25 Ağustos 2016 Perşembe

Iain Banks "Eşekarısı Fabrikası"

Bu kitabı okuyalı uzun zaman oldu ama hakkında ne yazacağımı bilemedim. Bu da kötüler gibi bir ifade olmuş olabilir ama alakası yok. Tam tersi, çok sevdim. Ama ne yazacağımı nasıl ifade edeceğimi bilemedim. Hala da bilemiyorum. O yüzden ilk paragrafta beklentilerinizi düşürmek istedim. Eğer bir beklentiniz varsa. Ki bence olmaması ihtimali elemeye gelmez.

16 yaşındaki Frank Cauldhame'in hayatı kendi ağzından aktarılıyor. Ancak herhangi bir gençlik romanı ile uzaktan yakından alakası yok. Fabrikasyon young-adult kurgular patlak vermeden yıllar önce yazılmış olan Eşekarısı Fabrikası bence tam da bu yüzden içindeki kahraman olmayan kahramanın anormalliğiyle benzeri pek olmayan bir kitap.

Babasıyla beraber, alışılmışın dışında bir hayat süren Frank, artık pek yalnız kalamayan, yalnız kalmayı bilmeyen, yalnızken ne yapacağını şaşıran günümüz çocuklarından pek farklı biçimde kendi kurgularının kahramanı olabilen ve yine günümüzde artık denk gelemediğimiz oynayan çocuğun kendi icadı olan oyunları ile günlerini geçiriyor. Fakat bu oyunlar alışılagelenin ötesinde; şiddet seviyesi hayli yüksek, ölümün ne olduğundan bihaber çocukların aksine ölümü de işkenceyi de savaşı da, tüm korkunçluğunun idrakı ardından içeren oyunlar. Dediğim gibi, Frank alışılmışın dışında bir karakter.

Hikaye boyunca gizemini koruyan birçok nokta var; Frank neden babası ile yaşıyor? Annesi nerede? Frank'ın girmesinin kesinlikle yasak olduğu evdeki o odada babası ne yapıyor? Frank'in kapatıldığı yerden kaçan kardeşi yaklaşıyor mu? Yaklaştığında ne olacak? Ve Frank'te, yazarın farklı şekillerde değindiği gizemli bir nokta var; bu ne? 

Anormal bir karakterin anormal hayatı. Bu yüzden çok beğendim. Bence sonu, yani gizemin çözüldüğü kısım çok üstünkörü, çabucak, aceleyle bağlanmış gibi geldi. Bundan linç yer miyim? Bence yemem. Dediğim gibi, ilk paragrafta beklentilerinizi bi kenara bırakın demiştim. Zira hikayenin sonu, bambaşka bi toplumsal gerçekliğin çok güzel bi eleştirisini yapıyor. Şu an Iain Banks eleştiriyorum böyle bi hadsizlik olamaz ya.

Okurken aklıma Tideland adlı film geldi. Frank'in bir oyun arkadaşı olsa bu kesinlikle Jeliza Rose olabilirdi. Tideland'daki ev, evin olduğu yer, evin içi, çocuğun ruh hali, tavırları.... Eşekarısı Fabrikası ile çok ortak noktası var. En azından benim için. Okurken gözümde canlandırdığım mekanlar o filmle çok örtüştü çünkü. 

Neyse. Yazı bu kadar olsun. Ne yazacağımı cidden de bilemiyormuşum. Adı geçen film ve bu kitap tavsiyedir. 

22 Ağustos 2016 Pazartesi

Richard Sennett "Yeni Kapitalizmin Kültürü"

Yazısını yazmayı unuttuğum kitaplardan biri Yeni Kapitalizm Kültürü. Hatta şu an düşündüm de yazmış da olabilirim. Ama blog'da arayıp kontrol etmek zor geliyor. Ben yine de yazayım. Sonuçta burası benim kişis....

Richard Sennett'in Yale Üniversitesi'nde 2004 yılında etik, siyaset ve ekonomi konularında verdiği konferanslardan oluşan kitap, dört ana bölümden oluşuyor: Bürokrasi, İşe Yaramazlık Kabusu ve Yetenek, Siyaset Tüketimi, Zamanımızda Toplumsal Kapitalizm.

Bürokrasi bölümünde, ilk akla geleceği üzere girişin ardından Weber'e geçen yazar, üretim verimliliği hedefleyen rasyonelleşmenin hayatın tüm alanını gasp etmesi sonucunda, bireyin hayatının "yaralandığını" belirtiyor. Toplumun kapitalizmin altında ezilmesiyle beraber sivil toplum üzerinde bürokrasinin etkisi/baskısı arttıkça insan hayatının hayatı boyunca izlemesi gereken yolun/biçimin kalıbına sıkıştırılıyor oluşuna değiniyor. 

Bürokrasinin biçimi belirlemesi üzerine Britanya ve İskandinavya'daki refah sistemlerini örnek veriyor. Sennett, refah sisteminin de bürokrasinin bir sonucu olduğu kadar, bu biçimin üretiminin ve sürekliliğinin üzerinde payı olduğuna işaret ediyor. Çünkü refah devleti, karşısındaki bireyin öznel yönünün törpülenmesine sebep olmaktadır. Bireyin kendi hayatının biricik amaçları ya da bu hayat içindeki kendi düşünme şekli, yerini Weber'in işaret ettiği çelik kafesin içinde hapsolmuş hale gelir. Birey, bürokrasinin egemenliği altındaki bu düzen içerisinde devlet memuru gibi düşünmeye başlar.

Weber'in bürokrasinin çelik kafesi konusu, Sennett'in metninde insan ilişkilerinin tamamı üzerinde de yaptırım gücü olan bir nokta şeklinde. Bireyin iş yerinde geçireceği zaman kadar iş haricinde, özel alanda geçireceği zaman ya da sosyal ilişkilerinin planlaması ya da yine bürokrasinin etkisi altında kalmıştır. Aynı şekilde, çelik kafesin etki alanını genişletmesinde ve yıkımının büyümesinde yazar yeni iletişim ve imalat teknolojilerini de ele alıyor. Enformasyon devrimi ile beraber, bilginin ulaşılabilirliğinin artması, haliyle bilgi vasıtasıyla denetimin/yönlendirmenin de mesafeler bağından kurtulmasının küresel-kitle iletişimde olduğu kadar işletmelerin yönetimi de etkilediğini söylüyor. Hiç görmediği en üst düzey yetkiliden iletişimin yaşadığı değişim sayesinde çalışma hayatı boyunca emir alarak çalışabilen bir işçi buna örnek olabilir. 

Kitabı okurken en dikkatimi çeken şey, işe yaramazlık kabusunu işlediği bölüm oldu. Modern bir tehdit olarak ele aldığı bu "işe yaramazlık kabusu"nun çıkış noktasını yazar, kentleşme ile beraber kente göç eden insanların, yani işlediği toprağından kopan insanların, toprak işlemek dışında bir becerilerinin olmaması ile başlayan süreç olarak gösteriyor. Ancak bu, zamanla beraber boyut da değiştiyor. Günümüz için Sennett, eğitim sisteminin istihdam edilemez insanlar yarattığını söylüyor. Yani işlediği topraktan koparak göç eden insanların yerine bu korku artık genele yayılmış halde. Bu korkunun modernizm sonrasındaki şekillenmesine de üç sebep gösteriyor yazar: küresel emek arzı, otomasyon ve yaşlanmanın önemi. Küresel emek arzı kapsamında vasıfsız işçileri güvensiz ve süreksiz işlerde çalıştırmasını verebiliriz. Otomasyon konusu ise distopyalardaki gibi, makinelerin insanların yerini alacağı korkusunun sanayileşme ile insanlar üzerinde yarattığı korku olarak belirtilebililir. Son olarak dezavantajlı gruplar bağlamında düşünürsek toplumun yaşlılara ve yaşlılığa bakışıyla örtüşüyor. Yaşlanan bir birey artık üretime dahil olmaz gibi; yani artık üretim ilişkilerinin belirlediği dünyanın dışına itilir. İnsan hayatının bir dönemi olan yaşlılık, kapitalist üretim ile beraber böylece dışlanmıştır. Tıpkı emeği sömürülemeyen bebeklerin, çocukların da düzen için iş yapabilir hale geldikleri ana kadar yok sayılması gibi. 

İşe yaramazlık kabusuyla beraber yazar yetenek ve kişisel başarı konularına da değiniyor. Çalışma hayatı içerisinde lisans eğitiminin, yüksek lisans eğitiminin yetmediği, yanında tonlarca sertifika programına tonlarca saat harcandığı, 3 yaşındaki çocukların bile koşturularak bi keman kursuna bi yabancı dil kursuna sürüklendiği dünya için yetenek, başarı, kişisel gelişim artık sermayeden ibarettir. 

İlerleyen bölümlerde tüketim, tüketimin değişen anlamın, bireyin kendisini var etmeye çalışması, tüketim arzusu gibi konulara da değinen yazarın kitabını okursanız, bu konular ve benim detaylandıramadan yazdığım konuların daha geniş ele alındığını görürsünüz - haliyle. 

17 Ağustos 2016 Çarşamba

Distopyalar

Belki 150 tane böyle liste vardır ama bu benim 151.yi yapmama engel olmuyor, öncelikle bunun için kusura bakmayın.

Zora düşünce, ütopikleştirmek için bilimsel zemininden koparılma girişimlerine rağmen hala ayakta durabilen ve ütopik halinin karşısına bilimsel haliyle doğrudan çıkabilen düşüncelerin sağlamlığını görmenin acı şokundan olsa gerek, akıllara hemen distopyalar geliyor. Böylesine gerçeklikten kopuk, toplumun gerçekliğini sadece doğrudan kendi gündelik hayatına etki edecek bir sonuç olduğunda idrak edebilenler için bu tip zor dönemlerde "distopyalar listesi" ve sloganlaşmış distopyalardan alıntılar vs. pek ilgi çekici sanırım. Yakın dönemle araya mesafe çekildikten, geçmiş - gelecek arasında kalan şimdiki zamanının güncel sorunlarını gözardı ettikçe elbette her gündemde "ay 1984" denilir. Şaşırmam =)

Neyse. İşte bu tip zamanlarda işlevsiz ütopik kurgular yerine distopyalar anılıyor. Sığınılan ya da örnek gösterilen durumlar yine distopyalardan oluyor. Ütopyalardan değil. Zira mevcut gerçekliğin analizini görmeden etkileyici bir distopya kurgusu oluşturulamayacağı düşüncesindeyim. Bu yüzden, ütopyanın yerine distopya daha makul ve beklenebilir, hatta öngörüsü yüksek ama sözde bir "imkansız kurgu" olarak sunulabilir.

Neyse başlık odun gibi "distopyalar"dan ibaret ama girişte de yazdığım gibi ben de liste yapacaktım =)

Buyurun listenin kendisi (post apokaliptik & distopya oldu biraz); çoğunun yazısı da blog'da var. 

  1. Hugh Howey "Silo"
  2. Paolo Bacigalupi "Kurma Kız"
  3. Yevgeny Zamyatin "Biz"
  4. Ray Bradbury "Fahrenheit 451"
  5. Jack London "Demir Ökçe"
  6. H. G. Wells "Efendi Uyanıyor"
  7. Hillary Jordan "Uyandığında"
  8. Philip K. Dick "Androidler Elektrikli Koyun Düşler Mi?"
  9. Aldous Huxley "Brave New World"
  10. George Orwell "1984"

16 Ağustos 2016 Salı

Friedrich Engels "Ludwig Feuerbach Ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu"

Hakkında bir şey yazmayı düşünmediğim bir eser ancak yöntem konusunda Hegel - Feuerbach - Marx arasındaki bağlantıyı kurmak için yardımcı olacak bir kaynak. Bunun gibi birkaç kitap hakkında daha yazı eklemeyi düşünüyorum. Hatta kitap yazılarının haricinde arada bir başka yazılar da paylaşma planım var.

Çok bir şey yazmayacağım ama yanlış - eksik gördüğünüz bir nokta olursa yorum olarak yazabilirsiniz. Bu yazı aslında kitaba dair bir yazı da olmayacak, kitabın içeriğini de içeren "bir adet yazı" olarak da görebilirsiniz =)

Diyalektik materyalizm, pat diye aklına gelivermiş bir yöntem değil. Engels bu yazısında klasik Alman felsefesi ve Hegel üzerinden başlayan, Feuerbach'ın Hegel'in düşüncelerinin yıkımından ibaret olan ve sonunda yıkılmış ancak üzerine yeni bir şey inşa edilmemiş Hegel'in yönteminin Marx tarafından nasıl ters çevrilerek yeni bir yöntem oluşturulduğunu anlatıyor.

Marx'ın sosyolojisi ile tanışmaya Hegel'in idealizmiyle başlamanın gerekliliği, Engels'in bu metninde de mevcut. Marx'ın idealizme kesinlikle karşı oluşunun sanırım en güçlü nedeni Hegel'in nesnel dünyanın - haliyle - ampirik verilerini tamamen yok sayıyor oluşu. Bu sebeple de, pratik/nesnel dünyaya ait gerçekliğin ve sorunların inkarına yol açacak bu idealizm Marx'ın ancak karşı çıkacağı bir nokta. Gerçek olan her şeyin zihinsel olduğuna dayanan Hegel felsefesinde toplumun da insan zihninin bir yansıması olarak var olduğu ve bu sebeple nesnel koşullardan - fiziksel/pratik koşullardan kopuk olduğu, bir düşünce olarak ele alınıyor oluşuna Marx'ın getirdiği eleştiri ise bu kabulün tutucu bir bakış açısı olduğu. Ancak Hegel'in felfesini tamamen inkar etmek ya da yok saymak değildir bu. Çünkü Hegel'in felsefesi devrimci bir yön de içerir. Bu devrimci unsur, insan icadı olan her şeyin yıkıma ve inkara mahkum oluşu olarak karşımıza çıkar. Mevcut olanın sorgusuz kabulüne bir karşı çıkış ve bu sebeple gelen yıkımı da içeren bir düşüncedir. Bu yüzden de, yıkımın mecburi oluşu kabulünden varılabilecek nokta ise insan tarihindeki tüm evrelerin zorunlu oluşudur.

Çalışmaları din üzerine yoğunlaşmış bir düşünür olarak Feuerbach ise ağırlıklı olarak Hegel felsefesindeki din ile ilgili. Ancak nesnel dünyaya dayanan verileri dışlamayan bir yönteme sahip. Tarihin itici gücü olarak, Hegel'in idealizmiyle kesinlikle çelişen bir noktaya işaret eder Feuerbach; düşünce, tarihe yol gösteren yegane unsur olarak kabul edilemez, edilmemelidir. Burada Hegel'den kesin bir kopuşu görmek de mümkündür çünkü Feuerbach'ın bu reddi, materyalist olduğunu gösterir. 

Feuerbach, Hegel'in idealizmindeki "fikrin", zihinsel olanın ve gerçek olanın tek adresi olarak ele alınan "fikrin" yerine doğayı koyarak Hegel üzerinden, Hegel'in idealizmini yıkar. Felsefenin nesnel dünya ile arasındaki mesafe yerine de felsefe ve nesnel dünyayı bağımsız olarak ele alarak insan ve doğaya yönelişini vurgular.

Feuerbach'ın Hegel'de yarattığı yıkım ardından Marx, Hegel'in yönteminden beslenerek, Feuerbach'ın tamamlamadığı süreci tamamlıyor ve Hegel'in felsefesini "ayakları üzerine oturtuyor". Marx'a göre Hegel'in yöntemi "ters" durmaktadır; soyuttan somuta çekerek çatışmanın itici güç olduğu fikrini barındıran yöntemine Marx'ın ulaşması, Hegel'in yönteminin üzerinden ilerliyor. Zira Hegel'in yöntemi Marx için bir araç haline geliyor. Kendi yöntemini oluşturabilmesi için bir araç. Marx'ın bu süreçte ulaştığı nokta ise çatışmanın sürekli olduğu ve tarihin itici gücü olduğudur.

Bu da böyle bir yazı oldu =)

13 Ağustos 2016 Cumartesi

Ne Okuyorum?

Shirley Jackson "We Have Always Lived In The Castle"ı okuyorum - sonunda.

Kitabı bugüne bitiririm diye düşünüyordum ama arada kendime yeni işler çıkarıp başka iki kitaba daha başlayınca kaldı. Yarına biter umarım =)

Kitabın farklı kapak tasarımlardan birkaçını paylaşayım dedim yazı hazır olana kadar. Bu da böyle işlevsel bir "blog kimsesiz görünmesin" hareketi olsun =)

                                   
                        

4 Ağustos 2016 Perşembe

Scarlett Thomas "PopCo"

Kendi kendimi sürekli suçlarken, sonunda bir süredir blog'a yazı ekleyebiliyorum her bir yazı arasında mevsim değişmeden. 

Scarlett Thomas'ın iki kitabı hakkında çoook önceden yazdığım iki yazı mevcut blog'da ama bir süredir eski yazdığım yazıları beğenmemeye başladım, hatta o iki yazıyı tekrar yazmayı düşünüyorum. Bunu neden yazdım peki? Yani bu paragrafı. Çünkü daha önce yazarla tanışmamış olanlar bu blog'da merak edip ararsa diye. Okumak isterseniz okuyun elbet, kendi blog'umu kötülemiş gibi oldum şimdi de. Çok karıştı. Ben kitaba geçeyim.

Değerli Scarlett Thomas, PopCo'da 29 yaşında genç bir kadın olan Alice Butler'ın, yaratıcı ekiplerinden birinde çalıştığı, dünyadaki büyük oyuncak firmalarından biri olan, "trend" yaratan PopCo'nun kampında geçirdiği süreci anlatıyor. Ancak bu, hikaye boyunca sıklıkla geri dönüşler eşliğinde, hayatında büyük bir trajedi olan, annesinin ölümü ardından babasının kendisini 9 yaşında terk etmesinden itibaren, Alice'in büyükannesi ve büyükbabası ile beraber geçirmeye başladığı dönemi de baştan sona kapsıyor.

Kriptografi, kodlar, şifreler, gizli mesajlar, sayılar... Büyükannesi ve büyükbabasının, matematik ve kriptografi ile dolu hayatı içinde Alice, haliyle sıradışı bir çocuk olarak büyüyor ve televizyonu olmayan bir evde yaşıtlarının aksine zamanı, yaşadığı evden kendisine geçen ilgi ile dolu oluyor. Küçük bir çocuk olduğu günlerden, hikayenin geçtiği yaşına dek Alice, rakamlar, harfler, kelimeler, bilinmezler içerisinde, saklı cevaplara ulaşmaya çalışıyor.

Hikaye oldukça sürükleyici olduğu için yine ilerleyişinden bahsetmeyeceğim. Scarlett Thomas, PopCo'da yarattığı bilinmezlikleri, hikayenin ilerleyişi içerisinde bilinmezlikten kurtarmaya başladıkça, tıpkı başkarakter Alice gibi okur da kaşlarını çatmaktan ve "acaba"lar içerisinde kıvranmaktan kurtulup nefes alabiliyor diyebilirim. En azından bunu kendi adıma söyleyebilirim.

Dünyanın mevcut halinde, anlam karmaşası içerisinde kendisine bir anlam veremediği gibi (ve bu yüzden) dünyayı anlamaktan ve sonucunda amaçtan bihaber insanların kimlik oluşturmak adına saplandıkları çıkmazlara dikkat çekiyor PopCo. Örneğin, gençler arasında kendilerini tanımlayacakları "objeler"i yaratmakla, bir jargonu ya da bir hayali yaratmakla, kitlelerin içerisine tıkıldıkları kurgu dünyaların kafesinde nasıl sahte anlamlarla yaşamalarını görmek mümkün. 

Tüketicinin ürüne yüklediği anlam ve ürünün temsil etmesi gereken anlamın arasındaki ilişki doğru orantılı halde değil mi? Bir yandan sürekli "sen" vurgusu yapan ürünlerin yarattığı arzu sonucunda "ben" için yaşamaya başlayan yeni tüketici profilinin yüksek beklentilerini, kendisini daha "ben"/"bir tane ben" yapacak ürünleri talep etmesi şeklinde düşünebiliriz. Pazarda yaratılmak istenen talebin ipin ucundan kaçması gibi. Ancak öyle bir şey ki, bana hep şunu hatırlatmıştır; kendi kuyruğunu ısıran yılan. Yılanın tamamınında da üretici ve tüketiciler beraber; zira tüketici olmayan yok. Üreticinin/işçinin/iş verenin, kreatif ekip lideri olmasından tutun da fabrikada çalışan ya da tarlada çalışan işçinin üretimin parçası olmasının tüketici sıfatından onu soyutlamayacağı gibi. Pazarın açgözlülüğü içerisinde üretimdeki cansız varlıklar hariç her şeyi tüketici olarak görebiliriz bence.

Okurken sık sık Baudrillard'ı anmış olabilirim; elbette Thomas'ın da andığı gibi Marx'ı da andım. Bunu yapmasam kendimi yadırgardım zaten. Neyse. Tüketimin, ihtiyaçların giderilmesi ve yaratılan kurgu arzuların tatminine yönelik bir hal alması (ve elbette ihtiyaçların giderilmesi kısmındaki sorunların da aslında yok olmamış olması) dahilinde düşünürsek, PopCo, yarattığı arzuların tatminini satan, herhangi bir şirket gibi bir şirket. Üretimin mesafeler bağından kopmasıyla beraber pazar ve üretim yeri arasına giren mesafenin, satın alan ve üreten arasındaki devasa uçurum benzer hale geldiği dünyada PopCo'nun temsil ettiği her şeyi aslında "çoğu şeyde" görmek mümkün.

Metaya tutku duymak gibi ya da objeler üzerinden kendini tanımlama, objeler üzerinden ilişkilerini tanımlama (arkadaşlık bilekliği vs.) gibi içerdiği duygudan çok yansıtıldığı madde üzerinden ilerleyen ilişkiler ağına, duygulara sahip olur hale gelmek. 

Bunu da sadece reklamlar ve reklamcılık üzerinden çıkarmamakta fayda var. Eski bi reklam yazarı olarak küfür olmayan ama binlerce küfre denk düşecek çok suçlama duymuşumdur. Tüketim toplumunun biricik bireyleri olmaktan, kendisini ayakkabısıyla ya da telefonuyla ya da üye olduğu bilmem ne ile ifade etmekten büyük haz duyan ve bunu açıkça paylaşan herkesin, bunlar birer örnek, sadece "bu keki yediğinizde gülümseyeceğinizi" iddia eden reklamcıların kapitalizmin en vahşi kesimi olduğunu iddia etmemeleri lazım. Keşke bu kadar basit olsaydı ve keşke tüm suçlu reklamcılar olsaydı. O zaman çözmek de kolay olurdu.

Neyse. Yakınmaya başladım. Bitireyim. Çok güzel kitap, okuyun. Ha bi de, veganlar ve vejetaryenler hakkındaki önyargıları olanlar için de PopCo'da güzel önyargı eritme yöntemleri var =)

31 Temmuz 2016 Pazar

Arnaldur Indridason "Arctic Chill" (Kutup Soğuğu)

Tatilin yarısından fazlasının bitmiş olduğu gerçeğini idrak edip, hala gözümün içine bakan kitap yığının aslında yarısını bile okuyamadığımı fark edince ders çalışmaya ara verip kurgu okumaya döndüm birkaç günlüğünü. Zaten daha kötü olamaz çünkü hiçbir şey yetişmiyor hiçbir şey bitmiyor; bu gerçeği soğuk diyar polisiyelerinden birini okuyarak pekiştirdim.

Daha önce hiç okumadığım bir yazar Arnaldur Indridason. Elimdeki e-kitaplara bakarken gördüm, daha önce de Goodreads'te İskandinav polisiyeleri üzerine yapılmış bir listede görüp edinmişim. Pek de seçici olmayarak, sadece "İskandinav polisiyesi okuyarak" ders gerçekliğinden kaçmak için seçtim. Böylece dedektif Erlendur ile de tanışmış oldum. (Neden İskandinav polisiyesi diye soracak olursanız onu ayrı bir yazıda yazarım. Ki kimse sormaz. Ama ben yine de yazacağım aslında bu sahte soru kendime bir hatırlatma.)

Tayland'dan İzlanda'ya göçen bir kadının oğlu olan Elias, evlerinin yakında bıçaklanarak öldürülmüş halde bulunur. Erlendur önderliğinde polis, cinayeti çözmeye çalışırken haliyle göçmenler gerçeği de karşılarına çıkar. Yeni bir hayat için, bir umut buz diyarına göçüp gelmeyi bile göze almış insanların İzlandalılar ile aralarındaki ilişki, önyargılar, asimilasyon ya da asimile olmaya karşı direnç, oluşturdukları içe kapalı gruplar ve yerli halkın saklı ya da açık olarak kendilerine yansıttıkları.... Elias'ın ölümü, bir "göçmen nefreti", ırkçı bir saldırı mı, sorularını cevaplamaya çalışan ekip, araştırmaları sırasındaki farklı karakterlerin farklı hikayeleriyle, devam eden kendi hikayeleriyle de ilgilenmek zorundadır.

İskandinav polisiyesi saplantım, Mankell'in birinci, Nesbo'nun ikinci sırada olduğu ve aslında iki kişiden oluşan bir saplantı listesi halinde. İkisinin yerine geçebilecek ya da ikisinin eserlerinin yanına biraz olsun yaklaşabilecek bir polisiye daha okumadım o diyardan. Ha, Stieg Larsson derseniz, onun saydığım iki isimden farklı bir tarzda gördüğümden listeye almadım.

Arctic Chill, Erlendur serisinin yedinci kitabı. Fakat, Jo Nesbo'nun çevirilerinde olduğu gibi, sanırım bu seride de kitaplar sıralamay uygun çevrilmemiş. Yanlışım varsa düzeltebilirsiniz.

Indridason'ı bir daha okur muyum? Evet. Ancak beklentim sadece bir polisiye okumak olur. Mankell'i ya da Nesbo'yu okurken, en azından kendi adıma, asla sadece polisiye okuyor gibi hissetmiyorum. Sürekli bu iki isimle okuduğum her yeni Kuzey Avrupalı yazarı kıyaslıyor olmam da ayrıca bir sorun olabilir bu arada, neyse.

Arctic Chill, Doğan Kitap'tan 2015 yılında "Kutup Soğuğu" adıyla Türkçe olarak da yayınlanmış. Yazıya başlamadan bakmak aklıma geldi. Yazarın bir kitabı daha (Sular Çekildiğinde) aynı yayınevinden çıkmış. İlgilenen olursa diye bunu da ekleyim dedim. Artık yazıya geçebilirim.

24 Temmuz 2016 Pazar

Öylesine

Image link: http://data.whicdn.com/images/245942085/large.jpg
Blog'u terk edilmiş halinden uzaklaştırma zorunluluğunu hissetmem yüzünden, yine vicdan azabım geçsin diye "bari bi şeyler yazayım" dedim. Böyle baştan savar gibi "bari bi şeylere yazayım" dediğime bozulmadıysanız okumaya devam edebilirsiniz.

Elimden geldiğince kitaplardan bahsettiğim alanda siyaset yapmamaya çalışıyorum şu günlerde. O yüzden blog'un tivitır hesabında ya da bu profilde apolitik bi duruş görürseniz, ki tivitırda pek apolitik halde değilim bi nebze de olsa, bilin ki bilinçli yapıyorum. Apolitik yazarken bile bi gerildim sinir bastı apolitiklik nedir ya gel de çıldırma.

Çıldırmayım.

Neyden bahsedeceğime karar verene dek yazdığım laf kalabalığını bi kenara bırakayım, masanın üzerindeki kitap yığınından şu son bir iki gündür okumakta olduklarımdan bahsedeyim.
  • Scarlett Thomas "PopCo": Scarlett Thomas'a torpil yaparak onu ilk sıraya alayım. Tatil için buraya gelirken başlamıştım bu kitaba, hatta yaz gelsin de fırsat bulup okuyayım diye uzun zamandır da okumayı ertelemiştim. Ancak buraya gelince de okul için, müstakbel tez için okumalara kendimi kaptırınca kitap sürünür bir halde kaldı. Sonunda ortalarına doğru gelebildim, konusundan bahsetmeyeyim bitince nasılsa yazısını eklerim. Kısaca; bence sürükleyici hikaye; yine, mesela The End Of Mr. Why'da yaptığı gibi pek ilgimi çekmeyen bir konu hakkında dersler aramaya itti beni sayın Thomas. Neyse. Scarlett Thomas'ın artık arkadaşım olması gerek, ben bunu anlıyorum. 
  • Ellen Meiksins Wood" Kapitalizmin Arkaik Kültürü": Buna henüz dün gece başladım; üçüncü bölümüne gelebildim şu ana kadar. Birkaç güne biter, uzun uzun yani aslında kısaca yazısını blog'a eklerim.
  • Rosemary Crompton & Jon Gubbay "Economy And Class Structure": Muhteşem bir yaz tatili geçiriyorum cidden. Şaka bi yana, konuya ilgisi olanlara tavsiye edebileceğim bir kitap. Bunu da henüz bitirmedim çünkü iki kere başlayıp araya başka kitaplar girince bıraktım; sonra her ikisinde de yeniden başladım. İlerleme anlayışımda bi sorun olabilir. Neyse.
  • Karl Marx "Grundrisse": Ahaha ya şu an çok saçma oldu kitap blog'unda Grundrisse mevzusu var ve yaz mevsiminin ortasındayız. Kurgu yorumları olması gerekmez miydi? Tam şu an saçma geldi. Elbette bu kitap hakkında blog'a bi şey yazamayacağım sadece ne okuyor olduğumdan bahsedeceğim için anmadan geçemedim. Ha ama kısaca, Kapital 1. Cilt'ten önce okumakta fayda var bence.
Tam şu anda da şu albüm çalıyor: Dorena - Nuet

Tamam, bir yazı daha eklemiş oldum. Vicdanım rahat.

23 Temmuz 2016 Cumartesi

Peter L. Berger - Thomas Luckmann "Modernite, Çoğulculuk ve Anlam Krizi"

Bu blog'un ömrü bitmiş gibi görünmesin diye ne yazacağıma dair bir fikrim olmadan bu ekranı açtım. O arada da kitaplardan biri gözüme çarptı, aha bunun yazısını yazmamıştım diye. Yazayım dedim. Bu işe yaramaz sürecin anlatısı ile ilk paragrafı bile yazdım gördüğünüz gibi.

Çağdaş sosyoloji kuramlarına şöyle bi bakarsanız Berger ismi, nedense Luckmann'dan daha çok karşınıza çıkacaktır ancak bu blog'un sahibi adil bi insan olduğu için bu yazı boyunca Berger'in adının her geçişinde ardından Luckmann'ı da ekleyecektir. Yalnız, şu anda da Berger'in ardılı haline getirdim Luckmann'ı; özür dilerim.

Berger ve Luckmann bu kitapta modernite ile beraber oluşan anlam kaosu içinde, bireylerin anlam oluşumu ve anlam arayışı sürecinde karşılaştıkları ve içinde mücadele etmek zorunda oldukları "çok"un içinde yaşadıkları krizi anlatıyor. Elbette bunu birey bazına indirgemiş gibi yazmam rağman daha geniş düşünmekte fayda var, toplumun tüm yapı ve kurumları içerisindeki bir anlam krizinin toplum için yaratacağı muhtemel gerilimleri şöyle bir düşünseniz yeter. Haliyle, bu yapı içindeki bireylerin de yapının dahilinde olduğunu düşünürsek, devasa bir anlam krizi içindeki dünyaya önce kendi tepemizden sonra da dünyanın tepesinden bakmış oluruz herhalde.

Hemen tüm ilişki biçimleri dahilinde düşünürsek, iletişimin olduğu her anda karşılaşılabilecek olan bu anlam krizinin, günümüz dünyasının bir yandan bireyi, kendi değerlerini öne çıkarmaya odaklı yapısının, öte yandan, örneğin kültür endüstrisi kapsamında bu değerlerin sözde bireysel değerler olarak bireyce üretilmesinin teşvikinin yanında aslında paket program gibi sunulduğunu düşünürsek, gerilim içinde, ne olmuş ne de olabilecek bir şey bulamayan bireyler üzerinden genellemeyle aynı durumu, aynı gerginliği topluma, toplumlara da atfedebiliriz.

Muhtemelen elinize aldıktan sonra, okuyup bitirmeden bırakmayacağınız kitaplardan birisi.

Heretik Yayınları'ndan daha önce Durkheim Öldü adlı kitap hakkında kısa da olsa bir yazı yazmıştım, blog'da bulabilirsiniz. Bu yaz için yanımda getirdiğim kitaplardan birkaçı daha aynı yayınevinden. Nefes almaya fırsat bulursam, kendi içinde bir kriz yaşayan okunacaklar listemdeki sıralamayı değiştirip "Yeniden Üretim"i de kısa zamanda eklerim belki (Bourdieu'dan).

27 Haziran 2016 Pazartesi

Hugh Howey "Vardiya"

Uzunca bir süre ardından selamlar. Sonunda istediğim zaman istediğim kitabı okumakta bir nebze daha şanslı olduğum bir zaman dilimine girmişken, ihmal edilmekten kendini kaybetmiş blog'umla da uğraşabilirim.

Bu uğraş dahilinde de Vardiya hakkında bir şeyler yazayım.

Hugh Howey'nin Wool serisinin ilk kitabı Silo hakkında daha önce yazmıştım, iki sene önce yazmış olmam lazım (blog'da yazısı mevcut). Çıktığı dönemdeydi. Şu an Silo hakkında yazsam daha farklı şeyler de söyler, daha farklı şeyler de eklerim, zira kitap tam karar aşamasında olduğum bir dönemde hayatımdaki bir şeyleri değiştirdi.

Silo'yu okumamış olanları da düşünerek yazıya devam edeceğim. 

Vardiya, Silo'nun öncesine, işlerin nasıl o hale geldiğine odaklanıyor ve ilk kitap öncesine dair okuyan herkesin aklına gelen "peki ne olmuş?" sorusuna cevap veriyor. İşte o cevap da, Vardiya'yı bence Silo'dan kat be kat daha karanlık bir kitap haline getiriyor. Bunu olumsuz bir yorum olarak algılamayın yalnız. Bu düşündüren ve iç ağrıtan, gerçekle bağını koparmamış ve sorumluluk dolu bir karanlık. Dünyaya ve insanlığa karşı sorumluluğa, sorumsuzluğa, vicdana, akla dair bir karanlık. Çoğu zaman düşünüp de gidişatındaki korkudan dolayı düşünmekten vazgeçilen ihtimallerin yarattığı cinsten. Yani, bir kurgu, bir bilim kurgu romanı olarak Vardiya'da gerçek tüm satırlar boyunca yanıbaşınızda.

Geleceğe umut yüklemek adına yaratılan bir karanlık var Vardiya'da. Umudu yaratma çabasına eşlik eden yok etme, ve haliyle umutları inşa ederken umutları katletme. 

Vardiya'yı en yalın haline baktığımızda bence yakın dönem dünya tarihine, dünya siyasetine, hatta sırf yakın dönemle de sınırlamayalım, dünya tarihine/siyasetine dair pek çok adımın aynı biçimde Vardiya'da yer aldığını görebiliriz. Özellikle şu bahsettiğim "kurtuluş" ya da "umut" inşası için yok etme durumu. 

Okurken aklınıza farklı olayların, farklı güncel olayların geleceğini düşünüyorum. Günümüzde, bir kurgu romanda geçmeyen hayatlarımızda kaş yaparken göz çıkarmayı siyasi hamle ve başarı sayan dünyadaki dengesizliğe, seçilmişlerin elindeki güç ile hayatlarındaki kontrolü yitirmiş, bir nebze olsun özgür ve insani koşullarda yaşama şansı bile olmayan insanların kurgu bir tarihe, kurgu bir hayata hapsedilmişliği var Vardiya'da. 

İnsanın özgür iradesinin gaspını haklı gösterme çabası ile uçuruma sürüklenenleri, bu çaba dahilinde, tam da filler tepişirken ölen çimenleri anımsamak pek mümkün Vardiya'da.

Dedim ya, karanlığı çok yoğun. Bu yüzden de çok güzel. Çünkü gerçeğin biçimi bu.

İyi okumalar, umarım yakında serinin üçüncü ve son kitabı da dilimize kazandırılır. 


4 Haziran 2016 Cumartesi

Mahzen


Kendi kitabımı da blog'a koyayım dedim =)

"Mahzen". 21 yaşında yazmıştım bunu. 

Bu ay İthaki Yayınları tarafından basıldı (teşekkürler kendilerine buradan bir kez daha).

Şu an itibariyle internet üzerinden ön satışta. 10 Haziran'da da kitabevleri satışta olacak.

Okumak isterseniz diye bahsetmek istedim.

Görüşmek üzere.


Arka kapak yazısı:

"Evler barınma ihtiyacını değil, insanın terk etme ihtiyacını ortaya çıkarıyordu. İnsan, hayatı boyunca ruhunun bedenini terk edeceği gerçeğine hazırlanmakla delicesine meşguldü. Bazen de başkalarının ruhlarını bedenlerinden ayırmakla." 
Umut Erdoğan'ın ilk romanı Mahzen, bir aile faciasına odaklanıyor. Geçmişin hesabının sorulduğu bu öykü, çocukluk ve yetişkinlik arasındaki köprülerin temelindeki sevgisizliği, dehşeti ve ikiyüzlülüğü sergiliyor. İki kardeşin, İz ve Rıza'nın karanlık dünyasını aydınlatacak ışık, soğukkanlılıkla alınacak intikamlarda gizleniyor. Mahzen, yeraltından seslenen bir roman; bazen çığlık atarak, bazen fısıldayarak…


24 Nisan 2016 Pazar

Hafta Sonu: 24 Nisan 2016


Hava kesin güzeldir ya hafta sonu çünkü.

Günlerimi geçirdiğim masanın başından sevgiler, nasıl bir hafta sonunuz oldu bilmiyorum ama umarım güzel devam ediyordur ya dan en azından güzel biter.

Eşekarası Fabrikası'nı okumak için biraz ara verince bu niteliksiz fotoğrafı çekeyim dedim.

Biraz zaman olsa da başından kalkmadan tek seferde okuyup bitirsem; öyle beğendim şu ana kadar kitabı.

Bitirir bitirmez yazısını eklemek de sözüm olsun =)


16 Nisan 2016 Cumartesi

Goodreads: 2016 Okuma Hedefi, Mart Ayında Okunanlar

Koca Mart ayı boyunca okuduğum kitap sayısı sadece 5 olmuş. 
Yazı ile "beş".
Mart ayından da hoşnut değilim. 
Finallere haftalar kalmışken Nisan ayının da pek farklı geçmeyeceğini düşünürsek, artık Haziran'da bu felaket tabloyu toparlayabilirim belki.


Hafta Sonu: 16 Nisan 2016

Tam bir hafta sonu keyfi cidden.

Blog'u unutmamış olduğumu göstermek için de bunu paylaşıyorum; masamın anlık hali. Kısmen düzenli ama dertli.

İyi hafta sonları size, bana da kolay gelsin, gelebilirse.

9 Nisan 2016 Cumartesi

Stefan Zweig "Olağanüstü Bir Gece"

Vicdan azabından biraz olsun kurtulayım diye, blog'a en azından haftada bir kez kitap yorumu ekleme rutinime geri dönmeye çalışıyorum. Bu yazı da, o rutine geri dönüşü işaret eden küçük bir adım olsun. Geçen hafta da bir Zwieg kitabı hakkında yazmıştım, bu hafta da yine aynı yazar olacak. Böyle rutin içinde rutine girerek vicdan azabından yeni rutinler yaratarak kurtulabilirim gibime geliyor.

Şaka bir yana, Zweig'in geçen hafta yazısını eklediğim, bundan bir önceki yazıda da görebileceğiniz romanı Korku'nun peşine özellikle Olağanüstü Bir Gece'yi okumayı seçtim. Zira burjuvanın (benim rutinimden pek uzak olan) rutinini çok güzel eleştiriyor.

Herhangi bir maddi sıkıntısı olmayan, gelecekte de maddi bir sıkıntısı olmayacağından emin olan, gündelik hayatı burjuva rutininden ibaret olan ve bu kurgu dünya içinde burjuva olmanın yükümlülükleri gibi görülen, aslında pek çaba gerektirmeyen, yüzeysel ve basmakalıp şeylerle dolu bir hayatın içinde yaşayan Baron Friedrich Michael von R.'nin, bir gün içinde yaşadığı uyanışı anlatıyor Olağanüstü Bir Gece. Bir uyanışın ve hayata dönüşün, Korku'da olduğu gibi uzun bir sürece yayılmasından ziyade, resmen bir gecede gerçekleştiğini görüyoruz romanda.

Kibirli, kendini beğenmiş tavırlarla, tam da bir burjuvaya yakışacak şekilde gittiği bir at yarışı sırasında yaşadığı küçük bir olayın, tüm hayatına bakışını değiştirmekte nasıl bir ateşleyici haline geldiğini görüyoruz karakterin. Sıcak, samimi, çıkar içermeyen ilişkilerin pek uzağında geçen hayatının, konforla dolu günlerinin, yaratması gereken ve aslında yarattığı, sahte de olsa "kurgu bir rahatlık" gerçeğinin yavaş yavaş parçalanmaya başlaması da bu at yarışı ile başlıyor.

Kibrin, ukalalığın, kendine güvenin zirvesinde, karşısındaki bir insanı aşağılamak ve üstünlüğünden bireysel bir haz almak için yaptığı küçük bir hareket sonrasında kendisini birden hırsız konumunda buluyor karakter. Ancak, bir yandan da hayatı boyunca ilk kez karşılaştığı yeni bir benlik, yeni bir heyecan, yeni bir sıkıntı ile etrafını sarıyor. Kendini bildi bileli olan her şeyin dönüşünün yarattığı panik hali ve gerginlik içinde, alışageldiği konformist hayattan uzaklaşarak, "kendi statüsünde" olanların adım dahi atmayacağı kenar mahallerden birine gidiyor. Böylece, ilişkilerinin bağlı kaldığı kurgudan koparak, ilk kez kendisini de bir insan olarak görmeye başlıyor. Yaşadığı tüm zamanın, insan oluşundan bağımsız, kendisine biçilen kalıba uygun davranmaktan ibaret oluşunun acı gerçeği ile, rahat ve samimi ilişkilerle etrafında hayatlarını sürdüren yoksulların arasında, kendi varlığından utanan bir ızdırap ile bir gece geçiriyor.

Kendi hayatının boşluklarını, dolu dolu yaşanan hayatları görünce hisseden ve bu vicdan azabıyla dolu uyanış sonunda kendisini bambaşka biri olarak tanımlayan karakterin ağzından itiraflarla dolu, hayatın anlamını anlamsızlık yüzüne vurulunca görebilen bir insanın hikayesi.

2 Nisan 2016 Cumartesi

Stefan Zweig "Korku"

Sürekli yakındığım blog'a yazı yazacak zaman bulamama sorunu hala devam etmekle birlikte, bu cumartesi sabahında hafta içinde ders çalışmaktan yorulduğum bir gün içinde okuduğum bir kitabın yazısını paylaşayım dedim. Biraz uzun aralar oluyor son zamanlarda, olsun; Stefan Zweig'in Korku'su hakkında kısaca da olsa bir şeyler yazacak şansım varken değerlendireyim.

Kitabın başkarakteri Irene üzerinden ilerliyor hikaye. Evli ve iki çocuk annesi, son derece rahat ve sorumluluktan uzak bir burjuva hayatına sahip olan Irene'in hayatı, gizli ilişkisi üzerinden oluşan bir tehdit ile sallanmaya başlıyor. Ardından, Zweig'in kendi dönemi burjuvası için olduğu kadar, günümüz burjuvası için de pekala geçerli olabilecek çıkarımlarla dolu, Irene'in hayatı üzerinden örneklense de evrensel bir sınıfın hayatının yer yer sert bir eleştirisini yaparak ilerleyen Korku, kurgudan ibaret gibi duran, boş bir hayatın gerçeklikle arasında açılan ilk çatlaktan kendi içine sızanlarla başladığı sallantılı süreci anlatıyor.

Yaşama anlam veren tüm anlamlarının ait oldukları sınıfın beklentileri doğrultusunda şekillendiği ve söz konusu burjuva olduğunda burada öne çıkan bireysel arzuların, umursamaz gözlerin, toplumun geri kalanının reddinin eleştirisini Zweig çok net anlatıyor. 

Irene'in hayatında, ilk kez karşılaştığı şantaj gibi, burjuvanın kurgu dünyası içine yoksulluğun ve "diğer dünyanın" gittikçe sızmasıyla birlikte, Irene'in yüzleşmeye başladığı, fark etmeye başladığı her bir yeni durum, kendi hayatının da eleştirisini yapmasını sağlıyor. Yaşamının içinde bulunduğu durum, karşılaştığı risk, kaybetme ihtimalinin olduğu alışılmış konforlu burjuva hayatı gibi şeyler Irene'in iç sıkıntısıyla beraber okura yansıyor. Bir dönüşüm ve değişim süreci olarak, korku önderliğinde başlayan bu süreç, karakterin zamanla aslında ne kendisini tanıdığını, ne de ailesini tanıdığını fark etmesiyle devam ediyor. Kendisinden beklenilen burjuva sınıfına has rolleri dahilinde bir kadın olarak yaptığı "iyi bir evlilik", "iki çocuk annesi", "iyi bir evde oturması", "burjuvanın diğer üyeleri ile sosyal çevrede giriştiği ilişkilerin biçimi" gibi gerçeklikleri de bu uyanışla beraber sorgulanıyor. Gerçekten tanımadığı bir adam olduğunu ancak şantajın getirdiği korku ve vicdan azabıyla açtığı gözleri ardından fark etmesi, bu durumu en güzel yansıtan örneklerden biri.

Ahlaki ve vicdani sorgulamalar, Irene'in çektiği vicdan azabı ve korku ile çekilmez hale gelen günleri, bu gidişata bir son vermek için aklından geçenler ile beraber uyanışında daha da basamak atladığı anlar, Zweig'in kaleminden okura yansıyor; iç sıkıntısının yalın ve etkileyici bir anlatımı olarak hem de.

Irene'in hayatını önce ve sonra olmak üzere ikiye ayıran bu olay ardından okur da tıpkı karakter gibi değişimin kişisel halini görüyor; arzuların ve tutkuların, amaçların, korkular, beklentilerin yeni bir hal alması gibi.

Korku, burjuvanın konforlu gerçek dünyanın sorunlarından bihaber halde yaşamasının ortalama bir tablosunu çiziyor. Burjuvanın kendi gerçeklikleri içinde, kendi ahlak ve dünya anlayışları içinde nasıl bir sahteliğin içinde olduklarını gösteriyor Zweig. 

"(....) içi soğuk olan her insan gibi, kendisi yanmadan tutku ateşiyle sarılmış olmaktan hoşlanıyordu." (sayfa 12'den alıntıdır)

27 Mart 2016 Pazar

Hafta Sonu


Hiçbir kitap yazısını blog'a ekleyemediğimden yine vicdan azabı dolarak bugün masamın halinden fotoğraf paylaşıyorum.

Geçsin şu vizeler, yazacam - umarım =)

Sevgiler.

5 Mart 2016 Cumartesi

Hafta Sonu


Hafta sonum böyle başladı.

Hadi bana kolay gelsin.

3 Mart 2016 Perşembe

Yeniler


Bugün pek zor bi gündü birçok anlamda. Eve dönünce gelen kargo baya bi sevindirdi ama. Son bir ay içinde ne zamandır almak istediğim kitapları aldım; iyi oldu. 

Üzülecek şey çok da, sevinecek şey pek az bulunuyor. Bunlar da beni sevindiren ender şeylerden biri olduğu için, yani kitap oldukları için paylaşmak istedim. 

Bunları okudukça yazacağım; hatta birini - evet en kısalarından birini - aç gözlü gibi, sevinçten bugün okudum bile. Ama yazısını eklemeyi düşünmüyorum.

Yazmaktan böyle çekineceğim hiç aklıma gelmezdi.

Neyse.

Selamlar.




Goodreads: 2016 Okuma Hedefi


An itibariyle 2016 başından beri sadece bunları okuyabilmişim ders dışında. 

Hoşnut değilim.

Her hafta bir kitap bitirme planımı da gerçekleştirememişim iki aydır.

Ondan da hoşnut değilim.

Neyse, arayı kapatmaya çalışalım. Bunu da ekledim ki hem bu yazıyı yazarken hem de bu yazının burada olduğunu fark ettiğim her anda vicdan yapıp iyice, daha da uykusuz kalıp okuyayım.

Üç gündür toplam 10 saat bile uyumamış blogger'ınızdan selamlar.

29 Şubat 2016 Pazartesi

Ne Okuyorum?


Ne okuyorum değil; ne yapıyorum.

Bu masada kaybolmuş haldeyim bu gece.

Blog'u ihmal ediyorum ya bu aralar, vicdan azabı çekmeyim diye en azından masamın bu geceki halini paylaşayım dedim.

Şuralarda bi yerdeyim işte....


27 Şubat 2016 Cumartesi

Arthur Asa Berger "Durkheim Öldü!"

Geçen hafta içi Durkheim Öldü'yü okudum. Aslında okumak aklımda yoktu; daha sonra okumayı planladıklarımdan biriydi ama son zamanlarda roman okuma ve blog'a kitapların yazılarını ekleme konusunda kendi planlarıma maalesef uymadığım için, sıkışık bi günde birkaç saati bu kitaba ayırdım. Hem ders çalışırken bir süre sonra gözlerimin önünde ve kafamda oluşabilecek "mavi ekran"dan kurtuldum, hem de bu sürükleyici kurguyu okumuş oldum.

Arthur Asa Berger bir akademisyen; edebiyat, felsefe ve iletişim alanında çalışmaları var. Durkheim Öldü adlı kitabında ise sosyolojinin akla gelen ilk isimlerinden çoğunun dahil olduğu bir kurgu ile Sherlock Holmes ve doğal olarak Watson'ın da dahil olduğu bir hikaye anlatıyor. Bu roman, bir yandan Holmes'un varlığının sebebi olarak hem bir gizemi aydınlatan hem de kitapta yer alan düşünürlerin fikirleri hakkında konuyla ilgilenenler ya da aslında ilgilenmeyenler için bile kısa bilgileri, hikayeye yedirerek veren bir roman.

Olaylar 1910 yılında, Londra'da geçiyor. Sosyal teori alanında dönemin öne çıkan isimlerinin katılacağı bir konferans öncesi yapılan bir davette çıkan bir kavga ve sonrasındaki gelişmeler bir polisiyeye dönüşüyor.

Max Weber, Emile Durkheim, Beatrice Webb, Georg Simmel, Vladimir Lenin, W.E.B. Du Bois gibi sosyal teori alanında çalışan düşünürlerin yanında Sigmund Freud da romanın karakterlerinden biri.

Her bir düşünürün kendi fikirleri, Sherlock'un ortadaki gizemli durumun (durumu anlatmak istemiyorum ki kitabın tadı kaçmasın) aydınlatılmasında Watson ile her bir düşünürü sorguladıkları anlarda okura sunuluyor. Çok uzun bir kitap değil; ancak her bir düşünür hakkında fikir sahibi olmaya yetmeyeceğine dair bir şey söylemek de anlamsız. Zira ilk akla gelen düşünceleri kitapta yer yer alıntılarla veya karakterlerin konuşmalarında veriliyor.

Kitabın başında her bir düşünüre dair bilgilendirme; kitabın sonunda ise bir kaynakça, her bir düşünürün eserlerinden birkaçına dair bilgi ve romanda geçen, bahsi geçen isimlerle akla gelen terimler için de bir sözlük mevcut.

Sosyolojik polisiye; sonundaki sürprizi de güzel. Yazar oldukça fazla ipucu vermiş ve gizem kısmen sonuna yaklaşmadan bile çözülebilecek şekilde ama yine de "Neden?" sorusunun cevabı sonda açıklanıyor.

Tavsiyedir.

21 Şubat 2016 Pazar

Paula Hawkins "Trendeki Kız"

Yine blog'a yazdığım son yazıyla arasından baya zaman geçmiş olan bir yazı ve ben yine "artık blog'a düzenli yazmaya geri döncem" şeklinde döndüm bu yazıya başlarken.

Goodreads'te takip ediyor musunuz bilmiyorum ama kitap okuma alışkanlığımdan bir şey kaybetmediğim halde biraz insanlıktan çıkmış bir yoğunluk yaşadığım için resmen blog'u ihmal etmeye başladım. Okuduğum her kitap için, kitap biter bitmez yazdığım blog yazıları biraz maziye gömüldü sanki.

Dün sabaha karşı bitirdiğim Trendeki Kız'ı ekleyim en azından bu pazar günü dedim; çünkü son yazıda "ekleyeceğim" dediklerim de hiçbirini eklemedim.

Günah çıkarma kısmını bu şekilde atlattığımı düşünerek kitabı döneyim tamam, yeter.

Trendeki Kız'ı geçtiğimiz haftalarda beni ekonomik olarak çökerten kitap alışverişlerinden birinde "bi tane de roman olsun yav" diyerek sepete eklediğim kitaplardan biriydi. Çok satan kitaplar kötüdür, gibi kesin bir yargım olmadığı için, 13. baskısını yapan bu kitabı merak ediyordum zaten.

Neden çok sattığını çok da düşünmenize gerek kalmıyor; çünkü kitap sürükleyici. Okumamış olanları da düşünerek konuya dair çok az bir şeyler yazmaya çalışıyorum bu tip kurgularda; o yüzden yazı baya kısa olacak, belirteyim.

Tam bir çöküntü içinde olan baş karakter Rachel, günde iki kere trenle önünden geçtiği evin içindeki bir çifti izleyerek, onlara kendi sahip olmadığı ya da kaybettiği bir aile huzurunu, aşkı ekleyerek kafasında canlandırıyor, kendi koyduğu isimleri ile onları bir hikaye haline getiriyor. Kafasında. Kitabın hikayesi ile bu hikayenin, gerçek hayattan aldığı pek ciddi bir darbe ile Rachel'in kafasında kurguladığı bu çiftin gerçek hikayesine dahil olması ile başlıyor diyebilirim.

Trendeki Kız'ın kurgusunda muazzam bir yön yok benim için. Geçen yıl sanırım bu dönemler okuduğum Gone Girl'ü anımsattı ilk başlarda; ne kadar sağlıklı olacak bilmiyorum ancak bu anımsatma sonucu iki kitap arasında istemsizce yaptığım bir karşılaştırmada Trendeki Kız kurgusu ile geride kaldı diyebilirim. Karmaşık bir kurgu olmadığı gibi, okurun sonuca kendiliğinden gitmesi için birçok ipucu da mevcut. Öte yandan, bu paragraf size kitabı kötülüyorum gibi gelmesin; dediğim gibi sağlığından emin olamadığım bir karşılaştırmanın da bu satırları yazmamda etkisi var. Kitabı otursanız bir gecede okursunuz, bir gecede kendisini de okutur. Sürükleyiciliğine bir şey demiyorum zaten.

Bu tip gizemli kurguları seviyorsanız, tavsiye ederim. 

4 Şubat 2016 Perşembe

Uzun Aranın Ardından




En son eklediğim yazıda güya o gün içinde başka yazılar da ekleyeceğimi yazmışım ama eklemedim gördüğünüz gibi. 

Üşendim açıkçası. Biraz yoğun ve fazlasıyla kötü geçen iki ayın ardından biraz kafa dinlemiş olabilirim. Hatta kafamı fazla dinlemiş olabilirim zira iki haftalık tatilde sadece iki kitap okudum. Fakat iyi dinlemişim. 

Günah çıkarma gibi bir şey yapıp önümüzdeki birkaç gün içinde yazılarını eklemeyi düşündüğüm kitapları sıralayarak blog'u eski "yaşarken ölmemiş" haline getirmek yolundaki ilk adımımı atayım o zaman:

Jo Nesbo "Kardan Adam"
Thomas Mann "Aldanan Kadın"
John Burnside "Kutup Dairesinde Bir Ev"
Cemil Meriç "Saint - Simon, İlk Sosyolog, İlk Sosyalist"

Bu arada; nasılsınız?

Not: Görselin içerikle alakası yok; bugün çektiğim için buraya ekledim. 

19 Ocak 2016 Salı

Oktay Rifat "Bir Kadının Penceresinden"

Bence uzun süren bir aradan sonra, blog'a yeniden yazmak güzel. Ancak zaman bulabildim. Ancak herhangi bir şekilde gün içinde üç saatten fazla uyuyabildim. O yüzden bu "uzun ara" ardından blog'a bugün üç yazı eklemeye karar verdim. 

Son bir ay içinde kurgu bir kitap okuma şansım neredeyse olmadı. Okuduğum tek tük kurgu kitabın ise yazısını yazmaya zamanım olmadı.

Bir Kadının Penceresinden'i ne zaman okuduğumu hatırlamıyorum (aslında goodreads profilimden bakabilirim ya da not aldığım defteri açabilirim ama üşeniyorum). Kütüphanede ders beklerken görüp hemen almıştım bu kitabı da. Hemen alma sebebim arka kapak yazısıydı. Hemen aldım diyince kitaba aşırı biçimde "atlamadım" ama hemen aldım. Arasında bir fark var. Neyse.

Kitabın girişinin uzun uzun Marksist eleştirisi yapılabilir. Giriş dediğim de ilk bir kaç sayfa yani. Ama ben çok beğendim. Kitap 1976 yılında yayınlanmış ve dönemin siyasi hareketleri içinden karakterler barındırdığından neredeyse dersten alıntılanmış bir metin gibi duran kısım bence kitabın hikayesinin altındaki asıl hikayenin derdini çok güzel özetlemiş. 

Kitapta çok fazla karakter yok, Karakterlerin her biri yerine, kitaba adını verdiği üzere "bir kadının penceresinden" bakıyoruz hikayeye. Bu hikayede yoğun bir kasvet, yoğun bir umutsuzluk var. Bunu dönemin Türkiye'sinin genel havasına ve karakterlerin özel hayatlarının dış dünyadan etkilenerek aldığı ve ikili ilişkileri ve hayatlarının tamamına yayılan kasvet ve umutsuzluğa da bağlayabilirsiniz. Her bir satırında sinmiş bir karanlık, kasvet, hüzün var.

Ekonomi - politik ekseninde seyreden göndermeler ve içerik haricinde hikayedeki asıl nokta bir kadının hayatındaki kasvet. Karanlık ve güneşin pek kendini göstermediği günlerden birinin gecesinde okumuştum kitabı. O kasvetin ağırlığı ile yüzümde kalmış tek tük mimik de yok oldu ve kitabın kapağını kapatınca ifadesizce çalışma masamın başına tekrar oturdum. Şu son cümlem olumsuz bir yorum gibi durmasın. Tam aksine olumlu bir yorum aslında.

Klavyemdeki virgül çalışmadı için yazdığım yazıyla şu an aramda bir gerginlik oluştu. Bir sonraki yazıda virgün sorununu halletmem lazım.

Kısaca toparlayım: 1976'nın Türkiye'sinde bir kadının hayatının girdiği çıkmazla beraber bir ülkenin içinde bulunduğu durumu kısaca anlatan bir hikaye. 

31 Aralık 2015 Perşembe

İyi Seneler (Ya Tutarsa?)

Sizin için nasıl bir yıl oldu bilmiyorum.

Benim için güzelliklerine gülemediğim, olan birkaç şeye bile sevinemediğim, azabın ve kasvetin içinde bir şeyler olsun diye çırpınıp durduğum bir yıl oldu.

Bireysel ya da toplumsal, dünyadaki tüm acıların bir gün geçeceğine olan inancımın iyice zayıfladığı, kaybettiğim her şeyin asla geri gelmeyeceğine olan inancımın ise iyice güçlendiği, yer yer uçurumun kenarından dönüp durduğum bir yıl oldu.

Ama yine de, sevdikleriniz, sevenleriniz varsa, bir şeylerin güzel gideceğine olan inancınıza sahip çıkın, onu kaybettiğinizde asıl son gelir.

Aklınıza sahip çıkın, aklınızın ve sağlığınızın değerini bilin. Bunların kaybının telafisi asla olmaz.

Tüm umutları geride bırak yazısının altından geçmeyin.

Okuyun, güzele, iyiye ve doğruya ulaşmak için çabalayın.

Bir sebep bulun, bir şey bulun.

2016, herkes için güzel olsun, dileğim bu.

Diyorum ya, YA TUTARSA?

Sevgiler.


14 Aralık 2015 Pazartesi

Ne Okuyorum?


Evden çıkana kadar bu kitap, bu kahveyle, bu iki kediyle ve bu ölü bitkilerleyim bugün.

Siz ne okuyorsunuz? 



12 Aralık 2015 Cumartesi

Alıntı: John Burnside "Kutup Dairesinde Bir Ev"

Image link: http://40.media.tumblr.com/983a517f55f904463210b4bbded7a866/tumblr_nwxm9n1UuM1uffvh4o3_1280.jpg

"İç içe olmaktan hoşlanmam. Dokunulmamayı severim. Dünyada çok fazla temas var. Çok fazla iç içe geçmişlik var. Belki birbirimize bağımlı olduğumuz dünyadaki her şeyin bir başka şeye bağımlı olduğu doğrudur. Ama biz aynı zamanda aradaki mesafelere de bağımlıyız. Mesafelere ihtiyacımız var, çünkü düzeni mesafeler sağlar. Haritaları da bu yüzden severim ben, çünkü haritalar bir şey ile diğeri arasındaki boşluğu gösterir."

(sayfa:62)

20 Kasım 2015 Cuma

Bertrand Russell "The Practice and Theory of Bolshevism"

Grip gibi bir hastalığın ilk günlerini yaşarken bir yandan da ders çalışırken yine kendi rutinimi bozmadım ve nefes almak, yani mola vermek için bi kitap yazısını daha blog'a ekleyim dedim.

1920'de kalem aldığı kitabında Bertrand Russell, SSCB'de bizzat gözlemlediklerini aktarıyor. Bolşevizm'in yeni bir inanç, parlak bir gelecek, refah, ekonomik sıkıntıların sonlanacağı ve elbette savaşın duracağı yeni bir inanç olarak sunulduğunu ifade ediyor. Çöküşüne dek dünya tarihindeki en önemli olaylardan biri olarak incelenen ve incelenmeye devam edecek olan dönemin  Russell'ın yer yer kendi fikirleriyle, önerileriyle ve öngörüleriyle devam ediyor kitap. İlginç olan noktalardan biri de Russell'ın Bolşevikler'e yönelttiği öneriler, hatta tedbirler, aslında çöküşün önlenmesinin ihtimallerini ve neredeyse zorunluluklarını Russell'ın gördüğünü ispatlıyor. Her durum için bunu benim söylemem mümkün değil ancak özellikle gıdaya erişim ve kıtlık konusundaki sıkıntıyı dillendirmesi ve bunun çözümüne ve gelecekte yaratabileceği sıkıntıya yönelik Russell'ın öngörüleri bana en azından birkaç durum için bunu ifade ediyor.

Dışa kapalı yönetimin, özellikle teknoloji konusunda dış desteğe olan sıkı tavrının, ülkenin geleceği için büyük bir tehdit olduğuna değiniyor Russell. Ekonomik kalkınma için yurtdışından takviye, yani ekonomik teknik destek alınmasının reddedilmesini yadırgıyor Russell. Yol gösterici olarak ekonomi konusunda danışmanlara acilen ihtiyaç olduğunu vurguluyor. Bunu öyle şiddetli ifade ediyor ki, düzenin yıkımının bu ihtiyacın giderilmemesi ve görülmemesi yüzünden olabileceğini söylüyor. Ancak burada getirdiği önerilerden birinin, günümüzde olduğu gibi o anda da kabul görme ihtimali pek düşük, hatta yok: Russell, SSCB'nin ABD ile ticati ilişkilere girmesini tavsiye ediyor.

Bizzat olayın yerinde gözlemlerini aktaran yazar, kaynaklara erişim, seyahat, uzun çalışma saatleri gibi konulara rağmen halkın çoğu başkentten farklı olarak yasadışı durumlardan uzak olduğunu, hatta neredeyse hiç olmadığını ve güvenlik konusunda bir açığın Moskova sokaklarında olmadığını belirtiyor. Ek olarak, Londra ile kıyasladığında Moskova'yı hayli kasvetli ve sıkıcı buluyor ki bunun genel-geçer bir bilgi olmayışından ziyade cidden sıkıcı dahi olsa geçirilen zor zamanlar ardından bir karnaval havasında olunmasının da beklenmemesi gerektiği aşikar.

Toplumun farklı kurum ve yapılarına dair gözlemlerini aktaran yazar, devlet okullarındaki Bolşevik propagandaya, kültürel hayatın öne çıkan unsurları tiyatro ve operada bu propagandanın durumunu yine kendi şahitliği ile kaleme alıyor.

Russell'ın Moskova ziyaretini "ilginç bir deneyim" olarak yorumluyor ancak gezisinde "yenilikçi bir devlet anlayışını göremediğini" de ifade ediyor.

Konuyla ilgilenen olursa diye kitabın yazısını eklemek istedim. Benim kısa yorumumdan hayli fazlasını içeren, kolay okunan bir kitap. 

12 Kasım 2015 Perşembe

Tom Bottomore "Classes in Modern Society"

Arada bir İngilizce kitaplara da blog'da yer vermeye karar verdim. Ağırlıklı olarak bir süredir belirli bir alana yoğunlaştığım için, okuduğum kitapların çoğu da bu alana ait olmaya başladı. Bu demek değil ki kurgu okumaktan vazgeçtim; şu an dört kitabı aynı anda okuyorum ve birisi polisiye bir kurgu, yakında yazısı gelecek hatta. Neyse konuya dönelim.

Masanın üzerinden bana bakan kitaplardan birinin üzerinde şu sıralar kesin bir "Bottomore" yazısı oluyor, kendisi İngiliz bir sosyolog, aynı zamanda Marksist. Sınıf kavramı gibi bir türlü uzlaşıya varılamayan konulardan biri hakkında yazarken de, ağırlıklı olarak Marksist kuram üzerinden konuya yaklaşan ve kitabı kaleme aldığı dönemin kutuplaşan dünyasındaki sınıf kavramı ve rejimler arasındaki ilişkiden sık sık örnekleme yapıyor.

Sınıf kavramının sanayileşme sonrasında ve zamanla modernleşen dünyada daha büyük bir anlaşmazlık içinde tanımlanması sorunun sebeplerini sıralarken bir yandan da sınıf olma ve sınıf bilinci gibi konuları ele alıyor Bottomore. Amerika ve dönemin SSCB'si üzerinden kıyaslamaların da yer aldığı kitapta Bottomore, kapitalist ve sosyalist rejimler içinde sınıflar arası farklara değinirken, ayrıştırıcı olan noktanın sınıflar arası uçurumun büyüklüğü olarak yorumluyor; Sovyetler'in "üst sınıfı" ile kapitalistlerin "üst sınıfı" arasında, bulundukları toplumda kendilerinden farklı olan sınıflarla aralarındaki uçurumun daha az olduğunu belirtiyor. Yine de tam bir homojenliğin ya da heterojenliğin sağlamadığı analizini tüm toplumlar genelinde vurguluyor.

Egemen sınıfın egemen ideolojiyi yaratacağı iddiasındaki Marx'ın, her bir sınıfın aslında kendi ideolojisine de sahip olacağı şeklinde bir ekleme yapan Bottomore, Marx'ın işçi sınıfının toplumsal değişmedeki rolünün lokomotif görevi göreceği konusundaki düşüncelerine de yer veriyor ve içinde yaşadığı dönemin toplumları ile beraber analize tabi tutuyor.

Tam ve net bir tanımın, herkes için geçerli ve tek bir doğruda ilerleyen bir sınıf tanımının aslında olmadığı, farklı kuramlar içindeki tanımların zaman zaman farklı kuramların tanımlarını doğurduğu ya da beslediği bu konuda aslında hala net olan bir şey var ki sınıf ve sınıfa aidiyet duygusu, gerçek bir olgu ve konu. 

İnce bir kitap, denk gelir de okumak isterseniz, pek tartışmalı olan sınıf konusunda faydalı olacağından emin olduğum bir kaynak.

Not: Görsel bana aittir, kullanmadığınız için teşekkür ederim.

11 Kasım 2015 Çarşamba

Cemil Meriç "Saint - Simon, İlk Sosyolog, İlk Sosyalist"

Yorgunluktan gözlerim kapanmak üzereyken ve masamın üzerinden bana bakan günlük çalışma planında henüz hiçbir işin üzeri çizilmemişken benim kitap yazısı yazmak için blog'a gelmemin sebebi ne?

Biraz buraya yazayım, biraz uykum açılsın ve biraz da üzerimdeki yorgunluk kalksın istiyorum. O arada da daha fazla zaman kaybetmeden bir kaç kitap yazısı eklemek istiyorum; zaman bulamadığımdan şu an yazısını yazmadığım iki kitap daha var, umarım önümüzdeki 48 saat içinde kendilerini blog'da okuyabilirsiniz.

Saint - Simon hakkında okunabilecek en güzel kaynaklardan birini yazan Cemil Meriç'e buradan teşekkürlerimizi sunarak başlamak istiyorum. 

Henri de Saint - Simon genelde neredeyse elinde büyüyen Auguste Comte'un ardında gözardı edilerek, sosyolojinin kurucusu olarak pek ilk akla gelen isim olmaz. Zaten "kurucu" tanımının bir kişiyi öne çıkarmak için kullanıldığını düşünürsek, yakın zamanlarda yaşamış olsun ya da olmasın, kimin sosyolojinin asıl kurucusu olduğu konusunda pek kesin yargılarla konuşmak istemem. Zira bu konuda birkaç farklı ismin sürekli birinci sıraya inip çıktığını ve sürekli farklı insanlarca "ilk" sayıldığına çok tanık oldum.

Saint - Simon soylu bir ailede doğan ancak bu soyluluğu elinin tersiyle iten ve yoksulluğa, sefalete düşen ve kimilerince "ütopyacı sosyalist" olarak anılmasına sebep olacak olan çalışmalarına kendini adayan bir toplumbilimci. 

İlk sosyalist olarak anılmasında, kendinden sonra gelecek olan Karl Marx'ın düşüncelerine büyük ölçüde yön verecek olan düşüncesi, daha doğrusu analizi yer alan Saint - Simon, bu analizinde üretimin toplumu yarattığını ve üretimin devamlılığının, insanlığa barış, huzur, refah ve devamlılık getireceği yöndeki görüşü. Marx'la ortak noktasının aslında "üretim" ve "üretim araçlarına" ve "üretim araçlarının denetime" olan vurgusu olarak düşünebilirsiniz. Aynı şekilde Saint - Simon kendinden sonra gelen Pierre Joseph Proudhon'un da düşüncelerinin gelişmesinde büyük pay sahibidir. Zaten ilham verdiği düşüncelere bakarsanız, Saint - Simon'a neden "ilk sosyalist" denildiğini de görebilirsiniz.

İlginç biçimde, yer yer fazla ve mantık dışı bir biçimde de olsa Saint - Simon, tüm ülkenin üretim sürecine devlet planlaması ile katılması ve bu noktada sermayedarların ve bankacıların büyük rol oynaması ile refaha ulaşılabileceğini söylüyor. Fakat, Saint - Simon'a getirilen en büyük eleştirilerden biri olan sistemsiz, düzensiz, yöntem olarak zayıf ve aslında analizin sonunu bir eylemliliğe bağlayamıyor oluşu düşüncelerini bazen "harcıyor" diyebiliriz ki bunu zaten diyorlar, bana has bir yorum değil. 

İktisadın, ahlakın, eğitimin devlet eliyle refaha yönlendirilmesi ve bu yönlenmenin süreci boyunca ve sonunda barışın egemen olması Saint - Simon'un ideali olarak karşımıza çıkıyor. Son sözü "birbirinizi seviniz" olan Saint - Simon'daki insan sevgisi, insanların ideal davranışlar içinde sistemin sürekliliği için ve yalnız refah uğruna çalışacakları dünya tasviri, cidden insanın kalbini burkacak denli iyimser ve maalesef gerçekleşmekten uzak.

Buna rağmen, Marksist kuram ile örtüşen noktalarının ya da ele aldığı bir çok durumun analizinin başarısı, Saint - Simon'un eleştirilmesine rağmen neden bazı büyük kuramların doğuşunda temel olduğuna da bir işaret. Örneğin yabancılaşma teorisinin Saint - Simon'da nasıl filizlendiğini görmek ya da tıpkı Marx'ın ileride vurgulamış olduğu gibi sosyal gerçekliği bir üretim olgusu olarak işlemesi.

Endüstrilizasyon, ifadesi ile endüstrileşmenin mükemmel toplum yaratmadaki önemine dikkat çeken Saint - Simon, bir yandan özel mülkiyeti korurken bir yandan da haksız ve üretim dışından gelen mülkiyeti, örneğin mirası, tamamen reddetmektedir. Zira miras, emeksiz bir kazançtır. Bunun yanında dediğim gibi özel mülkiyete karşı durmaması, yalnız özel mülkiyet anlayışını toplumsal refah için kullanılan bir özel mülkiyet olarak ele alması onu Marx'tan ayıran noktalardan biri.

Kısa bir kitap, kısa ama dolu dolu bir kitap ve Cemil Meriç sayesinde Saint - Simon hakkında okuma yapmak isteyenler için hazine değerinde bir kitap. Ben eski bir basımını okudum, ancak yeni basımı farklı bir yayınevi tarafından yapılmış ve piyasada da mevcut.

Not: Görsel bana aittir, lütfen kullanmayınız.

7 Kasım 2015 Cumartesi

Mihail Lermontov "Zamanımızın Bir Kahramanı"

Bir süredir devam eden, herhangi bir isim koymadığım ve bu yüzden sürekli "Rus edebiyatının klasikleri içinde yer alan ve benim okumadığım romanları okuma" şeklinde ifade etmeye mecbur kaldığım okuma "maratonu"nda bu hafta Mihail Lermontov'un Zamanımızın Bir Kahramanı adlı kitabı var.

Kitabı geçtiğimiz hafta bitirdim ancak yazısını eklemeye bir türlü zamanım olmadı; çünkü nasıl oluyor bilmiyorum ama ders çalışırken sıklıkla psikoza girmiş de psikozu ders çalışmak olan bir insana dönüştüğümden zamanım olmadı.

1814 Moskova Mihail Lermontov'un hayatı benim yaşımdayken bitmiş; o da 27'sinde, bir düello sonucu hayatını kaybetmiş. Trajik bir durum; Zamanımızın Bir Kahramanı'nda geçen düello bölümlerinde yazarın hayat hikayesini kitabın girişinde kısaca da olsa okuduğum için, roman içinde geçen bu bölümlerde bir efkar bastı. 

Zamanımızın Bir Kahramanı, ilk başta bir yol hikayesi gibi başlıyor; şu an Gürcistan olan bölgeden dönmekte olan bir anlatıcının, yolda karşılaştığı ve sıklıkla coğrafyanın farklı halkları hakkında önyargısı bol ifadelerle geçmişinden anları onunla paylaşan bir başka karakterle yolu kesişiyor. Böylece Zamanımızın Bir Kahramanı'ndaki asıl kahraman da yavaş yavaş okura tanıtılmaya başlanıyor; anlatıcımıza aktarılan bu anıların içindeki bir karakter, Peçorin karakteri, sayfalar ilerledikçe hikayenin merkezine yerleşiveriyor.

Anlatıcı bir süre sonra değişiyor; zira roman, Peçorin'in kendi günlüğünden bölümler ile devam etmeye başlıyor.

Peçorin ilginç bir karakter; içinde bir kötülüğün yeşerdiğini gördüğünüz sayfalarda bile aslında kötü olmadığını hissedebilirsiniz: Neyi neden yaptığına anlam veremediğiniz her seferde, bir sonraki sayfada karşınıza çıkacak maziden bir karenin ya da mazinin doğurduğu bir ruh halinin sizi hem hüzünlendireceğini, hem de Peçorin'in davranışlarını anlamak için gerekli sebebi verdiğini göreceksiniz.

İnsan ilişkilerinde fazla sıcaklığı olmayan, kadınlar konusunda bir hırsın, bir hayalkırıklığının hırsının esiri olan, özgürlüğüne düşkün ve aslında tüm umutlarını geride bıraktığı pek ala da anlaşılabilen bir karakter Peçorin. Ne kadar mutlu ya da mutsuz bir hayatınız oldu bilmiyorum ancak Peçorin'in karakterini yansıtan ifadelerdeki umutsuzluk ve hüzün, sizi en az birkaç kere kendisine çekecek bir ortak nokta yaratacaktır diye düşünüyorum.

Kendi ağzından, kendi ifadeleriyle içini döktüğü, ancak sadece günlüğüne içini döktüğü bölümlerde, çevresi için çoğu zaman kibirli ve umarsız görünen Peçorin'in aslında nasıl bir acının pençesinde olduğu, yitmiş bir hayatın yasını aslında nasıl geleceği ve şimdiyi neredeyse silip atarak, onu yaşamayı reddederek devam ettiğini görmek mümkün.

"Bütün dünyayı sevmeye hazırdım; değerlendiren çıkmadı: Böylelikle de nefret etmeyi öğrendim. Renksiz gençliğimi, kendime ve dünyaya karşı giriştiğim savaşta tükettim. Alaya alınmaktan korktuğum için en iyi duygularımı yüreğimin derinliklerine gömdüm. Orada silinip gittiler. Hep doğruyu söyledim, inanılmadım. O zaman kandırmaya başladım." (syf:127)

Philip Zimbardo "Şeytan Etkisi"

ŞEYTANIN ETKİSİ NASIL OLUŞUYOR?

Topluma kazandırma amacıyla rehabilitasyon işlevi olduğu atfedilen hapishanelerdeki tutukluların ve gardiyanların psikolojisini gözlemlemek amacıyla 1971 yılında sosyal psikolog Philip Zimbardo önderliğinde yapılan, bir hapishane simülasyonu olan Standford Hapishane Deneyi aradan geçen zamandan bağımsız biçimde hala akademik ya da akademi dışı biçimde sıkça konuşulan, filmlere konu olan bir deney.

Say Yayınları'nın Psikoloji Dizisi kapsamında Canan Coşkan'ın çevirisiyle kısa zaman önce okurlarla buluşan Şeytan Etkisi (The Lucifer Effect), deneyin mimarı Philip Zimbardo'nun kaleminden çıkan, yazarın deney öncesinden sonrasına dek gözlemlerini içeren, deneyin günlük gidişatının kayıtlarının deneye katılanların ve gözlemcilerin ifadeleri ile aktaran uzun bir bölüm içeren, bunun haricinde son yıllarda Ebu Gureyb'deki durumu gözler önüne seren bölümler gibi bir çok yönden insan ve insan psikolojisinin ne hale, nasıl getirildiğini/geldiğini anlatan bir kitap.

Tamamen gönüllü, birbirini tanımayan öğrencilerin katılımı ile gardiyan ve tutuklu olarak bölünen deney grubunun, oluşturulan hapishane ortamında iki hafta sürmesi planlanan deneyin başlaması ile beraber geçirdiği inanılmaz psikolojik evrim, Zimbardo'nun ve deneyin diğer gözlemcilerinin bile beklemediği tepkilerin ve değişimlerin yaşanmasına sebep oluyor. 

Deneklerin kendilerine verilen rollere adapte olmalarının da ötesinde bir durumun zamanla daha da oluşmaya başladığı Standford  Hapishane Deneyi'nde otoriteye sahip olan ve idareci konumunda yer alan gardiyan rolündeki deneklerle ve pasifleşmeyle gelen kabul edilmiş çaresizliğin içine neredeyse her saat daha da fazla hapsolan tutuklu rolündeki deneklerle deney, Zimbardo ve ekibi için de beklenmedik durumlar ve sonuçları ortaya çıkarıyor. 

Beklentilerin ve öngörülerin deney süreci içinde ulaştığı beklenmedik noktalara örnek olarak ise katılımcıların kendilerine verilen roller karşısındaki hızlı uyumu ile beraber gelen, psikoza varabilecek kadar güçlü travmatik sonuçlar ve otoriteyi ele geçiren deneklerin rollerine sağladıkları hızlı uyumla beraber ortaya çıkan zorbalık denilebilir.

Tutuklu olan grup üzerinde deneyin ve gardiyan rolündeki grubun yarattığı travmatik ve yıkıcı etkinin ruhsal boyutta hasar yaratmaya başlaması, isyankar ya da yıkıcı davranışların oluşması, zorbalığa meyil ve özellikle gardiyan olan grup içinde gittikçe artan otorite kaygısına dayalı psikolojik şiddet uygulama eğilimi, Zimbardo'nun gözleminden ve kaleminden okurken dahi rahatsız edebilecek seviyeye ulaşıyor.

İnsan psikolojisini anlamak için yakın tarihte adı hiçbir dönem eskimeyen bir deneyin ağırlıklı anlatıldığı Şeytan Etkisi, bir yandan da yakın zamanda tanık olunan ve çoğu insan için bunu sadece bilmenin bile rahatsızlık yaratabileceği insanlık dışı uygulamalara da yer veriyor.

Orta Çağ'ın "cadı" diye yaftaladığı kadınları katletmesinden, Ruanda'da yaşanan akıl almaz katliamlara kadar bir çok "kötülüğü" aktarıyor Zimbardo. Özellikle kitlesel kıyım ve yıkımlarda kitlenin yönlendirilmesi konusunda yönlendirenin söylemini yaratmasındaki öneme vurgu yapıyor. Ruanda'da komşunu komşusuna katlettiren güdülenmenin hangi psikolojik noktalara temas ederek oluşturulduğu örneğinde olduğu gibi, küçük ya da büyük çaptaki tüm şiddet eylemlerinde insanı güdüleyenin neler olduğunu, neler olabileceğini ve bu ihtimallerin nasıl amaçlarla kullanılabileceğini/istismar edilebileceğini anlatıyor.

Kötülüğün simgeleşmiş isimler üzerinden, bireyin güvenli ve konforlu yaşam alanından uzakta ve ona asla yaklaşmayacak noktada bir tasvir olarak bireye tanımlı kılınmasına da aslında bir eleştiri getiriyor. Zira Ruanda'da komşusunu katleden insandan tutun da Standford Hapishanesi Deneyi'nde gardiyan rolüyle hakaret boyutuna varan bir tarzda, kötülüğün gittikçe arttığı dozlarda aslında tıpkı kendisi gibi sadece bir katılımcı olan tutuklu rolündeki yaşıtlarına psikolojik baskı uygulayarak şiddetten zevk alan öğrencinin de aslında bir zamanlar "kötü olmayan"lar arasında olduğunu söylüyor. Uygun zemin ve güdülenmeyi tetikleyecek bir kıvılcım bulduğunda bahsettiği şeytanın etkisinin nasıl ortaya çıkabileceğine değiniyor.

Sadece bir sosyal psikoloji çalışması değil, günlük hayatın her yerinde hemen her şekilde karşımıza çıkan şiddetin birey ve kitle üzerindeki etkisi hakkında okunabilecek bir kitap. New York Times'ın çok satanlar listesinde de yer alan Şeytan Etkisi, insanı anlamak için, şiddetin boyutlarının ve şiddete yönelimin keşfedilebilmesi açısından da önemli bir kaynak.

Not: Bu yazı daha önce Cumhuriyet Gazetesi'nde yayınlanmıştır.