurduğu bağı da görüyoruz böylece. Erlendur "hiçkimsesinin kaybetmemiş eski karısı" ile belki de bu yüzden bu insanlarla arasında kurduğu, dışa pek yansımayan ve aslında kaybetmiş olmanın hissini fark etmenin ötesine gitmese de çok derin olan bu bağa hiç sahip olmadığı için ayrılmıştır belki. Çocukları da bu hissi anlayamayacağı için her şey hala berbat haldedir, olamamış bir ailenin artık ilişkilerini belki bu yüzden toparlayacak hiçbir şey yoktur. Erlendur'un kardeşinin kaybolma hikayesini kimsenin bilmemesine rağmen kendisinin kayıplarını arayan ve hala bekleyen bu insanlara hala bir cevap bulabilmek için devam etmesinin açıklaması da Erlendur'un bir bağ kurabilecek tek hattının bu kayıp olduğunu anlatıyordur belki yazar da.
Kasvetli bir hikaye Hiporteminin hikayesi. İçinizden hüzün eksik olmuyor. Ama bu durum bir polisiyenin okuru ayık tutan yönünü de hiçbir zaman baskılamıyor. Bir Wallander değil, ama yakın bulabilecek okurlar çıkacaktır.
1 yorum:
Bitirmedim ama (çünkü hemen bitmesin diye) özellikle benim düşünemediğim Erlendurun karısı ile uyuşmazlığının nedeninin altında yatan sebep ve diğer kayıp olaylarına olan ilgisi ve taşıdığı hüzün tam da anlattığın gibi, selamlar ❄️
Yorum Gönder