Bu yazıyı
yazmak için, Nox Arcana'in "Transylvania" albümünü açtım. Sizlere de naçizane
tavsiyem, Sınırdaki Ev'i okumadıysanız ve okumaya karar verirseniz, bu albüm
eşliğinde okumanız. Pişman olacağınızı sanmıyorum. Hatta bence yazıyı okurken
de açın, elbette yazıdan kitaptan alacağınız keyfi alacaksınız diye bir iddiam
yok. Mütevazi ve Nox Arcana severim sadece. Ve kitabı beğendim. Her şey bu
yüzden...
Konuya döneyim.
Dün aldığım, eve gelir
gelmez okumaya başladığım ve bugün de bitirdiğim "Sınırdaki Ev", kitap kapağında korku üzerine yazılan eserler
anılırken ismi dahil edilmeden konu asla kapanmayacak olan yazar H. P.
Lovecraft'in "Başyapıt" yorumunun hakkını fazlasıyla veren bir
roman. Yazar William Hope Hodgson'ın (Adaşmışız... Kendime pay çıkarmak istedim
sadece. Çünkü; kitabı beğendim. Her şey bu yüzden...) farklı türleri içinde
barındıran ve bu türleri sırıtmadan birbirine bağlayabilen romanının, yazıldığı
dönem de göz önüne alınırsa dilimize kazandırılmış olmasının önemini daha iyi
anlayabiliriz sanırım.
1877 yılında
İrlanda'daki Kraighten Köyü'ne yaptıkları iki haftalık seyahat süresince, bir
harabede buldukları el yazmalarının okura sunumunu yapan Tonnison ve Berreggnog
tarafından iletilen metinde, ıssız ve kasvetli bir evde yaşayan bir adamın
kaleminden yaşadığı sıradışı olaylar, "Sınırdaki Ev"in hikayesi.
Köpeği Biber ve
kardeşi Mary ile beraber tam da gotik diyebileceğimiz bir tarzda bize anlattığı
bir evde yaşayan kahraman, evinin içinde başlayan ve sıklıkla evinin dışındaki
fundalıklarda ve hikaye içinde "çukur" olarak tabir edilen bir yerde
de yaşadığı deneyimleri kaleme alıyor. Tek başına keşfetmeye çalıştığı
gizemler, evinin sakladığı sırlar, yaklaştıkça ve anlamaya çalıştıkça kendisini
daha da ürküten, gerçek dışı görünen şeylerle ilerleyen hikayesinde okuru bir
an bile sıkmıyor, sürekli bir hareket ve "şimdi ne olacak" hissi ile
dolu karanlık, bilinmezliğin sunduğu korku eşliğinde akıp gidiyor sayfalar. Merak duygusunun peşinde, tüm ürkütücülüğüne ve tekinsiz gizemine rağmen keşfetme arzusunu bastıramadığı olayların ve mekanların peşinde ilerleyen anlatıcı ile beraber siz de aynı merak duygusunun hızıyla, hızla okuyorsunuz.
Zaman ve mekanın ani
değişimleri, sonsuzluğun da sonuna gidermiş gibi ilerleyen olaylar....
Özellikle de zamanın gerçekliğinin ve akışının tam bir bilim kurgu anlatısı
içinde işlendiği bölümler var. Üzerine bir de zamanda yolculuğu eklediğinizi
düşünün çünkü hikaye içinde gelecek gibi görünen, sonrasında şimdiki zamana
dönülen ancak sanki bir yandan da "yaşam sonrası" ve "zamansız
bir evreye" geçiş gibi görünen kısımlar var.
En son İthaki
Yayınları'ndan çıkan Darwinya için üç farklı yazar ve tür çağrışımı yapıyor,
hatta üç farklı türü birleştiriyor demiştim. Fakat Darwinya'daki bu durumu
açıkçası pek ısınamamıştım, yazıyı bulup okuyabilirsiniz detaylı yazdım
derdimi. Öyle daha net olur en azından. Fakat "Sınırdaki Ev" için, bu
tarz birlikteliğini baya beğendim. Bilim kurgu - gotik arası gidip gelen bir
tarzı var. Özellikle evren ve zaman üzerine olan kısımlarda bilim kurguyu, evin
gizemli yapısı içinde ya da çevrede veya çukurdaki keşiflerde de klasik anlamda
gotik/korku/gerilim tarzının baskın olduğunu söylemek yanlış olmaz. Üzerine bir
de kitabın "garip kurgu" tanımını kendisine yükleyecek şekilde bir de
fantastik yönü var ki ben bunu az önce saydığım tarzların yanında daha zayıf
olarak hissettim. Hikayedeki yaratıkların baskın olduğu bölümlerde evet, ancak
genelde nedense bilim kurgu-gotik ön planda bence. Ya çok da türleri
ayrıştırmayayım şimdi, değerini böyle biçiyormuş gibi görünmeyim.
Yazarın kitabın ilk
sayfasında yer alan biyografisinde blog'u takip edenlerin belki farkına
vardığı, belki varmadığı, hayranı olduğum China Mieville'ın ilham aldığı
yazarlardan biri olarak belirtiliyor Hodgson. "Garip kurgu", Mieville
ilişkisi.
Hafta sonu vereceğim
"roman" molasını bir cuma günü vermiş oldum ancak iyi ki de okumuşum;
okuyun, okutun, "Sınırdaki Ev"le siz de gerilin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder