Tiffany’de Kahvaltı belki sizin de aklınıza hemen
Audrey Hepburn’ü getiriyordur. Neredeyse ikonlaşan inceileri, sigarasını
tutuşu, hali tavrı ve o klasik pozu ile üstelik.
Daha önceden filmini izlemiştim, yine de kitabını
da okumak istedim. Kitap, filmin yarattığı etkiden eksik ya da fazla bir şey
yaratmadı açıkça söylemek gerekirse, tek ekleyebileceğim küçük detaylardan
bazılarının filmde kendisine yer bulamamış olmasıydı.
İzlemek ne kadar “akıcı” ise okumak da öyleydi.
Holly Golightly’nin yaşamı, hayatındaki erkekler,
arkadaşları, kedisi, tavırları, yanlışları, özlemleri ve en başında sırları ile
komşusu olan, bizim de anlatıcımız olan yazar tarafından aktarılıyor kitapta.
Kendisi hafiften Holly’ye aşık, ancak bunun bir getirisi olup olmadığını kitapta
göreceksiniz, ya da zaten hatırlıyorsunuzdur.
1940’larda geçen hikayede insanı, en azından beni
çarpacak pek bir şey yok. Geçirdiği hayatı neresinden bakarsam bakayım aşırı
sıkıcı bulduğum Holly’nin etrafında fır fır dönenler de tıpkı kendisi kadar
yüzeysel geliyor bana. Ardından gelen sırlarının yarattığı gizem ve kalbinde
saklı kalan Fred unsuru – kardeş özlemi ve ardından kardeşinin kaybıyla gelen
duygular- haricinde hikayesinde okurken göze çarpan pek bir nokta yok. Yine de
yerin dibine sokmuş olmak istemiyorum, zaten öyle olduğunu düşünmüyorum ve bunu
amaçlamıyorum. Kendisine bir yer bulamamış, ruhunu, bedenini bir yere
koyamamış, bir arayış içindeki genç bir çocuktan, bir kadından bahsediyoruz
nihayetinde. Holly kitapta on dokuz yaşında çıkıyor karşımıza zira.
Kendine bir yer bulamama, sahiplenemem durumu belki
evindeki halinden de okuyucuya belli oluyordur: kendisinin eşyalarının her biri
bir yerde, bir yerleşmemişlik ve her an kalkıp gitmeye hazır olan valizler gibi
detaylar Holly’nin kendi olacağı yeri henüz bulamamış olduğunun
göstergelerinden. Sahip olduğu ve kaybetmekten korktuğu tek şeyin de bir kedi
üzerinde somutlaşması, daha doğrusu aidiyet ve sahiplenme duygularının bir kedi
üzerinde patlak vermesi de hikayenin sonuna doğru kendisine dair fazlasıyla
içten, bir çözülme, kendini koyveriş gibi. İnceden hüzünlü, hatta acıklı geldi
bana nedense.
Bir çırpıda okunabilecek bir kitap. İnce de zaten,
filmi izlememiş olanlara da aslında tipik olduğu gibi, ben de önce kitabı
okumalarını tavsiye ediyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder