YERDEN GÖĞE
MEDENİYETİN DÜŞÜŞÜ
Etrafınıza
bir bakın. Yükselen binalar, arasında kaybolmuş insanlar, betonlaşan bir şehir,
alışveriş merkezinde gezmekten ibaret hafta sonlarına sahip insanlar... Yüksek
binalarda oturmanın bir nevi ego tatmini sağladığı, bilmem hangi inşaatçının
yaptığı devasa konutlarda, içinde her şeyin mükemmel gibi yansıtıldığı hayat
kurguları içinde yer almaya hevesli onlarca insan... Borçlanarak, geleceğini ödeme
planına göre ayarlamak pahasına da olsa daha yüksek bir binada, asla
girmeyeceği havuzu daha büyük bir sitede oturmak için canını dişine takan
insanlar...
Dev
bir boşluk hissi. Kapitalizmin içinde erittiği tek şey insan emeği değil.
İnsanların hayalleri ve beklentileri de farklılaşmaktan ve bireysel olmaktan
çıkarak, bir sistemin yönlendirmesi doğrultusunda şekilleniyor. Kapitalizm,
size bir hayal ve hayat sunuyor. Onun parçası olma gayesi ile on iki saat
çalışmaktan gocunmuyor, akıp giden hayatın kıyısında kalmak pahasına (Elbette
yaşamak için çalışmak ve acı da olsa bu sistemin parçasına dönüşme zorunluluğunun
gerçekliğini yadsımıyorum) koşturup duruyor herkes. Kredi kartının
taksitlendirdiği bir dünyada, ev kredisi ve araba kredisinin ödemesinden eğer
bir şey kalırsa diye yaşamaya ve çalışmaya devam ediyor çoğunluk. Ancak,
ihtiyaçların ötesine, yani bir araba sahibi olmak ya da ev sahibi olmak gibi
ihtiyaçların, gıda tüketmek gibi ihtiyaçların ötesinde, bambaşka bir tüketim
alışkanlığı kendilerine aşılanırken neredeyse derin bir uyku halinde
kalıyorlar. Tüketim şekilleri, zaman geçirme şekilleri ve hayalleri benzeşiyor.
Bir kalıptan çıkıp, bir kalıba girmek için yaşıyorlar. O büyük sitede,
güvenlikli ve asla girmeyecekleri dev havuzun olduğu o sitede oturmak amacı,
kast sisteminin olmadığı bir toplumda bile kendilerini başka bir sınıfa ait
hissetmek ihtiyacı gibi yapay ve vicdansız bir ihtiyacın kölesi olduklarının
farkına varamıyorlar.
Bu
tip yüksek yapıların, dev sitelerin ve dünyayı ele geçiren betonlaşmanın cazip
hale gelmesinde belki ilk akla gelen reklamcılarını suçlamak oluyor, ancak
günah keçisi reklamcıları çıkarıp atsanız bile zihnin bir köşesinde, aşağıdaki
gecekondu mahallesine ya da daha ucuz bir dairede oturan birine tepeden bakma
ihtiyacının yaratacağı ego tatminini de reklamcıların yarattığını kimse inkar
etmesin.
İnsan,
daha da, daha da, daha da ve hep daha fazla isteyerek yaşıyor. Bir yarışın
içinde, hangi konumda ya da hangi koşulla olursa olsun daha tepeye çıkmaya
çalışıyor. Bir savaş. Modern hayatın getirisi olan tüm kolaylıkların sağladığı
faydayı inkar etmiyor ya da kötülemiyorum lakin modern hayat dediğimiz şeyin de
aslında modern perdesi altında süregelen ilkel bir savaştan farklı olmadığı
aşikar. Hırs ve bitmek bilmeyen tüketme, öne çıkma arzusu ile insanlık, her
daim taşlar ya da sopalar ya da makineli tüfekler ile olmasa bile bir savaş halinde.
Elindeki iki bin liralık telefonu bir arkadaş toplantısında masaya bırakması ya
da arabasının ne kadar pahalı olduğunu anlatması bir savaştaki sopa. Ya da
hayallerinin tatilinin bilmem ne adasında olması ya da oturduğu sitenin hangi
inşaat şirketinin son işi olduğunu belirtmesi, gerçekte sahip olduğu ya da
olmasını dilediği her şeyin kelimelere dökülmesi, bir savaşın araç
gereçlerinden bazıları.
BALLARD'IN GÖKDELENİNDEN
MANZARA
J.
G. Ballard'ın Sel Yayıncılık tarafından ülkemizde yayınlanan Gökdelen adlı
kitabı, modern dünya adı altında sunulan gerçekliğin içinde yer alan bir
gökdelende gittikçe çığırından çıkan insanların üzerinden tüketim toplumu ve
insan doğası üzerine yaptığı oldukça etkileyici bir roman.
Şık
döşenmiş daireler, ünlü tasarımcıların elinden çıkma ev eşyaları, sadeliğin,
lüksün, konforun ve paranın satın alabileceği her değerin içinde yer aldığı
evlerden oluşan iki bin dairelik bir konut var karşımızda. İçinde yaşayan her
sakinin (!), oturdukları kata göre ayrıştığı bir sosyal yapının inceden inceye
okuyucuya hissettirildiği romanın giriş kısmında karşımıza farklı katlarda ve
haliyle farklı toplumsal tabakaları temsil eden bir kaç farklı karakter
çıkıyor. Her birinin hayatlarına ve amaçlarına yaklaşıyor, onları tanıyoruz.
Alt kattakiler, orta kattakiler ve üst kattakiler olarak ayrılan apartman
sakinleri arasında gittikçe yükselmeye başlayan bir gerilim de ilk sayfalarda
kendisini hissettirmeye başlıyor.
İlkel
bir yaşama doğru hızla seyre geçen apartman sakinleri arasında, içlerinde
neredeyse medeniyete karşı bir öfke de aynı anlarda beliriyor. Asla ateşli
silahlarla savaşmayan farklı gruplara dönüşen insanlar, kendi aralarında
neredeyse kabileler kurarak ve yağmalayarak hayatta kalmaya çalışan hasta ruhlu
işgalcilere dönüşüyor. Doktorlar, film yapımcıları, mimarlar... Artık hepsinin
tek bir amacı var: Bu devasa gökdelenden asla ayrılamamak ve hayatta kalmak.
Gökdelen'de
dikkat çeken bir diğer nokta ise pislikten, bozulan tüm sistemlerden kaçma
fırsatı olmasına rağmen apartmanda oturanların inatla apartman dışına çıkmak
istememeleri. Dışarıda kalan dünyadan öylesine bir uzaklaşma söz konusu ki,
modern diye yutturulmaya çalışılan dünyanın aslında insanoğlu için bir anlam
ifade etmediği gibi bir sonuca varılabilir. Güvenli ortam ya da sığınak ya da
doğal yaşam alanı olarak tehlikenin ve korkunun hakim olduğu bir gökdelende
hapis yaşamaya, hatta ölmeye bile razı olan karakterler karşımıza çıkıyor.
Final
ise oldukça sert, insanlığın kendisini tamamen kaybettiği bir dünyanın beton
içinde nasıl yeniden en ilkel haliyle karşımıza çıktığına tanık oluyoruz.
Kesinlikle okunması gereken bir roman.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder