Blog’da belki daha önceki yazılarımda denk
gelmişsinizdir, ben Henning Mankell’i çok severim. Kurt Wallander’ı ise
gerçekten yaşayan bir adam gibi düşünürüm, bana çok gerçekçi gelir nedense.
Sanırım yazarın ustalığından ve başarılı bir karakter “yaratıcısı” olmasından
kaynaklanıyor.
Dediğim gibi Henning Mankell’i çok seviyorum ancak
bu sanırım blog’da yer verdiğim – tanıttığım ilk Henning Mankell kitabı olacak:
Çünkü üzerine yazmayı bazen gereksiz buluyorum. Tıpkı çok sevdiğim Agatha
Christie’nin kitaplarına da blog da pek yer vermemem gibi. Zira bu tip polisiye
kitaplarda (aslında genelleme yapmak istemiyorum; bu saydığım iki isim benim
için çok çok özel ve eşsizdir, Jo Nesbo’nun da dahil olduğu üçlü bir özel
konuma sahiptir gözümde) olayı anlatmaya kalksanız tadı kaçar, karakterlerin
üzerinden yürüseniz kitapta okumamış olanlar için merak unsurunu azaltacak bir
hareket olabilir; bir filmi anlatmak kadar tatsız gelebilir yazıyı okuyanlara.
O yüzden, uzatmamak gerekirse, polisiye kitaplar hakkında pek yazmak
istemiyorum.
Yine de yazıyorum şu an!
Bir Adım Geriden’i kötü günlerde okumak için
sakladığım kitap yığını arasından çıkardım, dayanamayıp okumaya başladım çünkü
Henning Mankell’den başka bir şey okumamak konusunda inadım tutmuştu. Bu kitabı
seçme nedenim de daha önceden BBC dizisi Wallander’ın bir bölümünde bu kitabın
konusu aslında “izlemiş” olmamdı; bölüm, bu kitaptan uyarlamaydı. O yüzden
yalnızca katilin “neden işlediğini” hatırlamıyor, katili ise detayları eksik
biçimde de olsa az buçuk hatırlıyordum. Bu yüzden hakkında hiçbir fikrim
olmayan bir Mankell kitabı yerine bunu seçtim.
Konuya gelirsek; Yaz Dönümü gecesinde ormanda
piknik yapan, aslında kendilerince bir “yeniden canlandırma” yapan üç genç
başlarından vurularak katledilir. Ancak olayların Kurt Wallander ve ekibine
ulaşması bununla başlamış olsa da sebep “kayıp gençler” olarak ortaya çıkar
ilk. Peşinden ise daha önceki kitaplardan hatırlayacağınız bir karakter, bir
polis arkadaşları da bir cinayete kurban gidiyor ve hikaye başlıyor. Devamı,
araştırma süreci, gençlerin başına neyin neden geldiği gibi polisiyenin tadının
saklı olduğu asıl sorulara dair cevapları kitaptan başka bir yerde görmeniz
kötülüğünü size yapmamak için şimdi susuyorum. Sadece çok ilginç bir sebep
olduğunu söylemekle yetineceğim.
Bunun yerine, bence Wallender dizisinde mükemmel
biçimde, kitaptaki anlatımla okuyucunun kafasında oluşan “şekle” uygun biçimde
vücuda bürünmüş olan Kurt Wallander’ın bu kitapta ne alemde olduğundan biraz
bahsetmek istiyorum. Henning Mankell’in gerçekçi ve normal karakterleri
böylesine etkileyici biçimde yaratıp, polisiye içinde tadından yenmez şekilde
sunması başarısının en belirgin noktası Wallander’ın gündelik hayatı ve durumu
üzerine yazılanlarda ortaya çıkıyor bence. Kendisi bu kitapta elli yaşına pek
yakın ve şimdi de karşısına şeker hastalığı çıkıyor. Tüm olan biten arasında,
elini kolunu sallayarak gezen manyak bir katili arama çabaları arasında ustaca
yerleştirilmiş “şeker hastalığını öğrenen ve nedense bundan utanan” dedektif
Wallander’ı görüyoruz. Boşanmasının ardından gelen sancılı süreç ve bu sürecin
izleri, kızı ile olan ilişkisi, babasına dair noktalar, şekerli yiyecekleri
sevmesi ve uzak durma çabası, hayatını kaybeden eski arkadaşının bilgeliğini
arar olması, sık sık içtiği maden suları ve yorgunluktan polis merkezindeki
odasında yere uzanıvermesi… Wallender hakkındaki her detayı çok seviyorum
nedense.
Yine Wallander’ı bilenler bilir, kendisi İsveç
toplumunun “ne ara bu hale geldiği” konusunda da sık sık kafa yorar. Yine aynı
sorgulamar içinde görüyoruz kendisini; üç zavallı gencin katledilmesi, polis
arkadaşlarının evinde katledilmesi… Toplumun zamanla daha soğukkanlı ve daha
katil ruhlu bir gidişatın içinde olması, sıklıkla, doğal olarak, hikayenin arka
planında, satır aralarında işleniyor.
Okumaktan tam anlamıyla mutluluk duyduğum ender
yazarlardan olan Henning Mankell’i ve yazdıklarını saatlerce övebilirim. Ama
onun yerine kitabı okumanızı tavsiye etmek daha faydalı geliyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder