8 Ağustos 2023 Salı

Alice Feeney "Daisy Darker"

Kareler ve Sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turu değil bu sefer, olay yeri İngiltere: Muhteşem ve ironik bir isim ve soyisim kombinasyonuna sahip, anlatıcımız Daisy Darker'la aynı adı taşıyan roman.

Alice Feeney ilk kez okuduğum bir yazar, goodreads'te gezerken denk geldiğim popüler/çok satan polisiye ve gerilim türündeki romanlar arasında denk gelmiş, listeye almıştım. Sırayla okuyorum bu listelerden eklediklerimi.

Daisy Darker, Donnie Darko gibi bir isim olduğu için beni çekti, merak ettim. Elbette bir Donnie Darko daha beklemiyorum herhangi bir kurgudan. Darker ailesinin büyükannesinin cadılar bayramına denk gelen 80. doğum gününü kutlamak üzere bir araya gelmesiyle başlayan ve yalnızca bu buluşmayla başlayıp ertesi sabah sonlanan olayları anlatan bir roman. Tek mekanda, mekansal kısıtlılıkla sarılı geçiyor roman. Zira evin olduğu adanın karayla bağlantısı, gel-git nedeniyle sekiz saatliğine kapanıyor. Böylece hareket imkânı karakterler için neredeyse ancak evin içinden ibaret kalıyor. Bu tür romanları özellikle seven ya da sevmeyen varsa diye belirtmiş olalım; izlerken ya da okurken tek mekanda geçen kurgular bazen beni boğuyor mesela. Ancak Daisy Darker'da bu böyle olmadı.

"Bozuk bir kalp" ile doğan Daisy Darker, kalbindeki sorun nedeniyle çocukluğu boyunca birden fazla kez "ölmüştür". Kalbi durduğu her seferde yeniden hayata döndürülen Daisy Darker, yaşadığı sorun nedeniyle eve kapalı, anne ve babasının ayrılmasının ardından kaldığı yalnızlıkla birleşmiş "bozuk kalbi"nin bir daha durmaması için de aslında genellikle büyükannesi Nana'yla birlikte yaşamaktadır. İki kardeşi, yeğeni, büyükannesi, annesi, babası, büyükannesinin köpeği ve aile dışındaki tek yakınları olan arkadaşları, kutlama amacıyla evde toplanıyor. Ailenin birbirinden nefret etmeyen bireyi yok gibi; çocuğunu sevmeyen anneler, gelinini sevmeyen kaynana, eski karısını ya da kocasını sevmeyen eş, annesini ya da kızlarını ya da torununu sevmeyen baba... Daisy Darker, tüm bu nefret ağının için adeta görülmez, muhatap alınmaz bir konumda bu arada; yıllar önce yaşanan, romanın ilerlemesiyle birlikte ne olduğunu öğreneceğimiz bir olay ardından kardeşleri ve arkadaşı onunla bir daha konuşmamıştır; annesi ise "bozuk kalbi" yüzünden daima ona mesafeli ve soğuk durmuştur. Romanda kırık kalpli yalnız Daisy, sadece kardeşinin çocuğu ve büyükannesi arasında içten bir bağla kurulmuş sevgiyi hissediyor aslında. Üçü hariç, birbirinden nefret etmeyen kimse yok buluşmada. Tüm bu nefret ve gerilim içinde, Daisy Darker'ın büyükannesi, uzun yıllardır söyleyegeldiği üzere son doğumgünü olduğunu düşündüğü 80. doğum gününü kutladığı gece, aynı zamanda vasiyetini de açıklar.

Ardından çıkan minik aile içi kriz, sırlarla dolu Darker ailesindeki herkesin gerçek yüzünü, dışavurduklarından daha da yoğun biçimde yansıtacakları bir geceyi başlatır. Tek mekanda geçmesine ve hemen herkes birbirinin sürekli gözü önünde olmasına rağmen, gece yarısı içlerinden biri ölür. Kimin yazdığı belirsiz mesajlar evde belirmeye, Darker ailesinin geçmişinden kalan vhs'ler, izlenmeleri için mesajlarla birlikte evde ortaya çıkmaya başlar. Her bir mesaj, Darker ailesinin bir üyesinin içine bir bakış gibidir; tüm kiri, sırları ve kötülüğü gizemli biçimde anlatır. 

Şimdiiii. Agatha Christie'nin and then there were none'ını düşünün, onlarca kurguyu etkilemiş (hatta yüzlercedir, belki binlercedir) kurgu, yeniden Daisy Darker'da da karşımıza çıkıyor. Geçmişle hesaplaşma, intikam, sevgisizlik, yalanlar ve sırlarla örülü geçmişin yükü, çıkarcılık ve bencillikle örülü birçok hikayeyi karakterler üzerinden işleyip, Daisy Darker'ın yıllardır sakladığı sırra doğru da ilerliyor roman. Bir yandan şimdiki gizem, bir yandan da Daisy'nin sakladığı şeyin ne olduğunu merak ettiriyor. 

Soğuk diyar polisiyesi değil, sadece kendini okutan sürükleyici bir polisiye. Bir de finalde gözünüzün dolması mümkün, mendil alın yanınıza... 

7 Ağustos 2023 Pazartesi

Jenny Lund Madsen "Thirty Days of Darkness"

Kareler ve Sayfalar Soğuk Diyar Polisiyesi (özel) Turu'nda ilk kez yer alan bir yazar Jenny Lund Madsen. Bu sıralar Amerikan ve İngiliz polisiyelerine, psikolojik gerilim türündeki romanlara da bakıyorum; bakıyorum dediğim okuyorum. Onları da Kareler ve sayfalar'ın parantez içinde "özel" yazan bir başka serisi olarak yorumlarım belki, ya da dümdüz yorumlarım, serisiz. Kemiksiz. 

Thirty Days of Darkness, Danimarkalı bir yazara sahip olsa da olayların neredeyse tamamı İzlanda'da geçtiği için etiketlere İzlanda polisiye ve Danimarka polisiyesini de ekledim. Eğer bunlar olmasa hayatında bir şeyler eksikmiş gibi hissedecek olan varsa diye. Yoktur, blog'u okuyan bile yok çünkü.

Romanın ana karakteri, "bir yudum çay içip, sonrasındaki yuduma kadar 50 sayfa karakterin düşüncelerini paylaşan" tarzda romanlar yazan Hannah. Bu benzetmeyi romanın içinde de bulabileceğiniz için, tam da işe yarayacak tanımı sunduğu için yazmak istedim. Hannah, kendi romanlarının yüksek edebi değeri olduğunu düşünen, aslında aşırı popüler olmasa da anladığım kadarıyla geniş kitlelere değil, hedeflediği kitleye ulaşabilen bir yazar. Bu durum, çılgınca satan polisiye romanlara karşı bir nefret de yaratıyor Hannah'da; polisiyeye olan önyargıyı bir polisiye roman içinde, ana karakteriyle işleme cesareti gösterdiği için tebrik ederim sayın Jenny Lund Madsen'i de. Polisiye romanların belirli bir formül çerçevesinde yazıldığı, bu nedenle yaratıcılık ve edebi değerden uzak olduğunu düşünen Hannah, bir imza gününde, hemen karşısındaki sahnede büyük bir hayran kitlesi eşliğinde röportaj vermekte olan, nefret ettiği polisiye yazarını görünce çileden çıkıyor, adamın kafasına adamın romanını atıyor ve bir geri zekalının bile bir ayda bir polisiye roman yazabileceğini söylüyor. Hannah biraz.... gergin bir insan; romanda uzun süre boyunca sevdiği ya da hoşnut olduğu herhangi bir durum görmüyoruz; hatta saçtığı nefretle yer yer komik bile bulabilirsiniz. Tadında bir gıcık olmuş Hannah. Neyse, işte bu iddiası ciddiye alınınca da kameraların önünde ettiği sözün ağırlığıyla kalıyor. Yayınevi, bir aylığına kendisine yazması için İzlanda'da kalabileceği bir yer ayarlıyor ve kafasına fırlattığı kitabın üzerinden birkaç saat geçtikten sonra Hannah, polisiye yazarına olan tüm nefretiyle iddiasını kanıtlamak üzere İzlanda'ya uçuyor

Her şey, İzlanda'nın ücra bir köşesindeki eve konuk olarak gittikten bir gün sonra başlıyor; ev sahibinin yeğeni, şüpheli biçimde denizde boğulmuş olarak bulunuyor ve bir polisiye roman yazmaya çalışan Hannah, bir cinayet soruşturmasının içine düşüyor. Bunu da romanı için kullanmaya başlıyor.

Romanda en çok hoşuma giden nefret dolu Hannah ve bu nefretini sağa sola yöneltmesindeki bonkörlüğüyle karışmış kırgınlığı oldu. Bir yandan Hannah'nın yerel polis gücü olan tek polise soruşturma sırasında yardım etme önerisi eşliğinde, kafasına göre işin peşine düşmesini, diğer yandan da mekansal olarak sıkışmış ücra bir köşede, sert iklim şartları altında işlenen cinayetin herkesin üzerine nasıl bir gölge gibi düştüğünü okuyoruz. Polisiye tadını hiç kaybetmeden, sonuna kadar kendisini okutan bir roman. İpuçlarının peşinden okur da gidiyor, okura katile ve cinayete dair yavaş yavaş yoğunlaşan biçimde ipuçlarını sunuyor. Bir açıklamaya ulaşmak mümkün, finalde inanılmaz bir ters köşeyle okuru da sinir etmiyor.

Hannah'nın bencilce nefretinin, gıcıklığıyla karışmış huysuzluğunun romanda zamanla yumuşayarak gitmesine tanık olmak da güzeldi. 

5 Ağustos 2023 Cumartesi

Eva Björg Ægisdóttir "You Can't See Me"

Bu seriyi çok sevdim. Kareler ve sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turunun ayrılmaz parçası İzlanda'dan en sevdiğim üçüncü yazar sanırım. Oldukça yalın, öte yandan soğuk diyar polisiyesi tadını büyük bir yoğunlukla vermese de kesinlikle hiçbir zaman pişman etmeyen bir yazar ve seri.

Forbidden Iceland serisinin dördüncü kitabı You Can't See Me. Bu sefer serinin ana karakteri olan Elma yok, onun gelmesinden hemen önce gerçekleşmekte olan olaylar içindeyiz romanda. Finalde, Elma'nın geleceğinin haberini alıyor müstakbel eşi, ancak o zamanlar henüz haberi yok... Bizler biliyoruz... Seriyi sırayla okuyunca....

İzlanda'nın ücra bir köşesinde, Sneafellsnes'deki lava arazilerinin içinde, küçük ancak anladığım kadarıyla hayli "butik" ve "pahalı" bir otelde, İzlanda'nın en zengin ailelerinden biri olan Sneaberg ailesi bir hafta sonu için otelin tamamını kendileri için rezerve ettirmiştir. Ailenin büyükbabasının yüzüncü doğum gününü kutlamak için uzun süre sonra beraber olacak olan aile üyelerinin otele gelmeye başlamasıyla açılıyor roman. 

Anlatıcılar, bölümler arasında değişiyor. Bu nedenle farklı karakterler gözünden aileyi tanımak ya da birbirlerini görmek mümkün oluyor. Bir yandan da otel çalışanı genç bir kadın da anlatıcılar arasında; hem bir aileye kendi içlerinden bakıyoruz, hem de dışarıdan bir gözle okuyoruz. Olaya dahil olan polisler de ayrı bölümlerde soruşturmaları sırasında yazar tarafından anlatılıyor. Sürekli zamanda hareket var romanda, bir yandan en sonda, bir yandan en başta, bir yandan da ortadayız.

Bir kaybolma hikayesinin yanında bir de cinayet var, ancak kurbanın kim olduğunu uzuuuun süre bilmiyoruz. Kaybolana dair bir soruşturmaya da uzun süre girilmiyor romanda çünkü toplam iki günde geçen romanı okurken saatler ve günler arasında gidiş-dönüşler olduğu için eş zamanlı ilerlemiyor. Romanın başında, henüz hiçbir şey başlamamışken yazar birkaç sayfada sadece "birinin birini aradığı tekinsizliği" aktarıyor. Sonra, olayların başladığı güne dönüyor, tüm bu iki üç gün içinde gezip duruyoruz.

Okura çok fazla ipucunu bonkörce verse de, bazı merak unsurlarını kısa zamanda bu nedenle kaybetse de okuru kendisine çeken, son sayfaya kadar da kendisini okutan bir roman olmuş. Ancak okurken çoğu açıklamaya okur bu kadar da rahat ulaşamasaymış keşke; biraz daha kafa yorsak daha iyi olmaz mıydı.... En kapsamlı açıklamaya romanın ortalarına gelmeden bile ulaşmak mümkün. Birçok gizemi okurken çözebilmeniz mümkün; karakterlere içlerinden ya da dışlarından bakarken fazlaca ipucu bulmak mümkün. Finali insanı vuracak bir şekilde olmasa da, hatta bana biraz zorlama da gelse tatsız bir polisiye finaline sahip değil. Yine de serideki diğer romanların kurgusu yanında yazar ve okur için daha kolay buldum. 

Michael Hjorth & Hans Rosenfeldt "The Disciple"

Kareler ve Sayfalar Soğuk Diyar Polisiyesi (özel) Turu büyük çabalar sonucu, hava sıcaklığındaki korkunçluğa rağmen aylar sonra bula bula bu günü yazı yazmak için bularak devam ediyor. Bu cümleden sonra hiçbir insan bu blog'u okumaya yanaşmaz sanırım.

Sebastian Bergman serisinin ilk kitabı hakkında yazmıştım, merak eden blog'da saniyeler sürecek bir arama sonucu ulaşabilir. İkinci kitap, The Disciple ile devam edeyim. İlk kitaba da ölüp bitmemiştim ancak ikinci, kesinlikle okuma kararı almamda etkili olan nedenler için hiç tatmin edici sonuç vermedi. Elbette bunlar kişisel beğeni ve tercihler neticesinde şekillenen yorumlar; katili baştan beri biliyor olmamız, romanın Amerikan seri katil romanları tadında olması gibi iki başlıca özellik, benim için olumsuz noktalardı. 

Konuya gelirsek; yıllar önce hapse giren ve çıkma ihtimali olmayan seri katil Hinde'nin cinayetlerinin kopyaları yeniden gerçekleşmeye başlar. Dışarısıyla iletişimi, hatta hapishanedeki yüksek güvenlik önlemleri nedeniyle neredeyse insanlarla iletişimi oldukça kısıtlı ve denetimli olan Hinde'nin cinayetlerinin taklitlerinin yeniden, üstelik milimetrik detaylarına kadar yeniden işlenmeye başlaması bir korku doğurur. Sebastian Bergman, yıllar önce Hinde üzerine bir kitap yazdığı ve aslında hapse atılmasında da rol oynadığı için, cinayet soruşturmasına biraz da kendi çıkarlarını doğrultusunda dahil olur. Bir yandan cinayet soruşturmasını, bir yandan da Bergman'ın ilk kitaptan beri devam eden sorununu okuyoruz; yaşadığı yıkım ardından öğrendiğinde hayatını değiştiren bir gerçek olarak bir çocuğu daha olduğunu öğrenmesi, içinde olduğu bozuk ruh hali ve bunlara eşlik eden bir gerilim olarak gerçek babasının Sebastian olduğundan haberi olmayan kızıyla soruşturma nedeniyle yeniden beraber çalışmaya başlaması. 

Soruşturma ilerledikçe Bergman'ın da cinayetlere adeta çekilmek zorunda kaldığını görüyoruz. Hızlı okunan bir roman ancak çok klişelere boğulmuş. Başta dediğim gibi, Bron adlı muhteşem polisiyenin yaratıcısı olup da sonra böyle Amerikan seri katil romanlarından hallice bir roman yazmalarını anlamsız buldum. Hinde karakteri de, eski ve yeni cinayetlerin nedeni de, cinayetlerin kurgusu da çok klişe. Beni hiç çekmeyen bir tarz. Kesinlikle soğuk diyar polisiyesi olarak adlandırdığım ruh halinden ve incelikten yoksun. 

11 Nisan 2023 Salı

Inger Wolf "Frost and Ashes"

Kareler ve Sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turunun 2023'teki ilk kitabını okumam için Nisan ayının gelmesi gerekmiş demek. İnatla devam eden bu turun inatla devam eden hayat içindeki yeri nedeniyle yıl verimsiz başladı, yapacak bir şey yok. Geçen yıl ilk kitabını okuduğum Daniel Trokic serisinin ikinci kitabı Frost and Ashes hakkında kısaca yazıp gideyim.

İlk kitap Dark September hakkındaki yazımı bi hatırlatmak isterim o yüzden şuradan okuyabilirsiniz. Şimdi, bu ilk kitabın ödül alması da garibime gitmişti, çünkü aman aman bir polisiye değildi. Finali sıkılıp da öylesine doldurulan sınav kağıtlarının son sayfaları gibi, bitsin diye yazılmış gibiydi. Merak ettirdiği noktaların finalde bağlandığı yer çok kolaya kaçmış gibiydi; en başta da karakterlere yakınlaşamıyor olmam sorundu. O yüzden ikinci kitabı okuyunca bakalım fikrim ne olacak diye okudum. Bence Frost and Ashes, ilk kitaptan daha iyi bir polisiye olmuş. Ancak yazarın final yazana kadar romanlarını yazmaktan sıkıldığını düşünmeye başladım. 

Romandaki olay şu; sekiz yaşındaki bir çocuk gölde boğulmuş halde bulunuyor. Kim, neden küçük bir çocuğu boğarak öldürmek ister? Daniel Trokic ve ekibinin peşinde olduğu soru bu. Soruşturmaya ilk sayfadan itibaren dahil oluyoruz okurken çünkü roman direkt olay yerine Trokic'in gitmesiyle başlıyor. İlk kitapta bu birden olaya girmek bana karakterlere alışma imkanı vermediğinden olumsuzdu benim için; ama şimdi nasılsa tanıdık diye selam verip devam ettim okumaya.

Frost and Ashes'da geçmişten gelen bir felaketin şimdiki zamanda yaşayan karakterleri nasıl şekillendirdiği, neye dönüştürdüğünü okuyoruz. İnsanın yazmak bile istemeyeceği bir olayın izleri, geçmişte küçük bir çocuğun intiharıyla sonuçlanan felaketin şimdiyi etkileme gücünü görüyoruz. 

Bence yazar klişe de olsa elindeki sorunu güzel işlemiş, okurken merak ettiriyor, hemen sonuca varmak için ekiple beraber gördüğümüz ipuçlarını biz de değerlendirebiliyoruz. Ancak yine finali, yarattığı gizemin 300 sayfa ilgisini çekmeyi başardığı okur için çok basit, hatta detaylardan yoksun, birkaç cümleyle geçiştirmiş gibi yazmış. 50 sayfalık final niye yok demiyorum, hatta nicelikle ilgili bir derdim de yok, biz birkaç cümleden daha derinlikli sonuçlar ya da açıklamalar da görebilirdik mesela. Katille karşılaştığımızda tüm bu felaket zincirine dair "işte katil bu, şunu yaptı, bu olmuş" kadarlık açıklama bence çok zayıf kalıyor.

Karakterlere alışmak konusunda da, Trokic'in hayatında sanırım seri boyunca devam edecek ve çevresindeki arkadaşlarıyla da ilgisi olan bir bilinmez var; onunla ilgili de her kitapta bir ipucu gelecek gibi. Savaş sırasında kaybolan kuzeninin varlığına dair bir ipucu bu kitapta belirdi mesela, bakalım ne olacak.

Üçüncü kitabı da okurum sanırım, Songbird. Finali umarım sıkılıp kesip atmamıştır yine.

24 Aralık 2022 Cumartesi

Samuel Bjørk "The Owl Always Hunts At Night"

Kareler ve Sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turunun 2022'deki son konuğu sanırım The Owl Always Hunts At Night olacak. Şu an okumakta olduğum bir soğuk diyar polisiyesi daha var ama yetişeceğini sanmıyorum yıl sonuna kadar. Savunmadan sonraya kalacak... Bekleyin yani. Kimsenin umursamadığı bu tur ben ölene kadar devam edecek farkına vardığınız bir gerçek olduğunu düşünüyorum bunun....

Samuel Bjork, Norveçli Frode Sander Oien'in yazarken kullandığı takma isim. Bu kitap da şu ana kadar dört kitaptan oluşan Holger Munch&Mia Kruger serisinin ikinci kitabı. Nasıl bir süreç sonunda elimde ilk iki kitap olduğu halde ikinci kitaptan okumaya başladım seriyi gerçekten hatırlamıyorum. İlk kitap I'm Travelling Alone da var bende ama ikiden başlamış bulundum. Çok büyük bir kayıp ya da farklılık olduğunu sanmıyorum bu arada. İlk kitapta olanlara dair sık sık, fazlaca hatırlatma yapmış yazar. Okumuş kadar oldum. Cinayet hariç, Munch ve Kruger karakterlerinin ilk romanda yaşadıklarına fazlaca yer vermiş. Bunun nedeni de, Kruger karakterinin psikolojik olarak sıkıntılı bir durumda olması. Kardeşini kaybettikten sonra içinde düştüğü buhran, kardeşini kaybetme şekli, hayata başlama şekli derken karakteri yıkık yaratmaya çalışırken tüm kozları ortaya koymuş yazar sayesinde hayli kasvetli. Kendisini hissetmek istemez gibi, çılgınca içerken ya da intiharın kıyısında sürekli dolaşırken bir yandan da işini başarıyla yapan bir karakter Kruger. Ben böylesine karakterleri artık yorucu buluyorum, klişeleşmiş alkolik, boşanmış, çocuklarıyla ya da eşiyle sorunlu, intihar eğilimli vb. Birkaç tipleştirme var, sık sık soğuk diyar polisiyelerinde belki de okuduğum polisiyelerin genelinde karşıma çıkıyor. Munch karakteri de boşandığı eşini hala seven ve boşanmayı aşamamış bir karakter mesela. Benim için bu tipleştirmelerin zirvesi ve göze batmayan örnekleri Kurt Wallander, Harry Hole ve Erlendur'dur. Hiçbiri de gözüme batmaz, yormaz, kurgunun dışında, kurguyu hissettirecek kadar üzerlerine yüklenmiş özellikleri taşımaktan sıkıldıklarını okura yansıtmaz. Ama bahsettiklerim zaten işin zirvesindeki isimler, onlarla kıyas yapmadan okumaya çalışıyorum. Yine de bence artık yeterli. Polisiye okumaya Agatha Christie'nin muhteşem, düzenli, tertipli, kaya gibi Hercule Poirot'suyla başladığım için, tekrar eden özelliklerin itekleme varlığı daha da batıyor bana.

Ne çok yazdım. Ama genel bir yakınma oldu bu, kitaba özgü değil yalnızca. Romandan devam edeyim; ormanda, bir ritüelin parçası gibi öldürülmüş, pentagramın içine yerleştirilmiş genç bir kız bulunuyor. Kızın, sorunlu çocuklar için bir bakımevinde yaşamış olduğunun ortaya çıkmasıyla oklar oraya dönüyor; nerede ne döndüğünü anlamaya çalışan ekiple birlikte hareket ediyoruz. Bunu sevdim; özellikle katile ekiple aynı ipuçlarıyla yaklaşabilme imkanımız oluyor okurken. Dışarıdan izlermiş gibi okumayı, ortaya birden çıkan katil ya da çözümleri sevmediğim için ipuçlarını takip etme imkanı vermesini sevdim romanın. Hatta katilin kim olabileceğini anlama fırsatı da var. 

Romanda sevdiğim şeylerden biri bu ipuçları, diğeri de şaşırtmacaların yormadan oradan oraya atmasıydı. Birkaç katil adayına TAMAM BULDUM dedikten sonra yine başka bir ipucuyla başka çözüme yönlendiriyor. Ancak, okuru hem ayık hem de ilgisini soruşturmada bu kadar tuttuktan sonra cinayetlerin nedeni için ortaya koyduğu neden de, katilin motivasyonu da bana çok havada geldi. Açıkçası bağlayacağı yeri yazar sanki sıkılıp üstünkörü geçiştirmiş gibi. Gayet gerçekçi ilerleyen roman birden fazlasıyla ayakları yere basmayan biçimde sonuçlandı. 

Serideki ilk romanı da okurum, kolay okunan, klişeleriyle yormasına rağmen polisiye kurgusu olarak bence başarılı olan, ancak şu katile biraz daha zaman ayırsa olmaz mıydı dedirten bir romandı...

23 Aralık 2022 Cuma

Inger Wolf "Dark September"

Kareler ve Sayfalar Soğuk Diyar Polisiyesi (özel) turu bir yılın daha sonuna geldi. Okunma sayılarının düşüklüğüne rağmen inatla devam eden turumuzda şimdi Danimarka'dayız: Inger Wolf'un şu ana kadar yedi kitabı yayınlanmış Daniel Trokic serisinin ilk kitabı, Dark September.

Daha önce okumadığım bir seri ve yazar; özellikle okumadığım yazarlardan gitmeye çalışıyorum bu ara yine. Böylece benden başka kimsenin umursamadığı soğuk diyar polisiyesi turunda daha fazla isim ve eser okumuş ve tanıtmış olurum diye. Daniel Trokic serisini de nereden gördüm hatırlamıyorum ama muhtemelen Goodreads'te gezerken görmüşümdür. 

Başkarakter Trokic, Bosna Savaşı'nın travmalarını taşıyan, hayatında pek de yolunda giden bir şey olmayan dedektifimiz. Anna Kiehl adlı bir arkeoloji öğrencisinin ormanda ölü bulunmasıyla başlayan roman boyunca Trokic'in kasveti bizim de üzerimize yapışıyor. Karakterlerin çoğuyla hiçbir biçimde iletişim kuramadığım sayfalar sonunda, en nihayetinde kitabın ortalarında biraz yakınlaşmaya başladım. Trokic'deki kasveti hissediyorsunuz ama nedense kitap bir süre içine çekemiyor. Kendimi birden cinayet soruşturması içinde buldum mesela, kitap başlar başlamaz olay yerindesiniz. Hikayenin genişlemesi ve karakterlerle "tanışabilmek" için zaman geçmesi her zaman gerekiyor, evet, ama bu birden başlayan koşturmaca içinde sanırım sadece haber metni gibi bir şey okuyacağım düşündüm ilk bölümlerde. Metin çok çabuk okunuyor bu arada, bağ kuramıyorsunuz ama bi bakmışsınız kitabın ortasındasınız; ilginizi çeken bir haberi yorumsuz okumak gibi hissettiriyor sadece bir süre. Ancak sonra, zamanla diğer karakterlerin de insani yönleriyle karşılaşmaya başlayınca, kısa bölümler olarak ilerleyen kitabın her bir kısa bölümünde iyi kötü bir temas yakalamaya başlayınca gözünüzün önünde canlanmaya başlıyor karakterler.

Beni vuran bir konusu olmamasına rağmen roman Danish Crime Academy'den 2006'da ilk roman ödülü almış. Bilemedim. Yani kötü değil ama, ödüllük mü, karar verenler öyle görmüşse öyledir diyelim.

Cinayete dönersek; gerekçesi ve soruşturma süreci büyüleyici, vurucu bir yana sahip değil. Anna Kiehl'in öldürülmesinden sonra soruşturma devam ederken, bu cinayetin haftalar önce kaybolan, nöro-kimya alanında çalışan bir bilim insanıyla da bağlantısı olduğu bulunuyor. SSRI'lar üzerine çalışmalar söz konusu. Bu vesileyle romanın bence ilgi çekici birkaç yönünden biri açılıyor. Tüketim toplumunda mutluluğun tüketimi. Üretmeden tüketmenin tadını mutluluk ya da huzur konusunda nasıl ele alabiliriz? Hiç çaba göstermeden mutlu olmanın, bir ürünle gerçekleştiği durumlarda mutluluktan bahsetmek mümkün mü?

Çok çabuk okunan ve biten bir roman, serideki ikinci romanı da özellikle okumak istiyorum bakalım aşina olduğum karakterlerle okumaya başlayınca da aynı dahil olamama hissini yaşayacak mıyım, yoksa romana kaynayıp, tanıdıklarla bir cinayet çözmeye mi girişeceğim, göreceğiz.

13 Aralık 2022 Salı

Michael Hjorth & Hans Rosenfeldt "Dark Secrets"

Kareler ve Sayfalar Soğuk Diyar Polisiyesi (özel) turu, 2022'nin son kitaplarıyla devam ediyor... Böyle bir giriş havalı durur diye düşündüm ve durmadı. İsveç'ten, daha önce yer vermediğim ve okumadığım iki yazarın eseriyle devam ediyor ama tur. "Dark Secrets".

Sebastian Bergman serisindeki ilk roman olan bu kitabı seçme nedenim, Rosenfeldt'in bana göre dünyanın en iyi polisiye dizisi olan Bron'ün yaratıcılarından olması. Bron'ün ilk üç sezonunun yerini alabilecek bir kurgu ekranlarda asla olmayacaktır benim için. Öyle severim. O nedenle kitabı da bulunca kaçırmadım, okudum.

Seriye adını veren karakter Sebastian Bergman, suçlu profili oluşturmakta uzman bir psikolog. Roman, Sebastian'ın hayatında yeni bir dönemin başlamasıyla açılıyor aslında. Cinayetten önce buna değinmek istedim. Oldukça hızlı bir gençlik yaşamış, tek gecelik ilişkilerinin sayısını bilmeyen, kendisini fazlasıyla beğenmiş, sivri dilli Bergman, ailesinden hayatta kalan son kişi olan annesinin ölümü üzerine, cenazenin ardından annesinden kendisine kalan evi satışa çıkarmaya Vasteras'a gidiyor. Ailesiyle uzak, soğuk, hatta bitmiş ilişkilerinin ardından yalnızca bir an önce evi satıp geri dönmeyi düşünen Bergman, hayatındaki kayıpların acısıyla etrafa karşı sivri diliyle ve umursamazlığı bir duvar örmüş gibi, uzak, mesafeli ve çoğu zaman itici davransa da işlenen bir cinayet, planlarını ve hayata karşı tavrını biraz değiştirmeye başlıyor. O sırada annesinden kalanları gözden geçirirken, yıllar önceden kalan bir mektuptan öğrendiği bir bilgi nedeniyle de aslında biraz şoke oluyor. Umutsuz, karanlık, soğuk hayatında yeniden bir ışık bulacakmış gibi, bir ihtimale tutunmasını görüyoruz aksi Sebastian'ın. 

Öte yandan aynı dönemde 16 yaşındaki lise öğrencisi Roger Eriksson'un kalbi sökülmüş halde bulunuyor. Eskiden Vasteras'ta beraber çalıştığı polis arkadaşlarıyla soruşturma sürecinde tesadüfen karşılaşan Bergman, mektuptaki bilgiyi doğrulayabilmek için polisin kaynaklarını kullanabileceğini düşünerek, tamamen kendi amaçları doğrultusunda kendisini biraz da ekibe dahil ettiriyor. 

Bir yandan Bergman'ın hayatındaki dramı izlerken, diğer yandan vahşi bir cinayetin, 16 yaşında öldürülen Roger'ın katilinin peşine düşüyoruz. İtibarını kaybetme korkusu yüksek bir lisenin dışlanmış öğrencisi Roger'ın kendisini var etme mücadelesinin haricinde, aslında ne kadar "tanınmadığını" görüyoruz. Dark secrets kısmı da buralarda saklı zaten. 

Öldürülenin kim olduğunu anlamadan cinayet nedenini anlamak imkansız olduğundan, yazarlar gittikçe sisleri dağıtmaya başlıyor. Romanda hemen her karakteri yakından görüyoruz; hepsiyle tanışığız, hepsinin yanından yazıyor yazarlar. Bron'ü izlediyseniz, çok benzer demek istediğim. Hangi rolde olursa olsun karakterlere yakındık; bu romanda da öyle. Haliyle ortada birçok sır ve puslu konu var. Eleyerek ilerlemeye çalışıyoruz okurken. Merak unsurunun birden fazla noktada sürekli diri tutulması nedeniyle sanırım, roman çok hızlı ilerliyor. Yüzeyselleşmeden, tadında, yan karakterlerin hikayeleriyle sıkmayan biçimde yapıyor bunu da.

Bron'ü andığım için eklemek istediğim noktalar var; mesela kesinlikle cinayet nedenini okura en başlarda veren bir ipucu var. Öyle bir ipucu ki, birden nedenin ortaya çıkmasıyla katile de sizi götürüyor. O ilk ipucunu fark ederseniz, gerisi sizin için itirafı beklemeye kalıyor. Ama romandaki tek merak unsuru bu olmadığı için, romanın sonunu sıkılarak beklemiyorsunuz. Karakterlerin her birine dair bulacağınız bir cevap olduğu gibi, Bergman'ın peşine düştüğü bilginin akıbetini de merak ediyorsunuz. Nedense yazarlar o konuyu da fazla sezdirmiş gibi geldi, finali şoke etmedi beni o konunun da. 

Nedense, çok daha beklenmedik bir cinayet nedeni, katil bekliyordum. Ama tavsiye edebileceğim, sürükleyici bir soğuk diyar polisiyesi. Diğer kitapları da okurum o yüzden.

14 Kasım 2022 Pazartesi

Katrine Engberg "The Tenant"

Kareler ve Sayfalar Soğuk Diyar Polisiyesi (özel) Turu yine daha önceden de aşina olduğu bir diyarda: Danimarka'da. Kimsenin gitmediği, gidip de görmediği, görüp de bilmediği Kopenhag'da hatta. Böyle yazayım dedim. Kütüğüm Kopenhag'daymış gibi başladığım satırlar, Şahan'ın eski skeçlerindeki gibi devam etti özür dilerim her kelimem için.

Katrine Engberg'in şimdiye kadar beş kitabı yayınlanmış "Korner and Werner" serisinin ilk kitabı olan The Tenant, yazarın okuduğum ilk kitabı. Okumadığım yazar ve serilerden ilerlemeye çalışıyorum daha önce de bahsettiği üzere. Beğendiğim roman olursa da serideki diğer kitapları okuyorum. The Tenant'ı da beğendiğim için serideki diğer kitapları okumaya karar verdim mesela. Ama bir sonraki soğuk diyar polisiyesi yine ilk kez okuduğum bir yazar olacak.

Bir de hemen belirteyim, yanlış hatırlamıyorsam serideki ilk iki kitap Türkçe'ye de çevrilmiş. Merak edip de Türkçe okumak isteyen olursa diye not olsun.

Üniversiteden emekli Esther, hayatında artık akademik zorunluluklar için değil, keyfi için yazmaya zaman bulmanın mutluluğuyla bir polisiye roman yazmaya başlıyor. Romanında kendi hayatından ilham alan Esther, karakterler ve mekan seçiminde kendi çevresini yansıtıyor. Kiracılarından biri olan bir kız da, romandaki kurban karakterini yaratmasında temel oluyor.

Roman, Esther'in üç daireden ve bir dükkandan oluşan apartmanındaki kiracılarından biri olan Julie Stender'ın vahşice öldürülmesiyle başlıyor. Cinayetin detayları, kurbanın üzerinde katilden kalan izler ise Esther'in romanındaki detaylarla örtüşüyor.

Serinin ana karakterleri Korner ve Werner ikilisi, Jeppe Korner ve Anette Werner. Dedektifler, gerçekle kurgunun birbirine nasıl girdiğini çözmeye çalışırken, romanda karşılaştığımız hemen her karakterin hayatına dair ortak bir tema da belirmeye başlıyor. Karakterlerin, dedektifler de dahil olmak üzere aslında hayatında bir şekilde karşılaşılan bu tema benim çok da ipucu vermemek adına çocuk sahibi olmak olarak tanımlayabileceğim bir şey. 

Yazılmakta olan, henüz 40-50 sayfalık bir romanın neden yazarın alt katındaki kiracısının cinayete kurban gitmesiyle sonuçlandığını anlamaya çalışan ekiple birlikte biz de oldukça hızlı olaylar zinciri içine giriyoruz. Hemen her karakterin bir yandan cinayetle ilgili bir yandan da alakasız görünebildiği sayfalar var; yazarın kurgusunun yalınlığıyla, okuru özellikle birkaç noktada gerçekten şaşırtmayı başarması benim çok hoşuma gitti. Mesela, katil yazar tarafından ifşa edilmeden katili bulduğumda, açıkta kalan birkaç şey yüzünden kafamda bir türlü cinayetin nedenini oturtamamıştım. Yazar bence hem okura katili bulma fırsatı verip hem de neden ve nasılı ustaca sona saklayabildiği için bana göre başarılı. 

Klişeler olmazsa olmaz; Jeppe karakteri de soğuk diyar polisiyelerinin olmazsa olmazı, belki de polisiyelerin aranan tipi diyebilirim, eşinden yeni boşanmış, iştahsız, depresif ve karanlık günlerin arından düze çıkmaya çalışan, o arada kafasını toparlamaya çalışan dedektif karakterimiz. Anette ise depresif ve kasvetli Jeppe'nin karşısındaki hareketli, iştahlı ve mutlu aile yaşantısına sahip bir karakter. 

Burada kendimi tutuyorum ve sosyologluk yapmadan, düalizm ve batı felsefesi eleştirilerimi kendime saklayarak kitabı tavsiye ediyor ve susuyorum. 

Zorbalık, para, güç, her anlamda istismar, psikolojik şiddet, sevgi, umutsuzluk, pişmanlık ve ebeveyn olabilmekle ilgili bir roman aslında. Duygusal anlamda istismara açıklığın acı sonuçları ya da geçmişin sonsuza dek insanın üstünde yaşaması üzerine, her şeyin birbirine bağlandığı yaşam içinde neleri ortaya çıkarabileceğine dair bir roman.

5 Kasım 2022 Cumartesi

Óskar Guðmundsson "The Commandments"

Kareler ve Sayfalar ile Soğuk Diyar Polisiyesi (özel) Turu yine İzlanda'da. Keşke size bu satırları gerçekten İzlanda'dan yazıyor olsam. Seneye yazarım söz....

Soğuk diyar polisiyesi (özel) turunu kimse umursamasa da inatla yazmaya devam ediyorum, bunun için de genelde daha önce okumadığım yazarları bulmaya çalışıyorum. Sadece kendim için okuyor olsam da belki merak eden birinin denk geleceği tutar, oturur okur, güzel bir kitapla tanışmasına vesile olurum amacıyla da yazıyorum. O yüzden yine ilk kez okuduğum bir yazarın romanıydı The Commandments. Bu arada 25 yıldır İngilizce okuyup yazmak disleksiyi yenmiyor, sizin için (seçime girercesine, sizler için) harflere tekrar tekrar bakarak "commandments" yazmam 1000 dakika sürüyor. Mümkün olduğunca "roman" diyerek devam etmeyece çalışacağım bundan sonra. 

1950, İzlanda doğumlu yazarın kaç kitabı var kontrol etmedim, ama İngilizce'ye çevrilmiş olarak bulabildiğim tek kitabı buydu. O yüzden şu seri, bu seri, diyerek ekleyebileceğim bir bilgiye sahip değilim. Ancak Goodreads'te yazarın sayfasına baktığımda üç kitap daha gördüm. İzlanda dilinde oldukları için yorum yapamıyorum özür dilerim. Ama seneye öğrenirim söz....

The Commandments (1000 dakikam gitti yine), Akureyri'deki kilisede görevli rahibin, kilisede korkunç biçimde ölü bulunmasıyla başlıyor. On Emir'e gönderme yapan katilin cinayeti işlemesine her ne kadar tanık olsak da, kiliseye taşınan ceset üzerinden sembolik biçimde verilen mesajlarla birlikte katile dair daha girişten itibaren bilgi sahibi oluyoruz. Cinayetlerin nedenine dair okurda bir fikir uyandıran bölümlerin ardından karşımızda oldukça rahatsız edici, kötü, iğrenç bir suçun yattığı geçmiş çıkıyor. Bu suçu işleyen herkesle hesaplaşmaya kalkışacağı daha kitabın ilk sayfalarından belli olan katili göremesek de, roman boyunca henüz kim olduğunu anlamadan karşılaştığımız tüm bölümlerde On Emir'e yapılan göndermeleri görüyoruz. 

Bu sırada, ilk cinayetin hemen öncesinde yıllar önce ailesiyle birlikte ayrıldığı İzlanda'ya geri dönen Salka Steinsdottir ile karşılaşıyoruz. Ailesiyle İngiltere'ye taşınan Salka, peşinden boşanmayı getiren acı olaylar yaşadıktan sonra, bu acıların yüküyle dönüp geldiği İzlanda'da da babasının hastalığıyla karşılaşıyor. Bir iyileşme ve karar verme gerilimini hissettiğimiz Salka, daha önceden de beraber görev yaptığı arkadaşlarından birinin ricası üzerine yeniden bölgedeki polisle çalışmaya başlıyor. Salka'nın soruşturmada rol almasını etkileyen en önemli olay ise, öldürülen rahiple ilgili eski bir dosyaya da İngiltere'ye taşınmadan önce bakmış olması.

Çok çabuk okunan bir roman; Salka'nın çöküntü yaşayan dedektif klişesini giymiş olması bile fazla sırıtmıyor. Ancak konu itibariyle sıklıkla işlenen bir konuyu seçmiş ve bence çok da farklı biçimde ele almayı seçmemiş bir roman. 

Öte yandan okura olayı çözebilmesi için bilerek mi bu denli ipucu koymuş bilmiyorum ama ipuçları çok aleni, göze sokulur gibi gelen bir iki nokta özellikle finali çok kestirilebilir kılmış. 

Beklenmedik unsurları da kullanmış yazar; bu nedenle bana göre romanda bir konu iki ayrı sonla aydınlanmış oldu. O nedenle kendi vardığım sonuca (bana göre) çok aleni ipuçlarıyla ulaşmış olsam da bana da sürpriz gelen bir sonu içeriyordu.

Bu yüzden tavsiye ederim, çok akıcı, sıkılmadan okunacak bir soğuk diyar polisiyesi.

31 Ekim 2022 Pazartesi

Zygmunt Miloszewski "Entanglement"

Polonyalı yazar Zygmunt Miloszeswki'nin ana karakteri savcı Teodor Szacki olan "Teodor Szacki" serisi üç kitaptan oluşuyor. İlk kitap Entanglement ile Kareler ve Sayfalar Soğuk Diyar Polisiyesi (özel) Turu, biraz daha az soğuk bir diyara gitmiş oluyor. Romanın geçtiği mevsim de maalesef kış değil, ama yine de soğuktur diyardır polisiyedir bunlara sahibiz. O yüzden neden olmasın... 

Entanglement, oldukça garip bir grup psikoterapi seansı sonrasında katılımcılardan birinin ölü bulunmasıyla başlıyor. Varşova'daki bir manastıra ait alanda, psikolog tarafından organize edilen seansın dört katılımcısından birinin gece yarısı öldürülmüş halde bulunmasıyla Szacki olaya dahil oluyor. Öldürülen kişi, öncesinde intihar girişiminde bulunsa bile anlıyoruz ki bu girişiminden vazgeçerek organizasyonu terk etmek üzereyken öldürülüyor. Gözler haliyle bu seansa çevriliyor. Bence iki bölüme ayrılmış gibi duran kitabın ilk bölümü de bu anormal seansa odaklanmış halde geçiyor. Neler olup bittiğini öğrenmeye çalışan Szacki eşliğinde, katılımcıların birbirlerinin ailelerini canlandırdığı, anormal bir seansı öğreniyoruz. Anormal gelen kısmı şu, yazar neredeyse Dean Koontz-vari bir sahne kurgulamış; kurgulanan sahneyi bizimle birlikte Szacki de öğrendiği için, o da aynı yorumu yapıyor. Dean Koontz'un psikoterapi ile yönlendirmeyle ilgili bir romanı vardı okuduysanız, aklıma o geldi benim. Ama bir yandan da yazar bunu ciddi ciddi yazmış mı, böyle bir seansı bir polisiyenin göbeğine oturtup mantıklı bir sonuç aramaya yönelmiş olamaz diye düşündüm. Çünkü roman fantastik bir kurguya sahip değildi. 

Benim romanın ilk bölümü diye düşündüğüm kısım, kendisine yapılan psikolojik açıklamaların açıklama kabiliyetini sorgulayan Szacki'yle doluyken ikinci bölüm, karakterin (ve belki de Polonya'nın) geçmişine dönük araştırmalara yönelen bir Szacki görüyoruz. Katil kim, cinayetin nedeni nedir, cevap hangi bölümde saklı, bunun peşinden koşuyoruz. Yazarın, Szacki'yi kurbanın geçmişine yöneltmek için kurguladığı detaylar çok hoşuma gitti bu arada keşke spoiler olmadan yazabilsem...

Szacki karakterine de değinmek istiyorum. 35'ine gelmiş, evli ve küçük bir kız çocuğu babası olan savcı Szacki, hayatının daha ne kadar hiçbir şey olmadan gideceği sorgulamasını yapmaya başladığı sıkıntılı bir dönemini yaşıyor. Hayatında bu yaşına kadar kaybettiği ya da kazandığı her şeyin, bir daha karşısına çıkmayacağını anlıyor. Karşımızda boğulmak üzere olan bir adam var; bir yandan cinayetin çözümüne giderken bir yandan da Szacki'nin bu hayatıyla ne yapacağına karar verip veremeyeceğini dair yazarın yarattığı merağın peşinden ilerliyoruz. Klişelere boğmadan, cinayetin önüne geçmeden, tadında işlenmiş bir karakter olduğu için tanışmış olduğumuz karakterle arada beraber iç çekiyoruz. 

Beğendiğim bir polisiye romandı, serideki diğer romanları da okurum, yazarın diğer romanlarını da okurum. Polisiyeden benim beklentilerimi karşıladı; sıkmadı, uzatmadı, gereksiz detaylarla kafa karıştırmadı, beklenmeyen bir sonu büyüleyici biçimde yaratmamış olsa da olaylar çözülmeye başlayana kadar dikkatimi dağıtmadı. 

30 Ekim 2022 Pazar

S.S. Van Dine "Garden Cinayeti"

Kareler ve Sayfalar Soğuk Diyar Polisiyesi (özel) Turu kapsamında değil de, polisiye turu kapsamında diyelim bu sefer. Böyle bir tur yok ama arada Kuzey Avrupa polisiyeleri dışından da polisiyeler tanıtmıştım blog'da, istisnalarla devam de ederim böyle. Mesela şu an okumakta olduğum bir Polonya polisiyesi var, onu da bugün yarın eklerim. Bu nedenle şimdiki konuk, Amerikalı polisiye yazarı Van Dine. 

Okuduğum ilk romanı Garden Cinayeti değil aslında, The Benson Muder Case'e başlamıştım, o arada ilgimi çeken başka bir polisiye soğuk diyar polisiyesi olunca yamyam gibi kitabı yarım bırakmıştım. O romandan bahsetmeyeceğim ama bence yazarın ana karakteri, dedektif Philo Vance ile tanışmak için ilk olarak o kitap okunabilir. Karaktere dair psikolojik bir tabloyu daha net çiziyor. Vance, biraz üst tabakadan bir karakter; çalışma tarzı, düşünme biçimi, kılık-kıyafeti, rutinlerine dair detaylar da sürekli bu imajı destekliyor. Yazarın, karakteri ve kurgularını edebi ve sanatsal referanslarla zenginleştirerek klasik polisiyeden farklılaşmaya yöneldiğini düşünmek de normal oluyor; özellikle eserin yazıldığı dönemi de göz önüne alırsak. Amerika'nın seçkinleri arasında geçen vakalarla karşılaşıyoruz. Bunları sadece okuduğum bir buçuk kitabına ve eserlerine kalanına dair tanıtım yazılarına dayanarak yazdığım için suçluysam evet suçluyum....

Philo Vance serisi 12 kitaptan oluşuyor; 1888-1939 yılları arasında yaşamış Amerikalı yazarın bu serideki ilk kitabı olan The Benson Muder Case de 1926 tarihli; son roman da 1939 tarihli The Winter Murder Case. Bu arada serideki tüm kitapların isimler şu şekilde; "X ... Murder Case".. Garden Cinayeti de "The Garden Murder Case" haliyle.

Yazardan ve seriden kısaca bahsetmek istedim. Garden Cinayeti'ne geçersek; intihar süsü verilmiş bir cinayetle karşılaşıyoruz. Cinayet, dedektif Vance'ın da olay yerinde olduğu bir sırada gerçekleşiyor. New York'ta, zengin bir aileye ait penthouse'da gerçekleşen cinayet öncesinde Vance'a uyarı niteliğinde bir mesaj geliyor; nerede, ne zaman bir "şey" olacağını anlatmaya çalışan bu gizemli not sonrasında Vance da kendisini at yarışlarını dinlerken buluyor. Neredeyse herkesin gözünün önünde işlenen cinayet sonrasında ise ağırlıklı olarak tek mekanda geçen romanda, katil kim ve cinayet neden işlendi sorularının peşinden çabucak gidiyoruz. 

Aman aman diyebileceğim bir polisiye değil, ancak genelde okuduğum ve sevdiğim türden zaten ayrıştığı, bambaşka bir biçimdeki polisiye olduğu için kötülemiyorum da. Ortada klasikleşmiş bir ismin sıkmadan okunacak bir romanı var. 

En sevdiğim polisiye türü soğuk diyar polisiyesi olsa da hatırlatmak isterim; Agatha Christie olmasa ben bir hiçtim... Polisiyede hala en sevdiğim yazar Christie'dir aslında, hayran olduğum, belki de hayatımı değiştiren karakter de Poirot karakteridir. Bu nedenle, ister istemez yakın dönemlerde yazılmış eserler olarak Christie romanlarıyla da karşılaştırma yaptım; Christie'nin eşsizliğinin sarsılmayacağını bilerek, sadece yorumlamamı kolaylaştırsın diye bir karşılaştırmaydı aslında. Amerikan ve İngiliz üslubundaki farklılık burada da var; Amerika'ya hitap eden Amerikanlılık hali, şu anda da yazılan/çizilen/çekilen polisiye/gerilim/suç kurgularını nasıl belirgin ise, bu romanda da belirgin. Bu beni çok çekmese de polisiye mi polisiye, merak ederek mi okudum evet, ama katili çok çabuk buldum. Ortada çok derinlikli bir kurgu olmasa da dediğim gibi, meselesi peşine takıp hemen okutup bitirmek, çözüme gitmek olan kurgu tarzıyla Amerikan polisiyelerinin temellerinden biriydi sanırım.

Ama ait olduğum bir yerde hissettim mi, hayır, karakterlerle yakınlaşabildim mi, hayır. Beni soğuk, karanlık, yalnızlık ve keder çekiyor, üzerine bir de incelikli yazılmış, "gri hücrelerle" çözebileceğimiz polisiye.

29 Ekim 2022 Cumartesi

Eva Björg Ægisdóttir "Night Shadows"

Kareler ve Sayfalar Soğuk Diyar Polisiyesi (özel) Turu, sanırım en sevdiği üçüncü İzlandalı polisiye yazarı Eva Björg Aegisdottir'in okuduğum üçüncü kitabı Night Shadows ile devam ediyor. 

Night Shadows, Forbidden Iceland serisinin üçüncü kitabı. İlk kitap hakkında galiba yazmadım blog'da, unuttum, ama ikinci kitap hakkında yazı şurada; buyurun "Girls Who Lie".

Romanın ana karakteri dedektif Elma. Uzun süre Akranes dışında yaşayıp, yaşadığı acı bir olay sonrasında yeniden kendi doğup büyüdüğü yere dönen dedektif Elma'nın hikayesi bir yandan üç kitap boyunca ilerlerken, diğer yandan da her kitapta ayrı bir cinayet karşımıza çıkıyor. Night Shadows, ilk iki romandan kesinlikle farklılaşmış bir roman öncelikle bunu söylemek isterim. İlk iki kitabı okuduktan sonra yazarın belli bir desen etrafında kurduğunu/yazdığını düşünmüştüm. İki romanın bana göre tematik olarak benzerlikleri çok fazlaydı; elbette demek istediğim kendini tekrar etmesi değil. 

İlk iki romanda, İzlanda'dan okuduğum polisiye romanlarındaki ortak sert, karanlık, depresif , hüzünlü ve kederli yapı kendisini gösteriyordu. Bu benim çok sevdiğim ve İzlanda polisiyelerini ayrı bir yere koymama neden olan özellikler grubu. İklimiyle benzeşmiş kurgular, hikayeler. 

Üçüncü romanın sonunda, yani Night Shadows'un sonunda yazar romanı yazdığı dönemde yaşadığı zorluklara değinerek romanı bitiremeyebileceği düşüncesine bile kapıldığını yazmış. Bence yazarlığında bir dönüşümle sonuçlanan faydalı sancılarla dolu bir süreç olmuş bu. Zira ilk iki romandan farklı Night Shadows, daha katmanlı, biraz daha polisiyeyi tatlandıracak detaylarla süslü ve okurken okurun kafasını iyi anlamda karıştırmayı biraz daha başaran bir roman. Sevdim.

Konusuna gelirsek; Akranes'te bir evde yangın çıkıyor; yangında bir genç hayatını kaybediyor. Ancak gencin yangın sırasındaki ölümü şüpheli zira kaçmaya çalıştığına dair bir bulguya denk gelinmiyor. İntihar mı, kundaklama mı, kaza mı? Yangının nasıl çıktığı çözüldükten sonra, gencin neden hedef olabileceğine dair sorular ortaya çıkıyor. Öte yandan, Hollanda'dan, annesini ve son olarak babasını kaybetmiş bir kız, çocuk bakıcılığı yapmak için Akranes'e geliyor. Ancak kız, yangının çıktığı gece gizemli biçimde ortadan kayboluyor.

Elma ve ekibin peşinden gideceği sorular da ortaya çıkmaya başlıyor. 

Katil kim ve cinayetlerin nedeni nedir sorularını okur olarak çözmeye çalışırken, yazar bize Elma'da ve ekipte olan tüm bilgileri sunduğu için, adım adım çözüme ulaşmakta ne ekip yalnız kalıyor ne de okur. Bu nedenle, katili ve nedeni bulmak için Agatha Christie'nin Poirot karakterinin (dünyanın en iyi polisiye yazarı ve dünyanın en iyi dedektifi) her zaman dediği gibi, insan psikolojisini tanımak yetiyor. Yetiyor derken, uluorta ilan edilmiş bir katil ya da ipuçlarının göze sokulma durumu yok, ama dikkatli okurken katili bulma zevkinden de yoksun kalınmıyor. 

Tavsiye edeceğim bir roman ve yazarla tanışmayan varsa tanışsın artık....

Jo Nesbo "Oğul"

Kareler ve Sayfalar Soğuk Diyar Polisiyesi (özel) Turu bugün hızlı çıktı. Birkaç gönderiyle daha devam edelim. Jo Nesbo'dan başlamışken ara vermeden "Oğul"a geçelim.

Bu kitaba yanılmıyorsam 2017'nin Nisan ayında başlamıştım, o zaman Türkçe'ye çevrilmemişti. Ama elimde yedek Nesbo kitabı kalmadığı için kendimi tutup okumayı bırakmıştım. Yedekte şu an Nesbo kitabın var mı derseniz, evet var. Bir adet ama. Yeni bir tane daha yazsın, onu okur, peşine bir diğerine yedeğe alırım. Gerçekten sevdiğim yazarların kitapları bitmesin istiyorum ne yapabilirim.

Oğul'a dönelim. Roman, hiçbir seriye ait değil. Kendi-başına olan Nesbo romanlarından biri. Sonny Lofthus'la tanışarak başlıyoruz romana. Sonny kimdir? Başkalarının suçlarını üstlenmesi karşılığında kendisine temin edilen *madde*ye erişebilmek adına yıllardır hapishanede olan bir suçlu ya da sadece ağır bir bağımlı. Babasının ölümü ardından rayından çıkan hayatı hapishanede, bir bağımlı olarak yaşamasıyla sonuçlanan Sonny, günün birinde babasının ölümüne dair gerçek sandığı şeylerin yalan olduğunu öğrendikten sonra intikam almaya ve olayları çözmeye karar veriyor. Oğul'un hikayesi de böyle başlıyor. Bir yandan Sonny'nin kırılgan suratının altında yatan güçlü insanla tanışıyoruz, bir yandan da onun peşinde olan iyiler ve kötülerle. 

Sonny'ye yardım etmeye çalışanlarla Sonny'yi yok etmeye çalışanlar arasındaki kovalamacaya, 18 yaşında girdiği hapishaneden neredeyse 15 yıl sonra çıkan bir adamın tanımadığı bir dünyada önünü görüp hedefine ulaşırken karşılaştığı sıradan ama nedense bana dokunaklı gelen olaylarla ilerliyor roman. 

Ana karakter Sonny ancak anlatıcımız o değil, aslında ana karakterler demek daha doğru olur zira Simon Kefas karakteri de üzerine soğuk diyar polisiyelerinin klişelerinin kullanılmasına rağmen üzerinde hiç sırıtmadığı bir polis. 

Çürümüş bir sistemin açıklarına, ayakta kalmaya çalışan bir sistemin can çekişmesine tanık oluyoruz. Gerçekten kovalamaca tadında ilerleyen bir polisiye, Nesbo'nun genelde de kurguları böyle yüksek tempolu olur, tam o hesap, sabah kitabı elinize alıp dünyadan el ayak çekseniz akşama kadar o koltuktan kalkmadan bitirebilirsiniz. Gereksiz hikayelerin sıkıcılığına, hızlı kurguların yer yer düştüğü yüzeyselliğe hiç temas etmemiş, usta bir yazarın yazdığı polisiye olduğu belli, klişeleri kullandığında okuru itmeyen bir roman. Sonu bilinmezlikleriyle şoke edecek bir hikaye olmasa da, dediğim gibi, iyi polisiye arıyorsanız tavsiye edebileceğim bir soğuk diyar polisiyesi.

Jo Nesbo "Krallık"

Kareler ve Sayfalar ile Soğuk Diyar Polisiyesi (özel) Turu asla bitmeyecek bir ateş, asla erimeyecek bir fiyorttur bunu sakın unutmayın. Beş ay olmuş yazmayalı ama o arada okumayı bırakmadım elbette sadece yazacak zaman yok. Uzatmayalım, devam.

Jo Nesbo'nun Harry Hole serisi nihayetinde sonlandığından, seri dışından, tek-başına olan kitaplarından biri Krallık. Bu arada, Harry Hole serisi devam ederken de yazdığı kitaplar var, bunları kendi başına bir Jo Nesbo yazısında detaylı anlatır sonra da buraya eklerim. Buraya link gelecek mesela.

Krallık da bu kitaplardan biri. Anlatıcımız Roy Opgard, kendi başına yaşadığı çiftliğindeki hayatı hemen kitabın başında birden değişiyor. Değişimin nedeni, uzun yıllardır evden uzak olan kardeşi Carl'ın yanında eşi Shannon'la Amerika'dan dönmesi. Ailelerinden kendilerine kalan, Roy'un yaşamaya devam ettiği çiftliğe ve arsalarına dair planlarla dönen Carl'ın, bir yandan kasabalıyı aklındaki otel projesine yatırım yapmaya ikna etmesi süreci, öte yandan Carl'ın gelişiyle hortlayan geçmiş ve tetiklenen sarsıntılar. 

Uzun süren yalnızlıkların istila-vari hissettirmeden kalabalıklarla yüzleşmesi her zaman kriz yaratır bence, Roy'un durumunda da aynı şey yaşanıyor. Gündelik yaşamındaki rutinin değişmesinin yanında, haberdar olmadığımız geçmişlerine geri dönüşlerle iki kardeşin hikayesini de okumaya başlıyoruz. Bu geri dönüşler, bir yandan okura aileyi tanıtırken öte yanda alev almış tutuşmaya başlayan, hikayenin geçtiği zamanın gerilimini artırmaya devam ediyor. Geçmiş olmadan geleceği kurmak mümkün olmadığından, iki kardeşin, belki Roy'un sırtlanmak zorunda kaldığı yüklerle tanışmaya başlıyoruz.

Bu tanışma suç ve dram yüklü. Anne ve babalarını kaybettikten sonra bir başlarına yaşamaya başlayan iki kardeşin, Carl Amerika'ya gitmek üzere ayrılmasına dek geçen süreyle yüzleşiyoruz. Bir soğuk diyarın, ücra bir kasabasında Nesbo'nun yarattığı kurgunun Harry Hole serisinden tamamen ayrışmış, farklı bir tatta polisiyeye dönüşmesi de böyle mümkün olmuş aslında. Okuduğumuz roman, çok sürükleyici bir polisiye olmasının yanında, yazarı uzun zamandır takip edenler için de Nesbo'nun güvenli sınırları dışında yazabildiğini gösteren, tekrar yazarı sevdiren bir roman. Şöyle anlatayım; Stephen King'in ilk dönemlerindeki kurgunun tadı, hikayelerinin gerilimi, Nesbo'nun soğuk diyar polisiyesinin yalınlığı ve keskinliğiyle birleşmiş halde. Üzerine de okuru şoke etmeyecek bile olsa sık sık şaşırtmayı başarabilen bir kurguya sahip. 

28 Mayıs 2022 Cumartesi

Uğur Kılınç "Çürük Ayvalar"

Kareler ve Sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turu bitti sanmayın, polisiye olmayan bir eser hakkında yazdığım için sakın paniğe kapılmayın. İzlanda polisiyesi okuyorum bir adet şu an, daha önce hiç okumadığım bir yazar. İşte böyle terk etmem kimsenin takip etmemesine karşılık yıllardır azimle sürdürdüğüm turumu...

Uzun zamandır nadiren öykü okuduğumu fark etmiştim, bir de yeni yerli yazarları neredeyse hiç takip etmediğimi. Belki de bunun cezasıdır benim de hiç takip edilmemiş kıyıda köşede kalmış, öldüğünde bile hatırlanma ihtimali olmayan bir yazara dönüşmem. Bilemem. Ama güzel bir karar alıp yerli, yeni birkaç yazarın kitabını aldım. Uğur Kılınç'ın "Çürük Ayvalar" adlı öykü kitabı bunlardan biri. 

Bugün çalışmaya ara verdikçe okumak için seçmiştim, öğleden önce başladığım kitap öğlen saatlerinde bitti. Hiç bozmadan okumak daha iyi oldu galiba. Bir albümü baştan sona dinlemek gibi çünkü. Artık siz okuduğunuzda metin ne hissettirir bilemem ama benim için ortada duran bir hüznün çevresindeydi hepsi. Belki bir başka okur için bu öyküler öncelikle "karanlık" olacaktır; ama bana göre karanlığın  kendisi hüzünlü bir şey. Korku da öyle.

İnsanın sırtına yüklediği gündelik yaşamın içinde kalmış intikam, kin, nefret, korku, hüzün gibi duyguları yalın bir dille, yalın hikayeler içinde vurucu biçimde anlatmış bence yazar. Birden bir patlama noktası ya da sürpriz bir olayla tetiklenmeye ihtiyaç duymayacak kadar yer etmiş duyguların ağırlığını okuyoruz. Geçmişten beri bir karaktere yapışmış nefret ya da pişmanlık duygusu, hayatın tamamen olağan akışı içinde birden hikayeye dönüşecek yoğunluğu yaratıyor. Bazı intiharların beklenmedikliğiyle hiç karşılaştınız mı bilmiyorum ama, yemek yer, televizyon izler, açık oturum izlerken çekirdek çitler ve iyi geceler dileyip dişini fırçaladıktan sonra kendini öldürür birisi diyelim. O gün hiçbir şey olmamıştır, olan her şeyse olup biteli yıllar olmuştur, taşıya taşıya o son güne kadar sırtlanılmıştır. İşte bu öykülerdeki tokat etkisi de verdiğim örnekteki hüzünle vuruyor okura.

Herhangi bir metin okurken zorlama bir cümle beni gerer, metnin türünden bağımsız söylüyorum. Blog'da da yeri geldikçe değiniyor, karakterlerin üzerine yüklenmiş işlevsiz özellikler ve zoraki olaylar, katman katman bir kurgu oluşturayım derken kanlı canlı durmayacak bir "şey" çıkarıyor. İşte bu öykülerde o yok. Öykülerin yalınlığı bizzat yoğunluğu yaratmaya yetiyor. 

24 Mayıs 2022 Salı

Ragnar Jonasson "The Island"

Hazır fırsat varken kareler ve sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turunda Ragnar Jonasson'un şimdiye kadar yayınlanmış tüm romanları hakkında yazmayı bitireyim istedim. The Island haricinde yazmadığım bir roman daha var, The Mist. Hidden Iceland serisinin ikinci ve üçüncü kitapları. İlk kitap Dimma, yani The Darkness hakkında yazdığım yazı da blog da var; birkaç yıl önceden kalan bir yazı. Okumak isteyen arayıp bulur... Dimma'nın finalinde ağlamıştım, çok etkilenmiştim. Ragnar Jonasson'un Ari Thor serilerinden tamamen farklı bir eserdi çünkü; meğer sonrasında gelecek romanlarda yazarın bir rutini olmayacakmış henüz bilmiyormuşum o zaman. Güzel bir şey bu bence. Garantiye alıp aynı biçimde yazmaya devam etmiyor.

Hidden Iceland serisindeki ana karakter Hulda. The Darkness, serinin birinci kitabı olmasına karşılık Hulda'nın hayatının ilerleyen dönemlerini anlattığı için The Island ile aslında birinci romandan sonra geçmişe yolculuk etmiş oluyoruz. Hem sıralama olarak hem de romanlardaki olayların akışı bağlamında sürekli geriye dönüşlerle ilerleyen bir kurgu var seride. Hulda da karşımıza yaşadığı acı olaylar ardından toparlanma sürecinde olarak çıkıyor. Bu süreçte babasının da peşinde. Babasız büyüyen ve babasına dair yalnızca savaş döneminde İzlanda'daki askeri birliklerden birinde görev yapan bir asker olduğu bilgisine sahip olan Hulda, babasının izini bulmaya karar veriyor. Elbette bu sadece Hulda'nın hikayesi. The Island kısmı yani adada olan biten ise bir cinayetle ilgili.

Dört arkadaşın kendilerinden başka hiçbir insanın olmadığı, istedikleri zaman anında ayrılma imkanları olmayan bir adaya gitmesiyle başlıyor hikaye. Karakterlerin zamanla tanımaya başlıyoruz, bu süreçte romanda öne çıkan aslında karşımızdaki karakterler. Romanın açılışı ise on yıl öncesinden başlıyor, biz bu on yıl önceki olayla günümüzde gerçekleşen ada tatili arasındaki bağı ilerledikçe öğreniyoruz. On yıl önceden bir cinayetin dört arkadaşla kesişen yolunu öğreniyoruz. Romanın temposu hızlı değil, hız kesmeden yaşanan olaylar olmamasına karşılık çok kolay okunuyor ve bölümler akarcasına geçiyor. 

Dört arkadaş; Dagur, Benni, Klara, Alexandra. Lise döneminde yakın arkadaş olan bu dörtlünün yıllar içinde gevşeyen bağlarına karşılık adada buluşmaları, romandaki gizemli unsurlardan biri. Artık dağılmış olan arkadaş gruplarının kuş uçmaz kervan geçmez yerlerde çıktığı hafta sonu tatillerinden asla hayır gelmez. Neden çıkıldığı belli olmayan, zamanla öğrendiğimiz bu tatilin sebebi zaten o gizemli gerilim unsurlarından biri. Arkadaşlar arasındaki gerilimi yazar çok sade ve samimi biçimde vermiş, üzerine gerçek-dışı ekler konularak bir roman için çok katmanlı hale getirilmeye çalışılan, bu yüzden de itekleme görünen hikayeler karakterler üzerine binmiyor. Ragnar Jonasson'un yalın ve aynı zamanda canlı anlatımı bu romanda da olduğu gibi duruyor. Gittikçe kurgu olduğu hissini yaratan bir olay ya da özellik yok romanda, buna karşılık gittikçe çözülen düğümleri romanın sonuna dek saklayarak okuru merakta bırakmayı da başarıyor. Benim polisiyeden beklentim için bunlar önemli detaylar, ancak Ari Thor serisindeki kurgulara da benzemiyor. Mesela bu romanı sonuna yaklaştıkça okur çözebiliyor, ama yine de itmiyor sizi. 

Hulda'nın serisinde yani Hidden Iceland serisinde geçmişle yüklenmiş hikayelerin ağırlığı var; Arnaldur Indridason'daki o havayı bu seriyi okurken çok hissediyorum. The Island da öyle; geçmişin yükü bir yandan Hulda'nın süregelen hikayesinde öte yandan Hulda'nın çözmek için gittiği adadaki hikayede var. Kapanmamış defterlerle hesaplaşma, soruların peşinden cevaplar aramak için ancak uzun yıllar beklemek zorunda kalma var bu romanlarda. The Island da öyle. On yıl önce gerçekleşen bir cinayetin bugünle olan bağını keşfetmek, durgun duran bir suyun altındaki akıntıya ulaşabilmek The Island'daki mesele. 

Ragnar Jonasson Agatha Christie hayranı; karakterlerin psikolojik durumunu sunuşu, kurguda geçmişin yeniden gündeme gelmesiyle sonlanan yaşamların ağırlığı bana Christie romanlarındaki bazı temaları hatırlatıyor. Kin, intikam, nefret gibi dinmek bilmeyen duyguların yıllarca sıcağını koruyarak kalması, katlanarak karakterlerin etine kemiğine sinmesi Christie romanlarında öne çıkar mesela. Jonasson'un karakterlerinde de bu özellikleri görüyorum; bir de dediğim gibi psikolojileri. Jonasson ince ince psikolojik profil çıkarıyor. Bu kadar sade biçimde bunu yapması da yine hayran bırakıyor.

14 Mayıs 2022 Cumartesi

Ragnar Jonasson "The Girl Who Died"

Sanırım Kareler ve Sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turu olarak ilklere imza atmaya devam ediyorum ve yine Türkiye'de ilk kez bir eseri yorumluyorum. Ve bunu kimse umursamıyor. Yıllardır. Ben hariç.

The Girl Who Died, Ragnar Jonasson'un bir önceki blog yazısında değindiğim gibi Dark Iceland ve Hidden Iceland serilerinden oldukça farklı olan bağımsız bir roman. neredeyse bir avuç insanın yaşadığı, İzlanda'nın kuş uçmaz kervan geçmez bir köyüne kalkıp Reykjavik'ten giden Una'nın kendisini içinde bulduğu beklenmedik durumun etrafında geçiyor. On kişi de olsa insanın olduğu yerde eksik olmayan insana özgü hallerin yoğunlaştırılmış, birleştirilmiş biçimde bir hikayede geçmesini okuyoruz. 

Skalar adındaki köyde iki çocuk için yalnızca kış boyunca öğretmen arayan bir ilanı görüp, pek de hoşnut olmadığı hayatında ani bir karar alarak işe başvuran Una, ilana başvuran ilk ve son insan olarak işe kabul ediliyor. Köyde okul olmadığı ve iki küçük kız çocuğunun eğitimi Una'ya devrediliyor; dersler bir onun evinde bir diğerinin evinde işleniyor ve kalan tüm zaman, neredeyse hiçliğin ortasında Una'ya ait. Jonasson'un romanlarındaki klostrofobik durum bu romanda da var; doğanın ortasında üzerinizde bir çatı, etrafınızda bir duvar dahi yokken sıkışmışlık hissini The Girl Who Died'da da yaşıyorsunuz. Sessizliğin, sadece doğanın içinde olmanın aslında doğanın azameti karşısında ne kadar çaresiz kalındığına  dönüştüğü İzlanda'da geçen bazı romanlarda çok yoğun hissediliyor. Onlardan birisi de bu. 

Romanın adının geldiği yer de romandaki "hayalet"le ilgili. Öcüler, hortlaklar ve hayaletler içinde geçen bir roman değil. Skalar'ın geçmişindeki bir bilinmezi Una'nın keşfetmeye çalışmasıyla açılan yeni bir dönemle ilgili. Bir avuç insan ne saklıyor, kendisinden özellikle gizlenen ve saklanmak istenen durum ne? Una tüm bunların peşine nedense birden takılıyor. Kendi hayatından uzaklaşınca yeni bir yaşamı oldukça imkansız bir yerde kurmaya çalışan Una birden açılıyor sanki. Karakter hayatının tüm olamamışlık ve tutunamamışlıklarıyla ıssızlığın ortasındaki bir köyde hareket arıyor, umut arıyor. Una'nın zaten pek hoş karşılanmadığını zamanla fark ettiği köyde, işine başladıktan kısa bir süre sonra acı bir olay yaşanıyor. Bu olayın peşinden Una durmuyor... Köyün geçmişinde ne var, didiklemeye başlıyor. Biz de okuyoruz, görevimiz bu.

Bu romana ne kadar polisiye denilir bilmiyorum ama polisiye değildir de diyemiyorum. Hiçbir şekilde işinize yaramayacak bu cümleye karşı tavsiye ederim. 

6 Mayıs 2022 Cuma

Ragnar Jonasson "Outside"

Kareler ve Sayfalar Soğuk Diyar Polisiyesi Özel Turu öldü sandınız ama ölmedi, sadece tez yazıyor. Ve hazır fırsat bulmuşken henüz 28 Nisan'da yayınlanan Ragnar Jonasson'un son, taptaze kitabı "Outside" hakkında bir yazı yazmaya karar verdi. Yani ben verdim. Karar da benim. Okuyan da benim. Saksı kesinlikle değilim.

Ragnar Jonasson'un "The Girl Who Died" adlı romanından sonra okuduğum en farklı romanı Outside oldu öncelikle onu belirtmek isterim. The Girl Who Died için de bir yazı gelecek. Bu iki kitap Dark Iceland ve Hidden Iceland serilerinden tamamen farklı havalarda, özellikle Outside kesinlikle yazar için sıradışı olmuş. Outside üzerinden anlatmaya devam edeyim.

Öncelikle polisiyelerde polis, dedektif, cinayet, kayıp, kaçırma vb olur önyargısıyla hareket etmiyor olsam da alışagelmiş olmamdan sanırım Outside'da da bu beklentiye girdim. Siz girmeyin okuyacaksanız. Çünkü yok. Ancak bunların olmaması, dolaylı olarak her polisiyede karşımıza çıkan bazı unsurların olmadığı anlamına da gelmiyor. Özellikle kitabın yarısına kadar okurken geriliyorsunuz, en azından benim için durum buydu. Konuya da değinelim; konu, liseden beri arkadaş olan dört kişinin çıktığı bir gezi. Biraz avlanalım, biraz birbirimizle zaman geçirelim, doğada zaman geçirelim, yeniden bir araya gelelim planıyla hareket edilen bir gezi. Ancak İzlanda'da geçen romanda bir hafta sonu planı olan bu gezi nedense hava şartlarının sert ve aslında tepelere tırmanmaya, ortalıkta dolanmaya pek de uygun olmayan bir mevsimde ayarlanıyor. Üç kız ve bir erkekten oluşan arkadaş grubu, içlerinden birinin ısrarlarına da uyarak yola koyuluyor. Arkadaşlar arasındaki gerilim daha ilk sayfalardan neden bu insanlar beraber böylesine ıssız ve riskli bir yolculuğa çıkıyor sorusunu okurda uyandırarak gerilimin ilk fitilini ateşliyor. Her bir bölümü bir karakterin merkezde olduğu biçimde anlatmış yazar, bölümlerin uzunluğu oldukça kısa olduğu için aslında temposu yüksek bir gerilim kurgusunu okurken bu kısa bölümler de gerilimin hızını artırıyor. Umarım anlatabilmişimdir. Birbiri ardına bir o karaktere bir diğerine geçerek okunuyor. 

Arkadaşların yola koyulmasıyla, konaklamak üzere daha doğrusu konaklama alanlarından çıktıktan sonra dinlenmek üzere girmeye karar verdikleri bir kulübede ise bence gerilimin doruk noktasına ulaşılıyor. Roman aslında bu kulübede geçiyor diyebilirim; tek mekanda geçen pskiolojik gerilim kurguları tadında bir roman okuyoruz. Bilinmezlikler içinde bilinmezlikler, karakterlerin tamamının hayatında geçmişten izleri şimdiye geçmiş olaylar, bu olayların romanın patlama noktasına doğru açılmaya ve anlaşılmaya başlaması. Tüm bunları çok hızlı yaşıyoruz ve romanın daha ortasına gelmeden gerçekten geriliyorsunuz. 

Dört kişi, kapısını açtıklarında şoke oldukları bir kulübe ve soğuktan donarak ölmemek için beraber olmaya devam etmeleri ve kendilerini bekleyen o sürprizle o kulübede bulunabilmeleri gerekiyor.

Doruk noktasından sonra bence romanda bir çözülme oluyor ve bu romanın kalanını okur için oldukça tahmin edilebilir kılıyor. Kendi adıma, detaylarını merak etmek haricinde benim için romanının sonunu beklememi gerektirecek bir merak unsuru kalmamıştı bir noktadan sonra. O yüzden Ragnar Jonasson'un bu açıdan da en farklı kitabı, ben daha sofistike bir kurgu ve olay bekliyordum sanırım. 

Kesinlikle bir günde bile bitirebilirsiniz o kadar rahat okunuyor, ancak bu düğümleri okurun çözmesine fazla fırsat vermiş yazar. Bilmiyorum gerçekten fazla fazla tahmin edilebilir bir son oluyor. 

Benim yorumlarım önyargı oluşturmasın ancak yorum yapmak için blog yazdığım düşünülürse bence normal bir durumdayız. Bir sonraki kitap 2023'teymiş, merakla bekliyorum. Ragnar Jonasson'un klasik polisiyelerinden kat be kat farklı bir eser Outside. Bakalım bundan sonra neler yazacak, ne yazsa okurum çünkü yaşayan en iyi soğuk diyar polisiyesi yazarı...

29 Eylül 2021 Çarşamba

Efterforskningen

Kareler ve Sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turu devam ediyor ancak bu sefer bir dizi paylaşmak istedim. 

Efterforskningen (The Investigation) adlı Danimarka yapımı dizi, kaybolan İsveçli bir gazetecinin, Kim Wall'ın cinayet soruşturmasını kapsıyor. Ben izlerken farkında değildim ancak dizi gerçek bir olayı, gerçekten Kim Wall cinayetini anlatıyor. Dizinin posterinde tepede yazdığı halde bu bilgiyi görmeden izlemeye başlamışım. 6 bölümden oluşan kısa bir dizi, 50 dakika gibi her bölümün süresi. Yemek yerken bi şey izlemek zorunda olduğum için soğuk diyar polisiyelerini mecburen keşfetmiş oluyorum ancak uzun dizilerden de nefret ettiğim için, böyle dizileri seçiyorum.

Kısaca bahsedeyim ve spoiler vermeyim. Ancak dizi, bildiğiniz tüm polisiye dizilerde, filmlerde hatta romanlarda yani kısaca tüm kurgularda görmeye alıştığımız, görmediğimizin olmadığı iki unsuru asla göstermiyor. Katil ve maktul. İlk bölümde görmediğimi çok geç fark ettiğim halde bir süre sonra yokluğunu hissetmesem de arada ifadeleri gündeme geldiğinde göreceğiz sanırım dediğim katili asla görmüyoruz. Adını duymuyoruz. Maktulün de öyle, bir fotoğrafları dahi gösterilmiyor. Ancak Kim Wall'ı ismen duyuyoruz. 

Cinayet de oldukça garip bir yerde, gerçekten dikkat çekici biçimde işleniyor. Bir denizaltında. 

Gerçek bir hikayeden uyarlandığını da dikkate aldığımızda bazı şeylerin ekranda asla gösterilmeme sebebini de anlıyoruz. 

Öldürülen Kim Wall, genç bir gazeteci. Dikkat çeken bir eğitim hayatı olmuş, dünyada gitmediği yer kalmamış, Çin'e taşınmak üzereyken öldürülüyor ve öldürüldüğü yer de onu katleden de oldukça ilginç. Diziyi izledikten sonra merak edip bakacağınızı düşündüğüm için yazmıyorum; izlemeyecek olanlar için de bu bilginin bir manası yok. Ancak kesinlikle bilinmezlerle örülü bir hikaye. Mesleği nedeniyle iki ismin de tesadüfen bir araya gelmesi ve dizideki açıklamalardan ibaret bir cinayet nedeni olacağına insan inanamıyor. Sanırım, finalde birkaç cevap bulunabilmesi adına işaret edilen bir noktanın varlığı da bu soru işaretini izleyenlerde uyandırmak. 

Oldukça acı bir hikaye, korkunç ve vahşice işlenmiş bir cinayet ve tam anlamıyla gerçeği yüzeye çıkarmaya çalışmanın hikayesi.

Son olarak oyuncular çok tanıdık; muhteşem oyunculukla durağan gider gibi görünebilecek ya da sık sık çıkmazlara girerek izleyeni ekrandan koparabilecek bir hikayede izlediğim 40-50 dakika cidden akıp geçti. Bron, Forbrydelsen gibi İsveç ve Danimarka polisiyelerini izleyenler hatırlayacaktır oyuncuları. Sade, normal, estetiğe boğulmamış oyuncularla, kıyafetleri ya da beden ölçüleri konuşulmayan yapımları çok seviyorum; ekranda normal insanlar, bir cinayeti aydınlatmaya çalışıyor. 

24 Temmuz 2021 Cumartesi

Eva Björg Ægisdóttir "Girls Who Lie"

Kareler ve Sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turu, İzlanda'dan yeni bir yazar ve seriyle sizleri yani blog'u okuyan kimse olmadığı için kendi kendisini selamlıyor. Selam. 

Eva Björg Ægisdóttir'in şu ana kadar iki kitaptan oluşan Forbidden Iceland serisinde The Creak on Stairs ve Girls Who Lie adlı iki kitap var. İlk yayınlandıkları tarihi kontrol etmedim ama yakın zamanda, mesela 2015'ten sonrasında kendi dillerinde ilk kez okuyucularla buluşmuşlardır tahminen. Öyle düşünüyorum; öyle düşünüyorum diye öyle olacak değil, kesin ve net bilgi isteyenler için kullandıkları arama motorlarına yönelmeleri iyi bir çözüm olacaktır.

Akıl vermem ve seriden kısaca bahsetmem bitti. Şimdi neden ilk önce birinci kitap olan The Creak on Stairs yerine Girls Who Lie adlı ikinci kitabı okuyarak seriye giriş yaptım, buna bir açıklama getireyim. Bende o vardı. Ancak diğeri de sanırım varmış ve ben gözden kaçırdım; çünkü yazarı uzun zamandır merak ediyordum ve ilk kitabı çok kez aradığımı hatırlıyorum ama olan oldu. Şimdi ikinci kitabın ardından ilk kitabı da okuyacağım için sorun yok. 

Romanın ve serinin baş kahramanı Elma adlı kadın polis/dedektif. Diğer dedektif de Saevar adlı bir bey. Ancak ekip elbette ikisinden oluşmuyor; küçük bir ekip olsa da hiçbir karakter gereksiz klişelere boğulmadan, kenara köşeye de atılmadan, gerçekten kurgu içinde bir işe yaramak dışında hikayeye dahil olmuyor. Ne kalabalık var ne boşluk. Öyle güzel bir kurgu, tam bir soğuk diyar polisiyesinin, özellikle İzlanda'daki polisiyelerin övülesi bir örneği. İzlanda polisiyelerinde mesela İsveç polisiyelerinde olmayan bir şey var; bunu adanın ve yalıtılmışlığın, doğanın insan karşısında hala egemen yanının İzlanda'da daha çok hissedilmesine bağlıyorum. Elbette bunlar benim çıkarımlarım. Doğanın ihtişamlı, ürkütücü ve güçlü kaldığı, insanların yaşamlarına doğayla cebelleşmenin verdiği "azıtmama" halinin yaşam tarzında genel bir unsur olarak bulunduğu, yalnızlık ve soğuğun yazarlara ve kelimelerine kesinlikle sindiği bir tarz oluşturuyor İzlanda polisiyeleri - bence. İsveç örneğinden devam ederek kapayım; İzlanda karşısında İsveç polisiyeleri her ne kadar Amerikan işi polisiyelere kıyasla ya da bizim yaşamımıza kıyasla daha durağan ve mesafeli görünse de, kesinlikle karanlık, kötücül, kaotik bir yana sahip. İşte İzlandalı yazarların polisiye romanlarına dair kafamda oluşan bu imaja, Girls Who Die da dahil oldu.

Blog'a bir önce eklediğim ve neredeyse polisiye türü için bir zaman kaybı olan (bir önceki blog yazısını merak edenler, buyursun okusun) romandan sonra Girls Who Lie'ı ne kadar beğendiğimi anlatamam. Küçük bir şehirde, Akranes'te geçiyor olaylar. Bir önceki romanda Akranes'e döndüğü ilk dönem var sanırım Elma'nın. Başından geçen üzücü bir olay sonrasında doğup büyüdüğü yere geliyor Elma. Burada sakin, sessiz bir şekilde genelde ufak tefek hırsızlık ve trafik kazaları olacağını umuyor ancak öyle olmadığı belli - on beş yaşında, babasına dair bir bilgi olmayan Hekla adlı bir kızı olan, biraz sorunlu bir hayatı olan Marianna adlı kadın kaybolduktan yedi ay sonra cesedi, uzakta bir bölgede, bu volkanik bir arazide, terk edilmiş halde, bir mağarada tesadüfen bulunuyor. Kaybolduğu gün kızına özür dilediğini belirten bir not yazdığı ve hem kızıyla hem de kendisiyle sorunlu bir hayatı olduğu için intihar ettiği sanılıyor, kayıp vakası olarak düşünülüyor ve araştırma buna göre yapılıyor. E, işin cinayet olduğu ortaya çıkınca her şey baştan, yeniden başlıyor ve artık bir katil aranıyor. 

Bu arada, on beş yıl öncesinden başlayan bir hikaye de geri-dönüşler olarak ayrı bölümler olarak karşımıza çıkıyor. Yalnız bir anne, artık hayatta olmayan bir adamdan olan, istemeyerek doğurduğu çocuğu ile genç yaşında bir hayat kurmaya çalışıyor. Ne annenin, ne de çocuğun adını biliyoruz. Yaşıtlarından farklı olan bir çocuk ve annesinin onunla olan zorlu ilişkisini okuyoruz.

Öte yandan, soruşturma devam ediyor. 

Devamı romanda. 

Dediğim gibi, blog'da bir önceki yazıda o bahsettiğim roman ne kadar kötü bir polisiye örneği ve soruşturma nedir, nasıl yapılır bilmiyorsa, Girls Who Lie da uzman bir dedektifin yazdığı bir kurgu elbette değil ancak o kadar "bilinçli" yazılmış ki, yazarın bilmediği işe hiç girişmeden, elindeki bilgiyle polisiye kurgulamaktaki ustalığı olmuş. CSI tarzı kurgulardan hoşlanmam, zaten o yüzden soğuk diyar polisiyesinin peşindeyim ve bağımlısıyım. Yazar kesinlikle gereksiz hiçbir hikaye, detay yaratmamış. Dertli karakterlerin hiçbirinin hikayeye yedirilmeyecek ve bağlanmamış olan hiçbir derdini, efkarını öğrenmiyoruz. Karakterler üzerinde laf salatası olsun diye giydirilmiş fazladan hiçbir hikaye yok, klişeler elbette var ancak bunları şöyle okuyoruz; gündelik hayat zaten böyle. 

Umarım bu yazar ve bu seri dikkat çeker ve Türkçe'ye de çevrilir. İlk kitabı okumaya da bugün başlayacak biri olarak bu da hiçbir okuru olmayan, soğuk diyar polisiyesine adanmış bu blog'un ülkemiz yayınevlerine çağrısıdır. Ne kadar ciddi yazdım.

19 Temmuz 2021 Pazartesi

Camilla Läckberg "Deniz Kızı"

Kareler ve Sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turu, bu turun değerli yaratıcısı ve tek takipçisinin yani benim işim gücüm yüzünden ve yarım küremizin içine düştüğü yaz mevsimi denen rezalet yüzünden durakladı bir süredir. Yeni romanlar okumaya, yeni yazarlar bulmaya devam ettim ama bir kitabı okumak onun hakkında yazmaktan daha kolay çünkü yazmak için sıcakla boğuşarak klavye başına geçmem lazım. Onu yapacak gücüm yok Altan...O kadar sıcağa karşı dirençli olsam teze üç satır daha eklerdim ama neredeyse bir aydır cebelleştiğim sıcak denen rezil hava durumu elimi kolumu bağladı.

Hemen kitaba geçiyorum; Camilla Lackberg'in Patrick Hedström serisindeki altıncı kitap. Galiba dört kitabını ya da beş kitabını okudum bu serinin, emin değilim. Blog'a eklemediğim kitaplar da var çünkü; onları da kısa zamanda ekleyim. 

Lackberg hem çok popüler hem de çok kazanan bir yazar sanırım, ekonomi mezunu olması ve alanda çalışması da iyi yatırımlar yapmasını sağladı galiba, geçen gün ne kadar kazandığını biraz s*da s*ayan havasıyla paylaştı hesabından. Neyse; Lackberg'i Mankell'le kıyaslıyorlar, kendisi gibi bir isveçli oluşu dışında bu yorumlara sakın inanmayın. Mankell dünyanın en iyi soğuk diyar polisiyesi yazarıdır; Lackberg ise kendisini okutan romanlar yazmasının yanında aslında iyi bir polisiye yazarı olmadığı gibi, iyi bir polisiye yazmak için hiçbir çaba göstermeyerek bir şey anlatmaya odaklanmış bir yazar. Bunu yaparken de gittikçe daha çok klişeye boğuluyor. Hem polisiye için yetersiz, hem de klişelerden kendisini kurtarmadan yol alıyor ama bir yerde tükenecektir sanırım. Bu arada Lackberg, ilk eşinin kendisine doğum gününde yazarlık kursu hediye etmesiyle yazarlığa başlayan bir isim; eşinin de beraber oldukları sürenin tamamındaki yayınlar üzerinden hala pay alıyor olmasına da hayret etmiştim bu arada, İsveç yasalarında böyle bir hak varmış. Yazan kadın ama adam hala pay alıyor inanılmaz.

Neyse. Deniz Kızı'ndan kısaca bahsedeyim; olaylar Patrick Hedström serisinin başından beri gerçekten minicik bir İsveç kasabası olan Fjallbacka'da geçiyor. Patrick, Erica Falck adlı yazarın kocası olan dedektif. Erica da baştan beri her olayın direkt içinde; ikilinin serisi bu aslında öyle düşünün. Gerçekten bir dedektif ne yapar, ne eder hiçbir şey bilmediğinden artık emin olduğum Lackberg'in bu romanı da aynı yerde devam ediyor. Bir önceki romanda ilk romanını yazan Christian adlı kütüphaneci, bu romandaki ana karakterler arasında. Deniz Kızı adlı romanı yeni çıkan, kütüphanede çalıştığı ve eşinin, çocuklarının adı dışında aslında hakkında kimsenin bir şey bilmediği Christian bir gerilimler içinde. O arada da aylardır yakın bir arkadaşı olan Magnus kayıp. Olaylar böyle başlıyor; sonrasında Magnus'un cesedinin bulunmasıyla ortada birden fazla kişiye yönelmiş bir tehdidin varlığı açığa çıkıyor. 

Ama bu nasıl çıkıyor? Karakolda gittikçe her kitapta daha da polisin ne olduğundan haberi olmayan karakterleriyle karşılaşıyoruz Lackberg'in. Ya şöyle örnek vereyim size; desem ki Umut Erdoğan (benim bu arada, selamlar, nasılsınız?) hakkında bir araştırma yapın, kimdir bu nedir ne değildir? Sanırım BİLGİSAYAR, İNTERNET, EMNİYET ARŞİVİ, KİMLİK NUMALARI ÜZERİNDEN KAYDEDİLEN VERİ gibi basit adımlar derhal herkesin aklına gelir. Yok valla, Lackberg'in romanlarında gelmiyor. Hatta sadece birkaç adımla bulunabilecek olan EVLİLİK KAYDI gibi şeyleri bile bulamıyorlar. Kimsenin aklına gelmiyor. Bulunması günler alıyor? Rezalet ya kusura bakmayın. Teknik hiçbir bilgi yok. Ancak otopsi raporu ne zaman gelecek yahu, seviyesinde girişimler var. Olay yeri, olay yeri inceleme hak getire, hatta olay yeri incelenmiyor bazen. Nereye Mankell olmuş diyorlar Lackberg'e gerçekten anlamıyorum ya.

Hikayede merak unsuru var mı, var. Katili tahmin etmeniz için mantıklı biçimde iyi kötü yerleştirilmiş ipuçları var mı, var. Ancak polis mi Erica mı burada POLİS işte onu anlamıyoruz. Ayrıca karakterlerin üzerine yapıştırılmış özellikler o kadar klişe ki, bari klişelerden biri DEDEKTİF klişesi olsaymış da Patrick ya da koca karakoldan birkaç kişi EN BASİT ŞEYLERİ, ÇOCUĞUN AKLINA GELECEK BİLGİLERİ bulma girişimi gösterseymiş. Erica ikizlere hamile haliyle atlıyor zıplıyor zıp orada zıp burada bilgi topluyor. Eeee, biz tam olarak ne okuyoruz? Patrick neden var? Polisler neden var? Bir açıklama yok. Berbat klişeler ile işlevsiz kıldığı birçok polis karakteri böylece Erica karakterini öne çıkarmak için akıl almaz biçimde kenara atıyor. Lütfen okuyun kendiniz de görün.

Bir de Henning Mankell'in Wallander serisinden bilirsiniz, Nyberg karakteri vardır olay yeri incelemeci. Onun taklidi olan bir olay yeri incelemeci yaratmış Lackberg, yapma bunu işte. 

Evet kitabı elinize alsanız bir iki günde bitirirsiniz, merak ederek hem de. Ama bir yığın yan hikaye, bir yığın karakter, zorlama ilişkiler kurulmuş karakterler ile sonunda aslında kitabı kapattığınızda aklınıza gelen finali yazmakla hikayenin başını düşünmek dışında aslında hiçbir şeye çaba göstermemiş, ne yazsam artık satar diye düşünen bir yazarın kitabını okumuş olmanız.

Gerçekten, bir polisten de destek alınabilirdi akıl ermiyorsa. Ya da hiç bulaşılmayabilirdi. 

Bir de eklemek istiyorum, kitaplar Türkçe'ye çevrildikten sonra son okumalar dikkatsiz yapılıyor sanırım. O yüzden Türkçe okumaya yanaşmıyorum. Bu kitapta da karakter adları birçok kez karışmış. Değişen sahneler arası boşluklar atlanınca bazı yerlerde anlatılanlar iç içe girmiş. 

9 Nisan 2021 Cuma

Arnaldur Indridason "The Shadow Killer"

Kareler ve Sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turu yine Arnaldur Indridason ile devam ediyor. Erlendur serisinin ardından devam ettiğim Reykjavik Wartime Mystery serisinin ikinci kitabı, The Shadow Killer. 

İlk kitabın, shadow district'in yazısı da blog'da var, hemen merak edip bakarsanız ilk sayfada bulursunuz. Yok sonra okurum meh derseniz yapacak bir şey yok, medial temporal lobunuz iyi çalışıyor olmasını dilemekten başka bir şey gelmez elimden.

Bu serinin kahramanları Flovent ve Thorson, bu kitapta da ikili olarak çalışıyor. Vakaların sürekli İzlanda'yı aslında işgal etmekte olan Atlantik güçleriyle de bağlantılı oluşu nedeniyle askeri polis de İzlanda polisiyle birlikte çalışma ihtiyacı duyuyor. Bunu da Thorson'u görevlendirerek yapıyor, kendisi Kanada'ya göç etmiş İzlandalı bir anne ve babanın çocuğu olarak dil sorununun olmamasıyla Flovent'in yanına gönderilecek olan en doğru kişi oluyor. Sonraki romanda ne olacak ben de merak ediyorum muhtemelen yine ikili beraberdir, anladığım kadarıyla seride iki ismi birbirinden pek ayırmıyor da Indridason. Hem karakterleri öne çıkarma konusunda hem de karakterleri okuyucuya yakınlaştırmak konusunda oldukça eşit davranıyor. 

The Shadow Killer'da bir adam vurulmuş ve kafasına kendi kanıyla swastika çizilmiş halde bir dairede ölü bulunuyor. Dairede oturan kişinin bu adam olmadığının anlaşılmasıyla da ölü adamın ve ortadan kaybolan dairenin sahibinin peşine düşüyor ikili. Kaçan katil midi, bir başka kurban mıdır, cinayetle bir alakası var mıdır, varsa bu nedir ve bu adam kimdir sorularıyla başlıyor roman. İsimsiz kurbanı vuran silahın da Amerikan ordusuna ait olduğunun anlaşılmasıyla Thorson ve Flovent'in yolu da bu roman dahilinde böylece yeniden kesişmiş oluyor. Hikayenin İkinci Dünya Savaşı sırasında geçtiğini de hatırlatmak isterim. Böyle olunca ikili bir ajan kurban ya da ajan katil çıkma ihtimalini de düşünmeye başlıyor. 

Ari ırk saplantısına sahip naziler, İzlanda'nın naziler için anlamı, Almanya ve İzlanda arasında konuşlanmış Amerikan askerleri üzerinden yaşanan gerilim derken hikayenin içinde tarih daha da karşımıza çıkar hale geliyor. Her zamanki gibi Indridason'un İzlanda'nın kapalı bir tarım toplumundan İkinci Dünya Savaşı ve Amerikan, İngiliz askerlerinin ülkeye gelmesiyle bir tüketim toplumuna, kültürel yapısının bozulmasına dair düşünceleri de sıklıkla karakterler üzerinden okura yansıyor. Ancak bu romanda casus romanlarının havası biraz hissediliyor, okurun kafasında da cinayete dair sorular şekillenirken ihtimaller bu havayı artırıyor. Öte yandan olaylar tek boyutlu olmadığı için, yalnızca casus romanı gibi okunmuyor. Indridason bilinmezin ve farklı duyguların çok olduğu bir roman sunuyor.

Soğuk diyar polisiyesi turu için seçtiğim kitapları ancak tüm işlerim bittikten sonra yani gece yarısından sonra okuma imkanım oluyor. Okunacak çok fazla şey olduğu için gözlerimin ve frontal korteksimin son çabaları gün içinde bunları okumak oluyor. Ona rağmen birkaç günde bitecek kadar akıcı, kendisini okutan, uykumu açan kitaplar. Daha önce de dediğim gibi, Indridason'un bu serisini de sevdim. Bulursam üçüncü kitabı da okurum ve paylaşırım. Şimdi Erlendur'un 28 yaşına denk gelen bir romanı okuyorum, onu da haftaya eklerim herhalde.