CADILAR
ARAMIZDA
Dünyanın
olağan hali içinde karşımıza çıkmayacak nice şey romanlarda karşımıza çıkıyor.
Hansel ve Gretel'in hikayesindeki pasta evden tutun da Parmak Çocuğa kadar
küçüklükten itibaren kulağımıza gelen onca masalla büyüyoruz; her biri günlük
hayatın içinde asla karşımıza çıkmayacak olsa bile, bize öğretiliyor. O
masalları ezberliyoruz. Binlerce kez annemize ya da babamıza anlattırıyoruz.
Biliyoruz ki, karşı komşumuz asla bir cadı olmayacak ya da apartman
penceresinden baktığımızda kanatları olan bir at görmeyeceğiz.
Yine
de çocukken televizyondaki gerçek dünyanın gerçek haberlerine o kadar da ilgi
göstermezdik. Bizim için annemizin o anda kafasından uydurduğu bir masaldaki
konuşan ördek ya da kötü kalpli cadı daha ilgi çekiciydi. Hayal gücünün tamamen
çalıştığı, görselleştirmenin televizyon gibi bir kalıptan sunulmadığı,
duyulanın görselleştirmesini tamamen küçük bir çocuğun yaptığı bu hikayelerin
tadı eminim herkes için hala aynıdır. Biz, çocukken garip, anormal ve sıradışı
olan şeylere hayrandık. Kulaklarımız bu hikayelere açtı ve bize o zaman bolca
sunulan bir "başka dünyalar, başka gerçeklikler" vardı.
Tüm
bu olağandışı anlatılar içinde büyümeyi ortak bir değer olarak görebiliriz.
Hepimiz çocukken "öcü" ya da "cadı" kavramlarını
duymuşuzdur. En azından kırmızı elmadaki zehri yiyen prenses için
ağlamışlığımız vardır. Bunların oluşturduğu ortak çocukluk geçmişimize, bariz
fantastik kurgularla örülü çocukluk dünyamıza rağmen zamanla bu dünyayı
reddetmeye, gerçek olmadığını fark ettikçe ondan uzaklaşmaya başladık sanırım.
Sekiz yaşındayken aynı masalla büyülenen iki arkadaştan biri şimdi bilim kurgu
ya da fantastik okurken, diğeri bu iki türü dışlamış ve yok sayıyor olabilir. Küçük bir örnek oldu, belki fazlasıyla basit
göründü ancak anlatmak istediğim şey tam olarak bu. Artık gerçeğin kendisinden
başka bir dünyanın mümkün olduğu imasını bile duymaya katlanamayan, edebiyatta
bu türü yok sayan ya da uzak duran bir kitle var. Öte yanda ise gayet istekli
biçimde bu tür eserlere yönelen bir grup da mevcut. Bir gruplaşma - dışlama var
gibi.
Net
olan bir şey var oysa; hepimiz cadıların
olduğu masallara aşinayız. Cadıdan kaçan prensesin tarafındayız. Hala.
İşte
bu yüzden Sally Green'in Bela (Half Bad) adlı kitabı bizleri içine çekebilecek
bir hikayeye sahip.
AK
VE KARA BİR BEDENDE BULUŞUNCA
Nathan,
Ak Cadı bir anne ve kötülüğüyle nam salmış Kara Cadı bir babanın çocuğu. Ak Cadılar içinde büyümekte ve zamanı
geldiğinde on yedi yaşıan girdiğinde "üç armağanını" almak ve bir
cadı olmak için gün saymakta. Ancak azılı bir katil olan babasının çocuğu olmak
öyle kolay değil; hem istenen hem istenmeyen bir karakter olarak arada kalacağı
durumlarla yüzleşmek zorunda. Bir kafese kapatılmak gibi. Oradan çıkmanın bir
yolunu aramak gibi.
Hikaye,
günümüzde geçiyor. "Fersiz" olarak tanımlanan "normal"
insanların arasında yaşayan cadıların, meclislerinin ve kendi düzenlerinin -
kanunlarının işlendiği romanda, Sally Green'in ya da Nathan'ın dünyasında
heyecan ve hareket asla eksik olmuyor. Bir ergen olarak karşımıza çıkan baş
karakter Nathan'ın hayatı ve dünyayı tanımasının yanında kendisini bulmaya
doğru yol alması hikayenin ana eksenini oluşturuyor. Hiç görmediği babasının
uğrunda katlandığı zorluklar ve babasının varlığının sırtına yüklediği ve
yükleyeceği yükümlülükler, aynı zamanda hikayenin merak uyandıran
noktalarından.
Cadıların
olduğu bir dünyayı böylesine normalmiş gibi göstermeyi başaran yazarı takdir
etmek gerekir. Çevirmenin emeğini de özellikle belirtmek istiyorum; öyle ki
hikayede anlatılan olayların hızından geri kalmayan bir akış cümleler içinde
saklı. Bu da bir yandan kitabı kolay okunabilir kılarken, diğer yandan da okuyucuyu
kendisine bağlayacak denli samimi olan anlatımını daha da güzelleştiriyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder