Agatha Christie’nin yeri
bende apayrıdır. Kendisine yönelik ufaktan bir saplantım olduğunu da
düşünüyorum. Keşke tanışabilseydik dediğim yazarların – ölmüş olanların –
başında geliyor. Keşke tanışabilseydik listesinin başını şu an aslında Scarlett
Thomas çekiyor ama bu başka bir yazının konusu olsun.
Bitmemiş Portre, Agatha
Christie’nin Mary Westmacott adı altında yazdığı ve sıklıkla kendi hayatından
belirgin izler taşıyan “diğer” romanlarından biri. Kitabın arkasında da
belirtildiği üzere, benim de katıldığım bir görüş olarak, bu romanda yazarın
kendisini “tamamen” görebiliyorsunuz. Çünkü burada konu başlı başına Celia adı
altında karşımıza çıkan Agatha Christie.
Çocukluğundan başlayarak,
anlatıcıya Celia tarafından aktarılan bir hayat ile hikaye anlatılmaya
başlanıyor. Dönemin tipik bir İngiliz ailesi, aile yaşamı, toplumda kadının
yeri gibi detayların etrafında örülen çocukluk anılarıyla karşımıza çıkan
Celia, ne kadar duyarlı ve hassas bir çocuk olduğunu da bu dönemden itibaren
yansıtmaya başlıyor. Çizilen karakterin öne çıkan özellikleri gerçekten bunlar;
buna ek olarak hayatında “anne” önemi ve kırılganlığı, içe dönüklüğü ve geniş
hayal gücü de görülebiliyor.
Dönemin geleneklerine ve
eski değerlerine bağlı bir ailesinin etrafında geçtiğini de hesaba kattığınızda,
sıklıkla toplumsal cinsiyet rollerinin keskin hatlarını da görmek size sürpriz
olmuyor. Erkek egemen toplum içinde kadının kendisine “öğretilen” hareketler
içinde yaşamasına, öğrenmesine vs bağlı değerler, günümüze baktığınızda uzak
gerçekler gibi görünse de bir zamanlar, üstelik yakın bir zamanlar ne kadar
baskındı, bunu görebiliyorsunuz.
Agatha Christie’nin
biyografisinde de belirttiği gibi mutlu ve şanslı bir evlilik yapan annesi ve
babası, “Grannie”, köpekleri ya da evcil hayvanların evdeki yeri, kızı ile
arasındaki mesafeler... Her şey o kadar kendisine ait ki, bir itiraf özelliği
taşıdığı bile söylenebilir. Belki içten içe kendisine dair bir sorgulamadır –
olabilir. Neden işlerin o noktadan bu noktaya geldiğini işin içine kendisini de
katarak, kurban olduğu durumlara rağmen kendisini de yargılayarak anlamaya
çalışıyor olabilir.
Bir çocuğun zamanla bir
kadına dönüşmesi süresince hayatındaki her bir önemli noktayı öğrenerek
hikayede ilerlediğimizde, aslında kitabın arka kapağında da belirtilen bir sona
yaklaşmakta olduğumuzun farkında oluyoruz.
Celia’nın aslında Agatha
Christie olduğunu kabul ettiğiniz anda, özellikle de yazarın hayatına dair bir
kitap olan “Agatha Christie’nin Kayıp On Bir Günü” adlı kitabı da okuduysanız,
işin nereye varacağını biliyorsunuz demektir. Eğer bilmiyorsanız, okuyun derim.
Yazarın karakterini kitaplardan ne kadar öğrenebiliyoruz bilmiyorum ama
bahsettiğim kitap ve Bitmemiş Portre, kesinlikle daha belirgin hatlarla sunuyor
hayatını bize.
Hüzün dolu bir bir
hikaye, yeri geliyor anlamsızlığa ve haksızlığa siz de Celia gibi tepki
veriyor, yeri geliyor onun sakinliğinin karşısında sizin içinizden ortalığı
yıkıp dökmek geliyor. Bence gerçek hayatta uğradığı haksızlığın intikamını alış
biçimi, yani İngiltere’yi ayağa kaldıran o kayıp on bir gün, polisiye
romanlarında sıklıkla öne çıkan intikam hevesinin kendi hayatında da vücut
bulmuş hali oluyor.
Çok hassas, hayal
dünyasında yaşayan ve kendisine bu hayal dünyası içinde güvenli sınılar çizen
bir insanın, aslında evlilikle gerçekliğin tam ortasına düşüşü ve ölümle
yüzleştikçe daha da ağır gelen darbelere maruz kalışının karakteri üzerindeki
etkilerini acı şekilde de olsa net biçimde görüyorsunuz.
Tarihte daha uzun yıllar
adı zevkle ve saygıyla anılacak bir yazarın, hayatı, gözlerinizin önünde. Tüm detayları,
yanlışları, doğruları ve sorgulamalarıyla.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder