10 Kasım 2016 Perşembe

Arrighi, Hopkins, Wallerstein "Sistem Karşıtı Hareketler"

Sistem karşıtı hareketlerin yapısını göstermek adına, sınıf ve statü kavramlarını dünya sistemleri kapsamında yeniden ele alarak girişi yapan yazarlar, ikilik saplantısının ve ulus - devlet üzerinden ilerleyen tartışmaların değerlendirmesine de böylece başlamış oluyor.

Ulus - devletler üzerinden somutlaşan iktidarın dünya ekonomisi için kapitalist bir tutum izlemesi ve ulusal mücadele için de bir savunma aracı olarak eşzamanlı biçimde kullanılabileceğini vurgulayan yazarlar, sistem karşıtı hareketler olarak gelişen milliyetçi - antiemperyalist ve proleter anti - kapitalist niteliklerden biriyle kendilerini görünür kılmaya çalışan hareketlerin gittikçe "ulusal kurtuluş hareketleri"ne dönüşmeye başladıklarının altını çiziyor. Bu noktada Marx'tan bir anlamda ayrışma da mevcut demek mümkün hale geliyor; Marx'ın işçi sınıfına yüklediği görev içerisinde birleştirici nokta işçi olmaları iken burada karşımıza çıkan, işçi oluşun niteliğinden fazlası oluyor. Üstelik  sınıfın yapısı da ikiliğin sınırlarından artık daha uzak ve yapıları arasındaki fark daha belirgin. Yazarlar, bahsi geçen farklı niteliklerin herhangi birinde gerçekleştiğinden bağımsız olarak da bu hareketlerin, her ne kadar sermayenin merkezden uzaklaştırılmasına yönelik ulusal girişimler yapılıyor olsa da, devletler arasındaki sistemlerdeki işleyiş yüzünden önlerinde aşılması güç bir setin de çekili olduğunu belirtiyorlar.  

Sistem karşıtı hareketlerin on dokuzuncu yüzyıl boyunca "toplumsal hareket" ve "ulusal hareket" olarak görüldüğünü belirten yazarlar, toplumsal hareketi toplum içerisinde işçi sınıfı üzerinde olan baskıyı ve sömürüyü tanımlarken, ulusal hareketi ise etnik gruplar arasındaki baskı olarak tanımlıyor. Her iki hareketin de modern dünyanın temel politik yapısı olarak devleti görüyor oluşu önemli bir nokta; yazarların da devamında işaret ettiği üzere devlet iktidarı ile bu hareketler arasındaki ilişki, öncelikle devleti tanımalarından geçen bir ilişki. Bu yüzden, Marx'ın dünyadaki tüm işçilerden beklediği hareket kapsamında dahi gerçekleşecek olan tüm hareketler, yapıları bakımından ulusal bir nitelikte olmak zorundadır. 

Yazarların ulusal kurtuluş mücadelesine olan vurguları da bu bağlamda yeniden metinde karşımıza çıkıyor; ulusal kurtuluşu "modern dünya sistemleri arasındaki eşitsiz ilişkilerden ulusal kurtuluş" olarak belirterek, merkezin çevreye olan gaspının altında kalmamak adına, emperyalizmin tüm kollarıyla çevreye saldırmasından kurtulmak adına, ekonominin bağımsızlığını yitirmemek adına, politikanın hiçbir yerler zinciri kalmaması adına ulusal kurtuluşun önemini hala inatla anlamayanlara anlatmaya çalışıyor.  Konuyla ilgili olarak, Ekim Devrimi'nde "desteğin çoğunlukla burjuvaziye karşı mücadele veren proleterlerden gelmesine karşın, Bolşeviklere verilen desteğin öğesinin ulusal kurtuluş dürtüsü biçimini almış olması"nı örnek gösteriyorlar.

Kapitalist gelişmenin yarattığı eşitsizliğin zenginliği besleme ve daha dar bir alanda yoğunlaştırma eğiliminin olduğu durumlarda, halkçı hareketleri ortadan kaldırmaya olan eğiliminin de varlığı da bununla ilgili. Sermayenin merkezileşmesi ve çevredeki devletlerin her yönden sömürü ve yıkımına sebep olması gibi.

Kapitalist bir dünya ekonomisi olduğu sürece sınıf mücadelesinin her zaman var olacağı, metinde saf bir gerçek olarak sürekli karşımıza çıkıyor. Bu mücadelenin alanı olarak da sınırı, devletler arası ya da devlet içerisinde fark etmeksizin çiziyorlar. Ancak sınıfı mücadelesi için genişlemiş ve tanınabilir bir protesto modeli, protestonun amacı ve mücadelenin araçlarıyla farklı ilişkileri olan gruplar arasında bir karşı konumlanışı zorunlu unsurlar olarak görüyorlar.
Bu zorunlu unsurlardan birini ayırmak ne derece sağlıklı olacak bilmiyorum ancak güncel konularımıza bakarsak amacının net tanımlanmadığı ve mücadele safının ne olduğu, neyle ne amaçla mücadele ettiği bilinmeyen hobi hareketlerinin neden sistem karşıtı bir nitelik taşımadığını görmek Sistem Karşıtı Hareketler'i okurken sıkça akla geliyor. Hareketin tanımsız alanı ve sabit duramayan söylemleriyle bir hareket içinde olduğunu iddia eden herhangi bir grup için, ortaya çıkan manzaranın sadece ulus - devlet karşıtı zararlı faaliyetlerden oluşması ve çarpıtılan teorinin ikili yapısının ardına sığındığı halde, ikili yapının (burjuva - proleter) uzağındaki yeni oluşan farklı sınıflar üzerinden (etnik kimlik üzerinden giden sınıf tanımı, örneğin) hareketine taban bulmaya çalışması oldukça rezil bir tablo çiziyor.  


Son olarak, 1968 sonrasına değinen yazarlar, bu dönem sonrasında küresel dünyada merkez devletler arasındaki çekişmenin ötesinde her iki güç odağı için de denetleme eksikliği olduğunu belirtiyor. ABD'nin hegemonyasının aşınmaya başlamasını da bu kapsamda değerlendiriyorlar. Aynı şekilde merkez - çevre üzerinden ve ulusal nitelikte sermayenin hala merkezileşme eğilimi taşıyor olmasının ise karşımıza hala devam eden ve devam etmekte olacak olan emek - sermaye çelişkisini çıkaracağını belirtiyorlar. Öte yandan değindikleri bir diğer nokta da süregelen eşitsizlik biçimlerine ek olarak cinsiyet, etnik kimlik, kuşak gibi farklı gruplaşmalar üzerinden de farklı taleplerin daha güçlü ifade alanı bulabileceği. 

4 Kasım 2016 Cuma

Kadın Karakterler



Okuduğum romanlardan şöyle aklıma gelen, sevdiğim kadın karakterlerden bahsedeyim dedim. Bahsetmek dediğim isimlerini listelemek. Böyle bi tembellik böyle bi yazı, ne yapabilirim... Bi şey yapamam çünkü ders çalışmam lazım ama bunu da yapmak istiyorum.
  • Bellis Coldwine (China Mieville "The Scar"): Kendime benzettiğim bir birey.
  • Ariel Manto (Scarlett Thomas "The End Of Mr. Why"): Sırf kendime yakın hissettiğim karakterleri listelemiş gibi olacak ama cidden I am not real'mış Ariel Manto.
  • Esther Greenwood (Sylvia Plath "Sırça Fanus"): Bir dönem nedense kendisi gibi düşüncelere kapıldığım için ekledim.
  • Anja (Vera Brogsol "Anja's Ghost"): Hehe ya bu kız çok tatlı bi karakterdi.
  • Amy (Justin Cronin "On İki"): Azim, irade, cesaret...
  • Rebekka (Ingvar Ambjörnsen "Tavandaki Kukla"): İntikam konusunda ortak noktalarımız mevcut gibi gelmişti okurken.
  • Lisbeth Salander (Stieg Larsson "Ejderha Dövmeli Kız"): Benim zayıf halim. Aramızdaki tek fark bu.
  • Jules (Hugh Howey "Silo"): Örnek alınacak kadın birey.
  • Salka Valka (Halldor Laxness "Salka Valka"): Her şeye rağmen yoluna devam edebilen karakterler kontenjanından gönlümde yeri ayrıdır.
  • Hannah (Hillary Jordan "Uyandığında"): Tam girl-power örneği.
  • Mrs. Ramsay (Virginia Woolf "Deniz Feneri"): Efkarından etkilenmemek mümkün değil.
  • Jackie (Agatha Christie "Nil'de Ölüm"): Tutarlılık abidesi bir karakterdi.
  • Door (Neil Gaiman "Neverwhere"): Arada ağlatıyordu ya.

Görsel: http://s9.favim.com/orig/140206/blackandwhite-book-cafe-girl-Favim.com-1342327.jpg








2 Kasım 2016 Çarşamba

Elizabeth Farelly "Mutluluğun Sakıncaları"

Marx'ın "meta üretimi" olarak tanımladığı modern tüketim, yaptığı tanımlamadan uzaklaşmaya başlamıştır. İçinde yaşadığı dönemin koşulları düşünülürse Marx'ın tüketim malları üretimi üzerinden değerlendirdiği kapitalist üretim modeli de başka bir yöne ilerlemiştir. Artık kültür endüstrisinin kitleleri modernizmin üretim odaklı anlayışından post modernizmin tüketim dayatması üzerinden ilerleyen bir sürece soktuğu dünyada, kimlik bunalımından iş hayatında başarıya, çocuk yetiştirmeden eğitime kadar her alanda bireyin içine itildiği bencilliğine ve tatminsizliğine bir kılıf bulması hayli kolay hale gelmiştir. İşe yaramaz soyut çözümler(!) ile bu kılıfı yaratmaya ve sözde anlam karmaşası içinde kendisini kaybetmiş bireye sığınacak bir liman olan bu anlayış sonunda geniş bir mutsuzluğu yaratmaktan bir işe yaramamıştır. İnsanın üretimle arasındaki bağı, yaratıcı emekle üretebileceği her şeyi ondan aldıktan sonra kalan posayı oyalamak, tüketim kültürünün, kültür emperyalizminin de bir oyun alanı haline gelmiştir.

Saf gereksinimlerin ötesine geçmiş, sembol ve göstergeler üzerinden kendisini yaratan tüketim arzusu, ekonomik boyutunu bir tarafa fırlatarak kültürel bir düzeleme geçmiştir. Böylece hem tüketimi artırmaya yönelik girişimler hem de tüketim arzusunun coşması hızlanmıştır. Kalıplaşmış halde de olsa, kültürel muhafazakarlık da bunun karşısında direncini kaybetmeye başlamıştır. Zira karşı tarafın gücü, yerelin tıpkı bireyde olduğu gibi kendisini muhafazasına imkan vermeyecek kadar fazladır.

Farelly'nin ağırlıklı olarak içinde yaşadığı Avustralya toplumu üzerinden örneklemelerle konuyu işlediği Mutluluğun Sakıncaları adlı kitabı da buna odaklanıyor. Tüketimin ve gösterişin, konforun ve tatmin arayışının içinde adeta oradan oraya savrulan insanların, mutsuzluklarının ve tatminsizliklerinin arasındaki ilişkiyi sunuyor.

Tüketimi bir felaket olarak değerlendirdiğimizde Farrelly'nin kitabı da bu felaketin farklı boyutlarını gösteriyor diyebiliriz. Her şeyi hemen isteme batağındaki insanların, ihtiyacın giderilmesi ardından tatmin ve mutluluk yaşaması gereken bir kurgu dayatması içerisinde hiçbir tatmin ardından neredeyse mutlu olmadıklarını ve sırada her zaman istenecek "daha fazlası"nın olduğunu vurgulaması da bu yüzden. Sabırsız,  daha fazlasının arzusuyla sıkıntı içerisinde olan ve hiçbir zaman kurtulamayacağı bu tatminsizlik içerisinde yaşayan insan. Toplum bireylerden oluştuğuna göre modern dünyada toplumları sarmalamış mutsuzluğun sebebini uzakta aramaya gerek yok. Tıpkı bir kıyafet ya da bir insan gibi ideolojileri de tüketmeye olan meyil, kararsızlık ve tatminsizlikle oradan oraya koşarken kabullerini siyaset ya da ikili ilişkileri içerisinde olsun, nerede olursa olan kaybetmeye hazır insanlar. Kitlelerin tatminsizlik batağında sadece nesneler üzerinden çırpınmalarının ötesine baktığımızda, desteklediği partinin "tam o anda o istediği tepkiyi vermediğini" gören insanın battığı mutsuzluk ve tatminsizlik de buna bir örnek olarak verilebilir diye düşünmek de pek alakasız sayılmaz. Oy verme davranışının ya da iradenin dengesizliğinde tüketim toplumunun yarattığı ya da kurban ettiği bireylerin yansımalarını görmek, tıpkı alıp asla giymediği bir pantolonu gözünün önünden hışımla iten bir bireyin davranışı gibi geliyor.

Farrelly'nin değindiği konulardan biri de gerçeğin idealize hali yerine konulmuş olan ve aslında modernizme bir tepki olarak da sunulan çirkinlik anlayışı. Bir sanat eserinin gerçeği birebir yansıtmasının başarı olarak değerlendirildiği günlerin de geri kaldığına işaret eden yazar, çirkinliğin ve itici olanın gerçeğin göstergesi olarak ortaya atıldığı durumu anlatıyor ancak bunun yarattığı tatminin ne olduğu sorusunun cevabını yine toplumda aramak mümkün.

Şehirlerin, nüfusun değişen dağılımı ve yoğunluğu arasında da bireyin mutsuzluğuyla bir ilişki kuran Farrelly, banliyönün konfor ve gösteriş için cazip hale getirilmesine karşın insanlarda yarattığı mutsuzluk ve soyutlanmış hale dikkat çekiyor. Bir yandan şehirlerde dengeli bir kaosun yarattığı enerji ile yaratıcılığı güçlendirdiği vurgusunu da yaptığı için, merkezin uzağında büyük vaatlerle oluşturulan bu yeni çevrenin reklamlardaki ideal mutlu aile tablosu ve güler yüzlü mutlu insanlardan aslında ne kadar uzak olduğuna değiniyor. İnsanlar arasındaki etkileşim ve ortaklaşa mekan kullanımın uzağında, doğayla sözde yakınmış gibi duran fakat insan doğasıyla insanın arasına bir duvar çeken bu yerleşim şeklini eleştiriyor. İnsanın kendi rızasıyla bir hapishane duvarının ardına kendisini hapsetmesi benzetmesini banliyö için yapması bu yüzden. İnsan olması gerektiği her yerden uzaklaşarak bir türlü varamayacağı bir yolda nefes almadan koşarken, tüketimin ve kendisine dayatılan tüm arzu nesnelerinin peşinde, kendisi olmaktan çıkan bir hale geliyor.

Mutluluğun Sakıncaları, mutluluğun ne olduğunu önce tanımlayan sonra da bunu insanların gözüne sokarak bizzat yarattığı mutsuzluğun çaresini sunmaya çalışan çelişkiyi anlatıyor. 

31 Ekim 2016 Pazartesi

Jo Nesbo "Yarasa"

Bu sefer kendimi tutup İskandinav polisiyesi övüp geri kalanları kötülemeden bir giriş yapmaya çalışayım.

Tamam başardım.

Jo Nesbo'nun Harry Hole serisinin ilk romanı olan Yarasa, ülkesi dışında da sırasız biçimde çevrildiği için bizim memlekette de son çevrilen romanı oldu. Bu konunun ne kadar sinir bozucu olduğu ve serideki mevcut bir gizemin de sırasız çeviri yüzünden nasıl mahvedildiği ile ilgili de daha önce yazmıştım, onu da tekrarlamayım.

Norveçli genç bir kızın Avustralya'da ölü bulunması sebebiyle Harry'nin dünyanın diğer ucuna gitmesi ile başlıyor roman. Harry Hole serisinde hemen her zaman lafı geçen, kendisinin kurgulandığı dünya içerisinde kendisine popülerlik kazandıran o palyaço katili konusu da buradan geliyor kısaca. Olayın ne olduğunu öğrenmek iyiydi hoştu. Haricinde birbiriyle bağlantılı bir grup ve olaylar zinciri içerisinde geçiyor hikaye. Fazla bağlantı var. Bu yüzden her bir bağlantı açığa çıktıkça gerekli hangisi gereksiz hangisi diye ayırabildiğinde okura çözümü de biraz daha kolay sunuyor diye düşündüm. Nesbo'da kurgu genelde bundan daha karışıktır. Hareket daha fazladır. Bana aşk meşk derken kurguda da bir durağanlık olmuş gibi geldi. 

Polisiye olduğu için bana kitaptan bahsedecek pek bir şey kalmıyor yine. Arka kapaktaki yazının üzerine ne ekleyebilirim? Misal Avustralya'daki ayrımcılığın, toprakları işgal edilen bir halkın karşısında "beyaz adamın" nasıl güçlendiğini ve bunun aslında hiçbir zaman silinmeyecek bir ortak hafızanın parçası olduğu hikayede sık sık karşılaşılan bir detay. Norveçli bir polis olarak Harry'nin Avustralya'daki ortağının Aborijin olması buna bir sebep haliyle. 

Okuduklarım içerisinde en az beğendiğim Harry Hole romanı oldu. Bunun sebebi muhtemelen romanın geçtiği coğrafyanın değişmesi ve Harry'yle bağ kurmak için pek de bir malzeme olmaması. Ortalama bir karakter gibi yansımış romanda bence. Yani kitabı övüyor muyum sövüyor muyum şu an derseniz aslında ikisini de yapmıyorum. Sadece serideki diğer kitaplara göre Yarasa'yı değerlendiriyorum kendimce. Kıyası böyle yapmak daha mantıklı geldi. 

Harry Hole bu romanda bence Nesbo tarafından çok sığ yansıtılmış. Şu an kötüler gibi oldum ama kötülemiyorum. Wallander bir, Hole ikidir gözümde. Yarasa'da karşıma derinliği olmayan ve okurla bağlantı kursun diye sadece geçmişindeki pişmanlıklar ve birkaç kalp kırıklığı eklenmiş bir polis görünce.... Haliyle bu yazı sadece homurdanma yazısı oldu.

24 Ekim 2016 Pazartesi

Lemony Snicket "A Series of Unfortunate Events: The Bad Beginning"

Öncelikle Count Olaf'tan nefret ediyorum, bunu bi belirteyim kısaca da yazacak olsam yazı boyunca bunu vurgulayacağım anı düşünmekten yazamam şimdi. Söylemiş olayım ve bu yük üzerimden kalksın. İğrenç zorba Count Olaf nefret ediyorum senden.

28 yaşında olduğum halde 8 yaşında gibi girişini yaptığım yazı, talihsiz serüvenlerin ilk kitabını ne kadar beğendiğim ve Baudelaire kardeşleri 8 ya da 28 yaşında oluşumdan bağımsız biçimde ne kadar sevdiğimi de içerecek.

Kitabın başında yazar uyarıyor; uyarısı da kitabın sonunda ne kadar tutarlı olduğunun bir göstergesi. Kitapta talihsizliklerin ardından asla güneş doğmuyor. Bunu zaten başta yazarın kendisi de belirtmiş olduğu için spoiler korkusu olmadan ben de ifade edebilirim. The Bad Beginning tam bir bahtsızlık abidesi ve üç kardeş için hayatlarına sızan en ufak bir umut ya da ışık anında sönüyor.

Anne ve babalarını bir yangında kaybettikten sonra uzak akrabaları olan Olaf adı verilen vicdansız insan birey ile yaşamaya başlayan üç kardeşin, alışık oldukları konfor ve insani yaşam koşullarının yerine nasıl zorbalığa maruz kaldıklarının hikayesi The Bad Beginning. Çocukken masal dinleme ya da okuma şansı olanlar için o kadar çok tanıdık sahne - klişe olay var ki, işin garibi bunların hiçbirini yadırgamadan okudum. Kitabın hedef kitlesine dahil olup olmadığımı bilmiyorum ama bu klişeleri yeniden görmek benim hoşuma gitti.

Yazar hikayenin sonunda gerçeklerden kaçmak isteyenler için (yani bir kurgudaki gerçeklik sorgusunu burada yapmanın lüzumu yok, biz gerçekmiş gibi kabul edelim) hikayenin sonunda alternatif bir son olduğunu söylüyor; evet bir son var. Birkaç sayfa erken okumayı bırakırsanız cidden "mutlu son" mevcut ancak dediğim gibi, kötü bir başlangıcın iyi bir sona varmayacağı gerçeği okunmayan birkaç sayfa ile değişmiyor.

Sinir harbi yaşamamak için arada çocuk kitapları okuyayım demiştim, iyi oldu serideki diğer kitapları da okurum sırf kötü karakterlerden nefret etmek, içimden küfretmek ve kitap okumayı seven (birisinin okuma yazması henüz yok) üç kardeşin hikayesinin sonu nereye varacak diye merakımı gidermek için okurum.

Sinema ve Tv uyarlaması da yapılmış olan, 13 kitaptan oluşan serideki diğer kitaplar da bunlarmış:
  1. The Bad Beginning
  2. The Reptile Room
  3. The Wide Window
  4. The Miserable Mill
  5. The Austere Academy
  6. The Ersatz Elevator
  7. The Vile Village
  8. The Hostile Hospital
  9. The Carnivorous Carnival
  10. The Slippery Slope
  11. The Grim Grotto
  12. The Penultimate Peril
  13. The End
Bir başka çocuk kitabından önce bir başka kurgu dışı kitapta görüşmek üzere.

22 Ekim 2016 Cumartesi

Bronislaw Malinowski "Bilimsel Bir Kültür Teorisi"

1884 - 1942 yılları arasında yaşamış olan antropolog Bronislaw Malinowski, Bilimsel Bir Kültür Teorisi adlı çalışmasında kültürün ne olduğunu ve etnografik saha çalışmalarında kültürü incelemenin yöntemlerini anlatıyor. Bu kadar basit bir tanım yaptığım için bundan sonrasını sinir krizi geçirerek yazmam umarım.

Antropolojisik çalışmaların bilimsel yönünün kültür teorisi olduğunu ifade eden Malinowski, gözlem yöntemi ile elde edilen verilerin analizi sonucu ortaya konan kültür teorisine sahadan bağımsız bir şekilde ulaşılamayacağını vurguluyor. Teoriden yoksun bir tanımlamayı reddeden Malinowski sıklıkla vurguladığı üzere bilimsel olan bilgiden bahsediyor. Bunu elbette sadece antropoloji için öne sürmüyor, doğal olarak tarih, arkeoloji, sosyoloji gibi alanlar için de aynı şeyi ifade ediyor. 

Kültürü üretim sürecinden, üretim araçlarından, üretimin planlamasından vs. kopuk düşünmeyen hatta kültürü buraya bağlayan Malinowski, tüketim malları ve araçlarına sahip insanların sahip oldukları tüm beceri, inanç, gelenek kapsamında kültürü insan hayatının devamlılığı için gereken tüm pratiklerde görüyor. Yaşamın sürekliliği için oluşan/oluşturulan tüm süreç ve pratikleri kültürün oluşumu için temel kabul ediyor. Burada insanın temel ya da bedensel ihtiyaçlarını nasıl giderdiği konusu da karşımıza çıkıyor. Başta belirttiğim üzere bu ihtiyaçlar dahilinde nesneleri kullanma becerisi olduğu kadar iletişim de kültürün temelinde yer alıyor.

Her toplumun kendisine ait geleneksel, ahlaki ve hukuki yaptırımlara sahip olduğunu belirten yazar, kültürün maddi temellerinin sürekli işler halde tutulmasının kültürün devamlılığı için şart olduğunu söylüyor. Bahsi geçen sürekliliğin sağlanabilmesi adına da ekonomik örgütlenmenin en ilkel kültürde bile bir zorunluluk olduğu sonucuna varıyor. 

Elbette kültürün dahilinde vurguladığı diğer noktalar içerisinde sanatsal eylemleri ve "boş vakitleri değerlendirmeyi" de sunuyor Malinowski. Bu tip eylemlere toplumların yani kültürlerin inanç sistemlerinin, üretim sistemlerinin ya da ortak tutumlarının yansıyacağını ifade ediyor. 

Malinowski, kültürü analiz etmek için işlevsel ve kurumsal olmak üzere iki tür analize değiniyor. Her kültürün kendisine has ihtiyaçlarının gerektirdiği araçsal ve bütünsel ihtiyaçlarının giderilmesi için kendi kendisine yetebilmesi zorunluluğunu da kültürün neden bu iki yöntemle analiz edilmesi gerektiğinin sebebi olarak gösteriyor. 

Rousseau'nun Toplum Sözleşmesi'ne, Durkheim'a, Marx'a sıklıkla atıfta bulunan metinde Malinowski, ortak çalışmanın gerekliliğinden ve bunun organizasyonundan, toplumun birbiriyle kopuk biçimde değil uyum içindeki bireylerden oluşması ihtiyacından ve üretim sürecinin toplum üzerinde, kültürü nasıl biçimlendiren ve sürekliliğini oluşturan bir yönü olduğundan bahsediyor. Kültürün asıl belirleyicisi olarak ekonomik bir örgütlenme sistemine değinen yazar, bu bağlamda sözleşme kavramına, siyasi güce ve hukuk sistemine vurgu yapıyor. İşlevi ise üretimin haricinde tüketim ve dağıtım sistemleri üzerinden ele alıyor. Tüm bunlar elbette kültürün yapısına bağlı olarak değişkenlik gösteren sistemler olarak karşımıza çıkıyor. Ve bu sebepledir ki her toplumun kültürel yapısının kendisine has oluşunun da altı çizilmiş oluyor. 

Malinowski'ye göre temel ihtiyaçların, kültürel hedeflerin temelinde toplumsal, çevresel ve teknik anlamdaki işbirliğinin sonucu ortaya çıkan davranışların incelenmesiyle açıklanabilmektedir. Burada yine işlevsel analizi vurgulayarak ilerlediğinden, kültür içerisindeki bireylerin de bu ihtiyaçlar - kültür arasındaki ilişkiden etkilendiğini düşünmek yanlış olmaz. Zira bireyden oluşan toplumun kültürü, insanın becerisiyle oluşmaktadır. İnsanın başarısı, işlevsel ve araçsal olarak yarattığı kültür olarak karşımıza çıkmaktadır bu yüzden.

İnsan doğasını, insanın temel ihtiyaçlarını ve kültürlerin ortak noktalarını irdeleyerek devam eden yazar, temel ihtiyaçlara her kültürün verdiği farklı tepkilere de değinerek metne devam ediyor. Objektif olarak kültürü incelemenin ve kendisine has yapısını tanımanın bilimsel bir bakış ile mümkün olacağını sıklıkla vurguluyor ve kendi yöntemine dair detayları da sunuyor. Toplum nedir, kültür nedir, insan doğası ve kültür arasındaki ilişki nedir, kültür nasıl oluşur gibi sorular için cevap arıyorsanız, okuyun derim.

11 Ekim 2016 Salı

Michael Ende "Momo"

Bir ders için kurgu okuyor olmanın dayanılmaz coşkusu içinde okudum bu kitabı. 

Kalabalık bir şehrin kenarında, yoksul insanların kendi dünyalarında başlıyor roman. Bir gün nereden çıkıp geldiği, kim olduğu bilinmeyen bir kız çocuğu olan Momo, bu insanların arasına katılıyor. Yalnızlığının haricinde kitaba adını veren bu karakterin en önemli özelliği ise hakkındaki sır perdesinden ziyade dinlemeyi bilmesi. Ki herhangi birini "hıııı hııı"lamaktan öteye gitmeyen bir dinlemeden bahsetmiyorum. Kişinin kendisini görebileceği bir ayna gibi insanlara sunduğu dinlemeden bahsediyorum. Zaman ayırıp, önem verip kelimeleri duymaktan bahsediyorum. Pek denk gelmediğim bi insani özellik işte.

Momo, bir masal gibi başlıyor. Sonrasında ise yazarın okuru götürdüğü yerde Durkheim'ı, Weber'i, Marx'ı görmek mümkün oluyor. Nasıl derseniz, kısaca yazayım.

Şehrin kenarında, karmaşadan ve kalabalıktan uzak bir insan topluluğunun ötesine bakıldığında yazarın çizdiği manzara gittikçe rasyonelleşen ve bunu da zaman planlaması üzerinden kuran bir toplum. Şehir, Momo'da gittikçe kafesi yansıtmaya başlıyor zira insanların hayatlarını kontrol altına alan güç, kendisi ilk burada var ediyor ve bu şekilde, merkezden çevreye doğru insanları etkisi altına almaya başlıyor. Kontrol, gri takım elbiseli adamların eline geçiyor. Kontrolü ellerinde tutmanın yolu ise zaman. Zamanı kontrol ederek, toplumsal bir değişimi başlatıyorlar. Aile içinden başlayarak her alana yayılan bir zaman kontrolü, şehrin kıyısında son anlarını yaşamakta olan sıcak ve birincil ilişkileri de içine alıp yok edecek bir şekilde gelişiyor romanda. 

İnsanların zamanla yalnızlaşması, tam olarak neden öyle olması gerektiğini idrak edemediği halde insanların yavaş yavaş bencilleşerek zaman tasarrufunun kölesi olması, çizdiği tablo itibariyle başta saydığım isimleri çağrıştıran noktalardan biri. Hayatın akılcı planlamasıyla hayatın akılcılığın kafesine girmesi arasındaki çizginin çoktan aşılmış halini gösteriyor yazar. Bencilliğin pençesinde, tüketimin egemenliğinde, fast food kültürünün hakim olduğu bir yere gidiyor hikaye. İnsanların nereye ve ne amaçla yetişmeye çalıştıklarına dair pek bir fikirleri olmasa bile sürekli acele ettikleri, tek bir şeye bile zamanları olmadığı, değil dinlemek, konuşmaya ya da fark etmeye zamanları olmadığı (çünkü olmaması gerek) bir kabusu resmediyor. Ki bu kabus da zaten çalışma hayatında olan çoğu insanın aşina olduğu bir resimdir. Kendi adıma, çalıştığım dönemde kendi yaşadığım ve etrafta gördüğüm birkaç şeye kitapta denk geldim.

İnsanlar arasındaki "biz"in tutucu vasfını kaybetmeye başlayarak yerini "ben"e bıraktığı toplum ve tüm bu kaosu, yabancılaşmış hali değiştirmek için çabalayan, olan biten içinde hala kendisi olarak kalabilmiş küçük bi çocuğun hikayesi. Etrafa masalmış gibi baktığınızı düşünün. İşte o. Biraz üzebilir. 

Tavsiyedir.

8 Ekim 2016 Cumartesi

Jacques Derrida "Çile"

Jacques Derrida'nın "Çile", "İsim Hariç" ve "Khora"dan oluşan üçlemesinden bir kitap Çile. Çile kelimesi ve Derrida okumak üzerine yapabileceğim ve muhtemelen daha önce yapılmış olanların daha az gülüneni ve daha az anlaşılanı olarak ortaya çıkacak olan espiriler mevcut ancak o espirileri yapmayı düşünmüyorum.

Derrida, çözümlemenin iki tarafı olarak oyuncu ve çözümleyiciyi üzerinden bir analize giderek yapıtın arasında olduğu bu iki tarafın keskin sınırlardan yoksun olduğunu vurgulayarak başlıyor. Şöyle ki, Derrida'ya göre keskin bir sınır olsaydı eğer, bu çözümleme sürecinin gerektirdiği ritüel de ortada olmazdı. Bahsettiği sınır ve tarafları, eleştirel bir okuma üzerinden düşünebiliriz. Hatta ona göre eleştirel olmayan ve eleştirel olan, aynı anda varolabilir de.  Ancak bu noktada ritüel içerisindeki gizin sorumluluğunu çözümleyiciye atfediyor.

Sorumluluğa getirdiği açıklamada ise Derrida "bir başkası için, ötekinin yerine, onun adına ya da bir başkası olarak kendi adına, başka bir öteki ve öteki'nin bir başkası önünde yüklenilmesi gereken bir şey olduğu"nu vurguluyor. 

Giz üzerinden ilerleyen yazar, gizin varlığının zaten üzerindeki perdenin kalkamayacağı bir halde oluşu şeklinde ifade ederek, zaten hiçbir şekilde tezahürü olmadığına değiniyor. Bu yüzden gizin her zaman var olması ve anılmasına rağmen hiçbir zaman bozulmayacak bir yapıda olduğu çıkarımı yapıyor.  

Esere adını veren "çile" ise bu noktada karşımıza çıkıyor. Derrida giz ve çile arasındaki bağlantıyı açıklıyor; gizin varlığı çileye, çilenin varlığı ise gize muhtaçtır. Edebiyatın içindeki kendisine has gizinin içinde her şeyi söyleme hakkının varlığını da bu noktadan hareketle anlatıyor. 

Her şeyi söyleme hakkıyla beraber edebiyat ve demokrasi arasında kurduğu ilişki de bu ilişkiden temel alıyor; demokrasinin varlığı edebiyatın varlığına, edebiyatın varlığı ise demokrasinin varlığına bağlıdır diyor Derrida. Her ikisinin de koşulsuz değerler olarak görülebilmesinin mümkün olduğunu ve bu yüzden de vazgeçilebilir nitelik barındırdıklarını belirten yazar, bu bağımlı ilişkinin her ikisini de ayrılmaz kıldığını ifade ediyor. Hiçbir çözümlemede bunu ayıracak gücün olmadığını belirterek, edebi yapıtın sansüre maruz kalmasının demokrasi üzerinde yaratacağı tehlikeye işaret ediyor.

Yazı pek kısa oldu, daha ekleme yapabilirim aklıma geldikçe. Bir ihtimal. 

19 Eylül 2016 Pazartesi

Ernesto Laclau "Evrensellik, Kimlik ve Özgürleşme"

Toplam yedi farklı makaleden oluşan Evrensellik, Kimlik ve Özgürleşme,  Laclau'nun 90'lı yıllardaki makalelerini içeriyor.

Evrensel ve tikel arasındaki gerilimi, kendine özgü tikellik iddialarının ortaya konulabilmesi için tikelin ötesinde olana, yani evrensel olana muhtaç oluşunu belirten Laclau, özellikle kültürel çoğulculuk ve farklılıkların öne çıktığı ya da çıkarılmak için sürekli dürtüklendiği günümüz dünyasında, kültürel farklılıklara has taleplerin kendi iç çelişkilerine işaret ediyor. Evrensel gerçekten kopuk bir tikel talebin, etki yaratabildiği alan genişledikçe daha evrensel olan gerekçelere ihtiyaç duyacağını ortaya koyması, buna bir gösterge. Laclau'nun ilk bölümde vurguladığı ve bence çok dikkat çekici olan bir nokta var ki, farklı gruplar üzerinden ilerleyen bazı taleplerin işlevsizliğini yansıtan güzel bir cümle; Laclau, miras kalan kültürel otantiklikten çıkış yapan ve bunun üzerinden ilerleyen bir zafer ihtimali olmadığını söylüyor.

Farklı kimlikleri antagonistik sınırlar ile kurmayı, farklılaştıran noktaları yıkan şey olarak gösteren Laclau, sistem içerisindeki farklı kimliklerin oluşumunun aslında sistemin varlığına bağlı olduğunu da işaret ediyor. Farklılıkların sınırları olmadığında, fark üzerinden ilerleyen ve bu noktada bahsettiği tikel taleplerin de aslında olamayacağı, çünkü sınır yoksa tanımlanacak kimliğin farklılaştırıcı noktalarının da olamayacağını söylüyor. Tikelin evrenseli dışlama noktasında içine düştüğü çelişki. Farklılıkların var olmasının sisteme, tikelin var olmasının evrensele muhtaç olması çelişkisi.

Buradakine benzer bir çelişkiye ilerleyen bölümlerde de değiniyor yazar. Örneğin özgürleşimin baskıya olan ihtiyacı. Bahsettiği, baskının olmadığı yerde özgürleşim olamayacağı ve tam bir özgürleşim için mutlaka bir "öteki"nin olması gerektiği. Bu noktada Laclau, ikiliğin kurucu ya da kurucu olmayan rolünü de sorguluyor. Karşı karşıya gelen iki noktanın bir diğerinin kurucusu olması da, bahsettiği durumun göstergesi. Zira Laclau, ikiliğin nesnel bir zorunluluğa dayandığı koşullarda  bu gerilimin aslında kurucu oluğunu ortaya koyuyor.

Birbirinin varlığına ve birbirini dışlamaya ihtiyaç duyma durumu. Bir yanda mümkün olanı bir yanda da imkansız olanı yaratanın bu olduğunu söylüyor Laclau. 

Günümüzde kimi durumlarda coşkuyla karşılanan yeni toplumsal hareketlerin, çoğulculuğun - farklılıkların ifadesinin bir yansıması olarak görülmesi bir yana, bu hareketlerin yarattığı ve barındırdığı potansiyel işlevsiz kimlik oluşturma çabaları bir yana diye düşünüyorum. YTH'nin ifadesi için uygun bir alan olmadığında ya da bu alanın sınırları, tikelin evrenselden kopuk, idrak kabiliyetinden yoksun kalmış taleplerince sarmalandığında ortaya çıkacak olan manzara her daim iç açıcı gelmiyor bana. En azından bana. 

Ulus devletlerin günümüzdeki durumu, yakın dönem dünya tarihinde farklı kimlik inşaları üzerinden biçimlenen hareketlerin vardığı nokta, farklılıkların ifadesinin ihtiyacının ve sebebinin sorgulanması gerekliliğine işaret ediyor bence. Dediğim gibi, işlevsiz ifadelerin ve kimliklerin, çoğulculuğun zenginliğini bir yana atıp birçok farklı gruba bölündüğünde ortaya çıkan tablonun pek mükemmel olduğu söylenemez. İnsanların birden çok kimliğe bölündüğü, tek bir karşı duruş için en insanı durumlarda dahi fikir birliği sağlanamadığı durumları düşünün. Evrenselle arasındaki ilişkinin idrakını barındırmayan tikel taleplerin, bu yüzden, örneğin antiemperyalist bir tavra en çok ihtiyaç duyan ülkelerde tamamen yıkıcı bir etki yaratacağını, antiemperyalizmde birleşemeyecek birçok kimliğin ve grubun işlevsiz ve kopuk muhalefetinden başka pek de bir işe yaramayacağını düşünüyorum. 

17 Eylül 2016 Cumartesi

Gillian Flynn "Sharp Objects"

Twitter'da (@KarelerSayfalar) birkaç kere hakkında yazdım; bu kitap elimde çok süründü diye. Hatta artık bırakmayı bile düşünüyordum ama bırakamadım çünkü sonunu merak ediyordum. Bu kadar kolay akla gelebilecek ve norma bir sebebi vardı kitabı bitirmemin. Daha yaratıcı ya da ilgi çekici bir sebep yok. Mesela; ".... ama bırakamadım çünkü gezegenimizin kurtuluşunu bu kitabı okuyup bitirmeme bağlayan bir anlaşma yaptım" ya da ".... ama bırakamadım çünkü kafama dayanan silahın tetiğinin çekilmesinden korktum" yazamıyorum. Bildiğiniz, düz merak işte.

İlk kez Gone Girl adlı romanını okumuştum yazarın. Bir buçuk ya da iki yıl önce. Gone Girl hakkındaki yazım da blog'da mevcut, bu yazının altında da olan etiketlerden yazar adına tıklarsanız karşınıza çıkacektır =) 

Gone Girl'ü beğenmiştim ancak kurguda büyük bir hata keşfetmiştim ve hiçbir yere yazmadığım için o hatayı unutmuştum. Hatayı hala hatırlayamadım bu yüzden... tekrar okumam gerek.... çünkü inat oldu. Bildiğiniz, düz inat işte.

Sharp Object ise Gone Girl'ün ardından, bir türlü odaklanıp bitiremediğim, kitaba başladığım ve kitabı bitirdiğim gün arasında dört kitabı bitirdiğim için, yani sündüğü için aynı etkiyi yaratmadı bende maalesef. Ancak bu roman, yani Sharp Objects yazarın yayınlanan ilk romanıymış, 2006 tarihli. Zamanla kurgusundaki tempo yükselmiş de olabilir. 

Sharp Objects, Chicago'da gazetecilik yapmakta olan otuz yaşındaki Camille'in, doğup büyüdüğü Wind Gap'te öldürülen küçük kızlarla ilgili haber yapmak üzere, uzun zamandır gitmediği Wind Gap'e gitmesi ile başlıyor. Bir yandan yerel polisin katili aradığı hikayede Camille de ayrı bir yol izleyerek bir yandan eskiden tanınıp bilindiği bu yerdeki insanlarla konuşarak hem şehrin bir portresini çiziyor, hem yapacağı haber için daha geniş bir çerçeve yaratıyor. Elbette bu, Camille'in de cinayetin üzerindeki perdeyi aralayacak bir şeyler düşünmesini, bazen de işe yarar bir şey bulmasını sağlıyor. 

Şatafatlı hayatlara ev sahipliği yapan Wind Gap'teki katili ararken Camille'in aktardığı manzara, onlu yaşlarının başındaki çocukların dünyası çok sert aktarılıyor. Kurgulanan karakterler içinde, neredeyse en acımasız portreyi bu küçük çocuklar çiziyor. Psikolojik şiddet, zorbalık, şımarıklık, uyuşturucu, entrikalar... Zenginlerin yaşamlarını anlatan diziler gözümün önüne geldi. Tam olarak sıkıntının ne olduğunun çözülemediği ve sürekli entrika çevirmekten herkesin içinin çürüdüğü kurgular geldi. Ama gözümün önünde canlanan evler, sokaklar, suratlar, tavırlar, hatta karakterlerin konuşmalarında neredeyse kulağıma gelen sesleri. Hepsi de, evlerindeki havuzda cilt kanserine meydan okurcasına güneşlenen, üretim sürecinden kopuk tipleri getirdi aklıma. Hafta sonu da golf oynamaya gidip kanunsuz - uygunsuz işlerinin sinsice dedikodusunu yapacak tipler falan. Şu an bu paragraf neden bu kadar uzadı fark ettim, kesiyorum. Zenginlere dair fikirlerim blog'a sızıyor....du az daha.

Bir yandan "katil kim?" sorusu, öte yandan anlatıcı olan Camille'in kendi hikayesi. Camille'in kendi hikayesi de ayrı bir roman olabilirmiş. Çok ipucu vermemek adına yine kendimi kısıtlayarak yazıyorum ancak kaybettiği kardeşinin ardından yaşadığı travmayı asla atlatamayan, anne sevgisinden uzak, kurgu bir "anneliğe" maruz kalarak yaşamış bir çocuk olarak Camille, self - harm'a çok uç bir örnek olarak hikayede yer alıyor. Vücuduna kazıdığı kelimelerin fark edilmemesi için sürekli uzun kollu şeyler, uzun etekler ya da pantolon giyen bir kadın. 

Sharp Objects çok çok sürükleyici bir roman değil benim için. Ancak, örneğin belli bir durumu yansıtması için kurgulanan bir olayda bazen sertlik seviyesi yükseliyor. Ya da Camille karakterindeki self - harm'ın vardığı nokta gibi, karakterlere yüklediği bazı özellikler sınırlarda geziyor. 

Romandaki diğer karakterleri, onların hikayelerini de siz okursunuz. Polisiye olunca pek bir şey yazamıyorum belki fark etmişsinizdir. 

10 Eylül 2016 Cumartesi

Ian Fraser "Hegel ve Marx İhtiyaç Kavramı"

Öncelikle, kitap kapağının kendisinde de görebileceğiniz üzere özel isim olan "Marx" kitabın kapağında "Marks" olarak geçiyor yani bu benim frontal korteksimin işlevini sekteye uğratacak denli üzen ve geren bir durum bunu neden yapıyorsunuz, özel isim o.... Neden... Ufka dalarak tekrar soruyorum... NEDEN =/ Adamın adı Karl Marks mı... Kırılıyorum yapmayın bunu lütfen.... Bu yüzden de yazının başlığında ben "Marx" olarak yazdım.

Fraser ilk olarak ihtiyaçlar ve istekler, amaçlar konularını ele alıyor. (Kısa süre önce yazdığım, burada da bulabileceğiniz Scarlett Thomas "PoPco" kitabı hakkındaki yazımda da kısaca değinmiştim ihtiyaçlar ve istekler konusuna). Burada ihtiyacın nesnel, isteğin ise öznel olduğu öne çıkan nokta. Bu iddiadan hareketle varılabilecek nokta ise ihtiyaç konusunda doğru ya da yanlış diye bir ayrım yapılamayacağı, zira öznel olan bu şey hakkında nesnel bir doğrulama ya da yanlışlamanın mümkün olmayacağı yönünde. Zira bireyin hislerine ya da inançlarına (burada inancı herhangi bir konudaki bir inanç olarak düşünmek gerekiyor) bağlı olan istek, ihtiyaçların evrensel boyutundan uzaktır. Öte yandan, ihtiyacın evrensel boyutuna dair makro görüşlerce ortaya konulan bir bakış açısı olarak kültürler ve ihtiyaçlar arasındaki ilişki, kültür emperyalizmi bağlamında da değerlendirilebilmektedir. Kültürün egemen ideoloji tarafından biçimlendirilebildiğini düşünülürse, ihtiyacın evrensel boyutunda da bu ideolojik dayatmaların, sinsice yerleşerek ihtiyaçları değiştirebilme ya da oluşturabilme gücü olduğu çıkarımı yapılabilir. Bir diğer görüşte, makro bakış açısının aksine daha mikro yaklaşımlarda ise ihtiyaçların kültür içindeki inanç sistemi altında oluştuğu mevcut. 

Hegel ve Marx'ta diyalektik ve biçim konusunda Fraser, Hegel'in yöntemini ve Kant'tan farklılaşan yönleriyle irdelemeye başlıyor.  Hegel'de Kant'ı aşan noktaya, yani spekülatif felsefenin "şeylerin esas doğasını olumlunun olumsuz içindeki ve dışındaki varlığını idrak edilebileceğini" iddiasına yer vererek, Kant'ın düşüncelerin zorunlu olarak karşıtlarıyla beraber oluştukları iddiasının ötesine geçiyor. Buradan hareketle Hegel'de kavramanın evrensel, tikel ve bireysel olarak üç anı olduğunu belirten yazar, bu anların tamamının tek ve aynı anda gerçekleştiğini de ekliyor. Kavrama konusunda Hegel'de önemli olan nokta olarak kavramanın yalnız fikrin kavranmasına özel olmadığı, felsefenin bilgisine ulaşmak için de mümkün olan tek yol olduğu; çünkü kavramlar Hegel'de soyut biçimde ya da boş olan şeylere değildir; bu kavramlar somut bir karakter taşımaktadır. Bu yüzen de kavramlar Hegel'de yaşamın ilkesi olarak görülmektedir.

Fraser, Hegel'deki İrade kavramının evrensel ve tikel olmak üzere sahip olduğu iki anına değiniyor. Belirsizlik halindeki İrade'in evrensel ve soyut bir halde olduğunu, somut bir hal almasının ise tikel hale gelmesi ile gerçekleştiğini vurguluyor. Aklın "dünyayı olduğu gibi görme"sinden farklı olarak İrade'nin dünyayı değiştirmek harekete geçen bir yönü olması da aynı zaman da, Marx'taki praksis kavramına ve felsefenin amacına oldukça benzer. Öznelden nesnele ilerleyen ve sonunda soyutlaşarak evrensel boyuta ulaşan bir süreç gibi. Bu hareket hali, Hegel'in diyalektik anlayışında İrade'nin hareketliliği olarak belirtiliyor. Yani kavramın hareketlilik ilkesi. Burada İrade'deki itici güç, tikel ve evrensel olan kendi içlerindeki karşıtlığının aklın bir yansıması haline gelebilmesidir. 

Marx'ın yönteminde ise genel bir soyutlama, somut toplumsal koşullardan yola çıkan fenomenler arasında ortak bir noktaya odaklanma imkanı vermektedir. Burada Marx'ın somut toplumsal koşulu, Grundrisse'de de değindiği üzerine üretim. Marx, toplumda sömürenler ve sömürülenler arasındaki çatışmayı merkezi noktaya koymaktadır. Bu yüzden Marx'ın biçimleri, kapitalist ve çalışan arasındaki ilişkinin "biçimi" üzerinden gelişmektedir. Toplumsal içeriğinden yoksun biçimde gelişen bu içerikler zamanla ve doğal olarak, koptukları toplumsal gerçeklikten uzaklaşarak yapay ve şeyler arası bir ilişki haline dönüşmektedir. Marx'ta Hegel'de olduğu gibi oluşan bu biçimler gerçeğin önündeki bir perde gibidir; gerçek olana erişmek için bu biçimleri kullanmak mümkün değildir. Bu biçimler, kapitalist üretim biçiminin egemen olduğu toplumsal düzen içerisinde "sınıf çatışmalarının aracıları veya varoluş biçimleridir". Bu görünümler yani biçimler üzerinden anlaşılabilecek olan maddi ilişkiler ve şeyler arasındaki ilişkilerdir. Öte yandan Marx'ta bu ilişkileri "gerçek gerçeklik" olarak görülmemesi, bu biçimlere bir değersizlik ya da işlevsizlik atfetmemektedir; buradan Marx'ta fenomenlerin varoluş biçimleri arasındaki ilişkinin kavranmasıyla, fenomenlerin incelenmesinde her birini ayrı ayrı ele almak yerine içerdikleri karşıtlıklarla beraber, bir arada almak yoluna gidilebileceği çıkarımını yapmak mümkündür. Yazarın bu konuya verdiği örneği aktarmakta fayda var; Marx'ta fenomenler arasındaki içsel ilişkiyi anlayarak emek - sermaye arasındaki ilişki anlaşılabilir. Marx'taki biçimlerin analizi, toplumsal ilişkilerin anlaşılmasında kullanılabilmektedir; Simmel'in Para Felsefesi'nde vurguladığı gibi.

Fraser, Hegel ve Marx'ın biçimleri analiz etme yöntemi örtüşük halde olduğuna değiniyor. İki ismin araştırma yöntemlerinde ayrıştıkları noktanın kullandıkları kavramlar olduğuna dikkat çekiyor: Marx'ta sunum yöntemi soyuttur; araştırmanın başlangıcı ise somut olana yani biçime dayanır. Hegel'de ise bu durum, İrade ile ortaya çıkan, somut bir biçimle yani görünüm ile başlar. 

İhtiyaç ve isteğin farklı şeyler olduğunu söyleyen günümüz ihtiyaç kuramcılarının aksine Hegel'de ihtiyaç ve istek arasında böyle kesin bir çizgi yer almamaktadır. Hegel, isteklerin ihtiyaçların bir ikamesi olduğunu öne sürmektedir. İhtiyacı bir istekle ilişkili tutan Hegel, bu ilişkiyi ihtiyacın isteğin bir tezahürü olduğu şeklinde yansıtmaktadır. Ek olarak Hegel, ihtiyaçların sayısının ve çeşidinin artmasıyla bireylerin ihtiyaçlarına olan bağımlılıklarının azalacağını belirtmektedir. Yani bir ihtiyaç evrensel boyutundan tikele doğru geldikçe zamanla bir fikir halini alacaktır ve belki yine daha sonra evrensel bir boyuta dönüşecektir. Bunu, tüketim toplumunun gelişen ve gelişte çığrından çıkan ürünlerinde ve tüketicilerin ürünler ile aralarında olan ilişkide görmek mümkün. Tüketim ürününün ömrü ya da kullanım amacı ne olursa olsun tüketicinin ürüne olan bakışı değişmektedir. Zira ürünün tatmin edeceği ihtiyaç ve ürünün tüketici için olan anlamı değişmektedir. 

Fraser'ın da işaret ettiği üzere, Hegel'de etik yaşamın ilk seviyesinde ihtiyacın gelişimi, üç evreden oluşmaktadır; üç evrenin ilkinde ihtiyacın giderilmesi bireyi doğrudan hazza ulaştırır. İkinci aşamada ise ihtiyaç ve haz arasındaki sürece, çalışma dahil olur. İnsanlar ihtiyaçlarını gidermeden önce çalışırlar. Üçüncü aşamada ise ihtiyaç giderme yine ertelenir ve insanlar bir ihtiyacı giderecek olan bir alet yapmak için çalışırlar. Daha sonra bu ihtiyacın tatmini ile haza ulaşırlar. Ancak etik yaşamın ikinci seviyesinde ise bu değişmektedir. Üretim ilişkilerinin biçim değiştirdiği bu süreç içinde mülkiyet üzerindeki hak sahipliğinin değişmesi, bu farklılaşmanın sebebidir. Artık birey sadece kendisi için, kendi ihtiyacını tatmin için çalışmak zorunda olduğu bir dünyada değildir; birey, iş bölümünün ortaya çıktığı bu yeni düzende diğerlerinin ihtiyaçlarının karşılanması için de çalışmaktadır. Böylece ihtiyacın dördüncü aşaması da şekillenmektedir; ihtiyaç - emek - artık - para - haz şeklinde ilerleyen bir süreç oluşmaktadır. Üretim ilişkilerinin değişmesi ise bu sıralamada bir değişikliğe daha yol açar; ihtiyaç - çalışma/makine - artık - para - haz şekline gelir bu sıralama. Hegel'in bu noktada getirdiği eleştiri Marx'ınkiyle oldukça benzer biçimde; Hegel'e göre makinenin dahil olmasıyla üretim sürecine katılan insanın yaşayan bir ölüye benzer bir hal almaktadır. Burada Marx'ın yabancılaşmasını görmemek mümkün değil diye düşünmekteyim. Hegel, iş bölümünün insan emeği üzerinde yaratacağı tahribatın öngörüsüyle, insan emeğinin gittikçe mekanikleşmesi ve sonunda insanın ortalıktan çekilip yerini makinelere bırakacağını söylemektedir.  Tıpkı Marx'ın kapitalist düzendeki insanın sürekli olarak insanlığını yitirme halinde olduğunu söylemesi gibi.

Kapitalist düzen içerisinde Marx'ın ihtiyaçlara olan bakışında ise teorisindeki ikiliğin bir yansıması olarak sömüren ve sömürülen üzerindeki ilişki biçiminin etkisini görmek mümkündür. Marx, kapitalizmde işçinin ihtiyaçlarının sermayenin ihtiyaçlarına indirgendiğini öne sürerek, işçi için yabancılaşmış bir ihtiyaç oluştuğunu belirtmektedir. Bu yabancılaşmış ihtiyaçların ortadan kalkacağı düzen olarak ise ortak üreticiler topluluğunun var olduğu bir topluma işaret etmektedir. 

Fraser, Marx'ın yönteminde doğal ihtiyaçların bir soyutlama olduğuna vurgu yapmakta; Marx'ta doğal ihtiyaçların tüm toplumlarda, evrensel olarak yer almaktadır ve her bireyin bu ihtiyaçları giderme zorunluluğu mevcuttur. Yeme,içme, barınma gibi ihtiyaçları doğal ihtiyaçlar kapsamında değerlendiren Marx için bu ihtiyaçların giderilmesi, tarihin temel koşuludur. Ancak Fraser'ın işaret ettiği üzere Marx'taki doğal ihtiyaçlar kavramına ek olarak karşımıza "toplumsal olarak yaratılmış ihtiyaçlar"ı karşılamak üzere zorunlu ihtiyaçlar kavramı çıkmaktadır. Bunlar, üretimdeki değişmelerden etkilenen ve onlara bağlı biçimlenen ihtiyaçlardır. Kapitalist düzen dahilinde ihtiyaçlar boyut değiştirebilmektedir ve bu yüzden lüks tüketim, "gerekli görüldüğü için" zorunlu bir ihtiyaç haline dönüşebilmektedir. Marx'taki doğal ihtiyaçlar yaşamak için gereken ihtiyaçlardır. Bu ihtiyaçların karşılanması için kapitalist düzen içerisinde işçi, emek gücünü satar. Zorunlu ihtiyaçlar ise, emek gücünün değeri tarafından belirlenmektedir. Emek gücünün değeri yüksek olduğunda, zorunlu ihtiyaçlarda bir artış görülür. Doğal ihtiyaçlar, emek gücünün satılmasıyla ve zorunlu ihtiyaçlar biçiminde giderilmektedir. Lüks ihtiyaç ve zorunlu ihtiyaç arasındaki farkın Marx tarafından fiyat farkına dayandırılmadığına değinen Fraser, lüks ihtiyacı, bir işçinin zorunlu bulmadığı ihtiyaç olarak belirtmekte. Maaşı gittikçe artan bir çalışanın evinin dekorasyonundan tutun da kullandığı telefona kadar ihtiyacı olduğu için edindiği ve o ihtiyacı tatmin eden ürünlerin zamanla geçirmesi muhtemel evreleri düşünün; bir örnek olarak. Televizyondaki bir diziyi ya da haberleri izlemek için edindiği tüplü televizyon yerini gittikçe plazma TV'ye bırakabilecektir. Maaşına paralel olarak değişen ihtiyaçları onu rahat bırakmayacaktır: Haberleri sunan aynı kişiyi, yeniledikleri koltuk takımının doldurduğu odanın bir duvarının neredeyse yarısını kaplayan bir ekrandan izlemesi ihtiyacı oluşacaktır.Yabancılaşmış emeğin, ücretli emeğin tutsağı olmuş bireylerin ücretlerindeki artışı "olumlu" bulmsı durumu devam ettikçe bu tip absürt örnekleri yaşamaya ve görmeye devam edeceğimiz çok açık sanırım. 

Yazarın çok güzel özetlediği üzere Marx'ta ihtiyaçların bu değişen biçimini şu şekilde özetlemek mümkün: İşçinin emeğini satarak edindiği ücret, emek gücünün değerinden fazla olduğunda işçinin artan zorunlu ihtiyaçları artar ve bunun sonucunda lüks ihtiyaçlar ortaya çıkabilir. Tam tersi durumda ise zorunlu ihtiyaçlar azalarak, doğal ihtiyaçlardan ibaret bir hale inebilir. Yani Marx'ta, doğal ihtiyaçlar zorunlu ihtiyaçlara, zorunlu ihtiyaçlar da lüks ihtiyaçlara dönüşebilmektedir. İhtiyaçların yaşadığı bu değişim, üretime bağlıdır. Üretim sürecinde meydana gelen gelişmeler ile bu dönüşümler yaşanmaktadır. Gerçek toplumsal ihtiyaçların üzerini örtmesi muhtemel bu süreç içerisinde burjuva politik ekonomi ise toplumun gerçek ihtiyaçlarına karşı körleştiği için, kurgu ihtiyaçların, isteklerin, gerçek ihtiyaçların önüne geçmesi neredeyse umursanmaz.  

Kapitalizm içerisinde özgürlüğü sadece tüketim ürünlerini daha fazla satın almakta bulabilen insanların, tutsağı olduğu üretimin tüketicisi rolünün hakkını vermek için hep daha fazla kazanmayı amaçlayarak işine sarılan ücretli emekçilerin var olduğu, başka bir çıkış yolu yokmuşçasına maaşına zamdan başka beklentisi olmayan emekçilerin var olduğu bir dünyada ihtiyaçların giderilmesi kadar ihtiyaçların yaratılması da başlı başına bir sorun. Sürecin sonu için dönmeye başlayan bir çark gibi, harcaması için kazanmaya itilen insanlar. Kahvesini kağıt bardaktan içme ihtiyacı hissetmek için daha çok çalışan insanlar. Artık hayatında yağsız sütlü bi kahveyi çalışma masasına koyma ihtiyacı hissetmeye başlayan insanlar. Yaz tatiline rezervasyon yaptırma ihtiyacı olan insanlar. Telefon kullanma ihtiyacı olan insanlar. İnternet paketi ihtiyacı duyan insanlar. 

Yazayım dedim. Nasıl ihtiyaçları doğal sanıyoruz, yazınca komik geliyor. 

8 Eylül 2016 Perşembe

Mary Downing Hahn "Wait Till Helen Comes"

Blog birden çocuk kitaplarına, young adult kitaplarına odaklanmış gibi görünebilir ki bunda da bir sıkıntı yok, merak etmeyin, bundan sonraki yazı Hegel ve Marx'taki ihtiyaç kavramı üzerine Fraser'ın yazdığı bir kitabın yazısı olacak =) Bugün ya da yarın onu da ekleyeceğim. O zamana kadar hayaletler dünyasına kısa bir yolculuk....

Tam adı Mary Downing Hahn "Wait Till Helen Comes: A Ghost Story" olan kitap, 1989 yılında Young Reader's Choice Award'ı kazanmış ancak bazı aileler kitabın içerdiği bazı unsurlardan rahatsız olarak kitabın okul kütüphanelerinde bulundurulmamasını istemiş. Hayaletler, intihar, ölüm, ölüm üzerine düşünceler gibi kitaptaki bazı şeylerin çocuklar için uygun olmadığını belirtmişler. Bu bana baya gereksiz geldi zira aynı dönemde patlama yaşayan filmleri şöyle bi düşününce, Wait Till Helen Comes, dönemin sinemasında gösterilen filmlerin, o dönemde çıkan korku - gerilim kitaplarının yanında pek bir masum kalıyor. Tamam, bu çocuklar ya da genç-yetişkin okurlar için bir kitap ve onların bu içerikle karşılaşması istenmiyor olabilir ama gerrrrçekten çok masum geldi bana. Benim görüşüm bu.

Wail Till Helen Comes, Michael ve anlatıcı karakter olan Molly kardeşlerin annelerinin yeni evliliği ile Heather adlı yeni kardeşleriyle pek anlaşamamakta; üzerine bir de Heather'n çocukken yaşadığı bir travma yüzünden sürekli "alttan alınması gereken" ve "anlayışla karşılanması gereken" bir çocuk oluşu sebebiyle yaptığı her kötülüğün/huysuzluğun/yalanın faturası nedense Michael ve Molly kardeşlere kesilmekte. Böyle bir gerilimli üvey kardeşler arası ilişki düşünün. 

Hikaye ise ailenin Baltimore'dan uzaklaşıp, taşrada bir kiliseye taşınmasıyla hareketleniyor. Kilisi elbette artık kilise olarak kullanılmıyor ancak bu kilisenin arazisi dahilinde, neredeyse yüz yıldır kullanılmayan bir mezarlık var. Küçük çocuklar için daha korkutucu ne olabilir?

Ailenin yeni hayatlarında, burunlarının dibindeki mezarlık sebebiyle başlayan ve parça parça geçmişe dönük birkaç gizemin aydınlanması ve sonunda karakterlerden birine ait bir sırrın çözülmesi üzerinden hikaye ilerliyor.

Wait Till Helen Comes, yapayalnız hisseden küçük bi çocuk olmanın nasıl bir şey olduğunu da kitabın muhtemel hedef kitlesi için ve okuru olan benim için güzel anlatıyor. Hiç sevilmiyor olma ve hiçbir zaman sevilmeyecek olma korkusunun bir çocuk için nasıl bir gerilim kaynağı olabileceğine dertli efkarlı bir örnek bu kitap. Aynı zamanda çocukların nefret ya da sevgisinin nasıl kolayca şekillenebileceğini görebilirsiniz; bazen nefretin sevgiye ya da sevginin nefrete dönmesinin hızı ve kolaylığı ihtiyaç olabilir ya da takdir edilesi bir durum olabilir diye düşünüyorum.

5 Eylül 2016 Pazartesi

Stefan Zwieg "Burning Secret"

Stefan Zweig'in romanlarındaki buhranın, karanlığı, köşeye sıkışma duygusunu, kafa karışıklığını ve bir "idrak anı" sonrasında gelen farklı gözlerle görmeyi Burning Secret'ta da görmek mümkün.

Bir otele tatilini geçirmek üzere giden Baron'un canı etrafta tanıdığı kimseler, tatil boyunca biraz laflayabileceği hiçbir tanıdık olmadığını görmesi üzerine bozulur. Bir arkadaşlık kurmak ve tatiline biraz renk katmak ister. Bu arkadaşlığı, bir flört şeklinde gerçekleştirmeye karar verir; böylece biraz heyecanlı hale gelecektir tatili. 

Annesi ile aynı otelde kalmakta olan on iki yaşındaki Edgar, Baron'un kafasındaki tatiline renk katma planına habersizce dahil olur. Baron, annesine yaklaşmak için çocukla arasında bir arkadaşlık kurmaya ve böylece kullanıldığından bihaber çocuk vasıtasıyla annesine ulaşmaya çalışacaktır. İşte hikaye, buradan sonra başlıyor. Bu plana bilinçsizce dahil edilen bir çocuğun, yetişkinlerin dünyasını çözmeye başlamasıyla, çocukluğundan nefret etmesi, çocukluğundan çıkmasıyla ve bir kriz ile devam ediyor.

Zweig'in romanlarında görmeye pek alışık olabileceğimiz şekilde burada da Edgar, etrafında dönenlerden kopuk, kendi hayatının süregelmiş düzeni içinde, sınırlı bir kavrama yeteneğine sahip. Bunu kötü bir şey olarak söylemiyorum. Daha önce blog'a yazılarını eklediğim Korku ya da Olağanüstü Bir Gece adlı romanlarında da olduğu üzere başkarakter, dünya ile arasında bir duvara sahip. Bahsettiğim bu iki kurguda karakterler burjuva hayatları içinde toplumsal gerçeklikten uzak ya da bu gerçekliği yalnızca dahil oldukları yaşam biçimi çerçevesinde görebilen insanlardı. Bu romanda da, Burning Secret'ta da karakter, on iki yaşında bir çocuk olarak hem bir çocuğun anlama kapasitesine, hem de yine üst gelir grubundan olan bir insanın farkında olabileceği sınırlı gerçeklere sahip. 

Baron'un kendisi ile kurduğu arkadaşlık ardından bir gün içinde çocukluktan bıkması, yetişkinliğe ad atmak için içinde sonsuz ve yakıcı bir heves duyması, ancak Baron'un planını tam anlayamasa da ötesinde gelişen yetişkinlere ait "bir şeyler"de kendisinin anlam veremediği ve kendisini aslında değiştiren ve kıran, kandıran, görmezden gelen şeylerin olduğunu anlamasından sonra da yetişkinlerin yalan dolu dünyasından bir çocuk olarak aslında ürkmesi... Romana adını veren o yakıcı sırın etrafında kendisine karşı örülen bir duvarı her zorlayışında yeni bir kriz ve evrim geçirmesi, en sonunda ise bundan kaçmaya çalışması....

Edgar'ın birkaç güne sığan evrimini, kitap kurdu, biraz sağlık sorunları olan masum ve uysal bir çocuk olmaktan çıkışını çok güzel anlatıyor Zweig. 

Ek olarak, Edgar'ın hayatında ilk kez birinci sınıf vagon hariç bir vagonda yolculuk etmesi ve bu yolculuk sırasında çalışan insanları, işçileri, yani kendi dünyasında görmeye alışık olmadığı, hatta kendi dünyasında varlıklarından haberdar olmadığı emekçileri görmesi, para kazanması gereken insanları görmesi de Zweig'in burjuva eleştirisine küçük bir örnek olarak verilebilir.

İş Bankası Kültür Yayınları'nda da Türkçe basımı mevcut olan Burning Secret, bir çocuğun çocukluğun güvenli sınırları içindeki düzeninden kopuşunun şoku ve yine o sınırlara özlem duyacak hale gelişinin hikayesi. 

3 Eylül 2016 Cumartesi

Tove Jansson "The Moomins And The Great Flood"

"How will we ever find the sunshine if we don't dare to go across?"
( Tove Jansson "The Moomins And The Great Flood")

Günübirlik zorunlu bir yolculuk ardından akşam eve döndüğümde oturduğum yerde uyuyakaldığım bir cuma günü ardından, yani bugün için "ne okusam" diye dolaşıp dururken The Moomins And The Great Flood'ı okumaya karar verdim. Bu kararı vermek için tüm enerjimi harcadım ve pek kısa olan bu hikayeyi biraz da enerji toplamak için okudum. Cidden başka bir şey okuyabilecek kafa kalmamıştı.....

Evet bu büyük önem arz eden "neden bu kitabı okuyorum" bilgilendirmesi ardından hayatımıza ve blog'daki yazıya devam edebiliriz.

The Moomins And The Great Flood, ilk kez 1945 yılında yayınlanmış, Finlandiya'lı Tove Jansson'un ilk olarak İsveççe kaleme aldığı bir kitabı. Bu kitap ardından da hikaye devam etmiş zira kitap The Moomins'in birinci kitabı olarak geçiyor. Diğerlerini henüz edinmedim ve okumadım. O yüzden bu satır burada sonlanıyor.

Hikaye,  Moominmamma ve Moomintroll'ün Moominpappa'yı bulmak için çıktıkları, karanlık bir ormanda başlayan yolculukları ve bu yolculuk sırasında yaşadıkları masalsı olaylar ve tanıştıkları karakterler üzerine. Moominmamma ve diğerleri kim diyecek olursanız; kendisi Moomintroll'ün annesi ve Moominpappa'nın karısı. Yani ailenin kaybolan babasını arıyorlar. 

Okurken aklıma birkaç masal kahramanı da geldi, hoşuma gitti. Kısacık bir kitap. Bir çocuğa bir şeyler anlatmak istiyorsanız ya da bir masalı özlediyseniz buyurun okuyun derim.

25 Ağustos 2016 Perşembe

Iain Banks "Eşekarısı Fabrikası"

Bu kitabı okuyalı uzun zaman oldu ama hakkında ne yazacağımı bilemedim. Bu da kötüler gibi bir ifade olmuş olabilir ama alakası yok. Tam tersi, çok sevdim. Ama ne yazacağımı nasıl ifade edeceğimi bilemedim. Hala da bilemiyorum. O yüzden ilk paragrafta beklentilerinizi düşürmek istedim. Eğer bir beklentiniz varsa. Ki bence olmaması ihtimali elemeye gelmez.

16 yaşındaki Frank Cauldhame'in hayatı kendi ağzından aktarılıyor. Ancak herhangi bir gençlik romanı ile uzaktan yakından alakası yok. Fabrikasyon young-adult kurgular patlak vermeden yıllar önce yazılmış olan Eşekarısı Fabrikası bence tam da bu yüzden içindeki kahraman olmayan kahramanın anormalliğiyle benzeri pek olmayan bir kitap.

Babasıyla beraber, alışılmışın dışında bir hayat süren Frank, artık pek yalnız kalamayan, yalnız kalmayı bilmeyen, yalnızken ne yapacağını şaşıran günümüz çocuklarından pek farklı biçimde kendi kurgularının kahramanı olabilen ve yine günümüzde artık denk gelemediğimiz oynayan çocuğun kendi icadı olan oyunları ile günlerini geçiriyor. Fakat bu oyunlar alışılagelenin ötesinde; şiddet seviyesi hayli yüksek, ölümün ne olduğundan bihaber çocukların aksine ölümü de işkenceyi de savaşı da, tüm korkunçluğunun idrakı ardından içeren oyunlar. Dediğim gibi, Frank alışılmışın dışında bir karakter.

Hikaye boyunca gizemini koruyan birçok nokta var; Frank neden babası ile yaşıyor? Annesi nerede? Frank'ın girmesinin kesinlikle yasak olduğu evdeki o odada babası ne yapıyor? Frank'in kapatıldığı yerden kaçan kardeşi yaklaşıyor mu? Yaklaştığında ne olacak? Ve Frank'te, yazarın farklı şekillerde değindiği gizemli bir nokta var; bu ne? 

Anormal bir karakterin anormal hayatı. Bu yüzden çok beğendim. Bence sonu, yani gizemin çözüldüğü kısım çok üstünkörü, çabucak, aceleyle bağlanmış gibi geldi. Bundan linç yer miyim? Bence yemem. Dediğim gibi, ilk paragrafta beklentilerinizi bi kenara bırakın demiştim. Zira hikayenin sonu, bambaşka bi toplumsal gerçekliğin çok güzel bi eleştirisini yapıyor. Şu an Iain Banks eleştiriyorum böyle bi hadsizlik olamaz ya.

Okurken aklıma Tideland adlı film geldi. Frank'in bir oyun arkadaşı olsa bu kesinlikle Jeliza Rose olabilirdi. Tideland'daki ev, evin olduğu yer, evin içi, çocuğun ruh hali, tavırları.... Eşekarısı Fabrikası ile çok ortak noktası var. En azından benim için. Okurken gözümde canlandırdığım mekanlar o filmle çok örtüştü çünkü. 

Neyse. Yazı bu kadar olsun. Ne yazacağımı cidden de bilemiyormuşum. Adı geçen film ve bu kitap tavsiyedir. 

22 Ağustos 2016 Pazartesi

Richard Sennett "Yeni Kapitalizmin Kültürü"

Yazısını yazmayı unuttuğum kitaplardan biri Yeni Kapitalizm Kültürü. Hatta şu an düşündüm de yazmış da olabilirim. Ama blog'da arayıp kontrol etmek zor geliyor. Ben yine de yazayım. Sonuçta burası benim kişis....

Richard Sennett'in Yale Üniversitesi'nde 2004 yılında etik, siyaset ve ekonomi konularında verdiği konferanslardan oluşan kitap, dört ana bölümden oluşuyor: Bürokrasi, İşe Yaramazlık Kabusu ve Yetenek, Siyaset Tüketimi, Zamanımızda Toplumsal Kapitalizm.

Bürokrasi bölümünde, ilk akla geleceği üzere girişin ardından Weber'e geçen yazar, üretim verimliliği hedefleyen rasyonelleşmenin hayatın tüm alanını gasp etmesi sonucunda, bireyin hayatının "yaralandığını" belirtiyor. Toplumun kapitalizmin altında ezilmesiyle beraber sivil toplum üzerinde bürokrasinin etkisi/baskısı arttıkça insan hayatının hayatı boyunca izlemesi gereken yolun/biçimin kalıbına sıkıştırılıyor oluşuna değiniyor. 

Bürokrasinin biçimi belirlemesi üzerine Britanya ve İskandinavya'daki refah sistemlerini örnek veriyor. Sennett, refah sisteminin de bürokrasinin bir sonucu olduğu kadar, bu biçimin üretiminin ve sürekliliğinin üzerinde payı olduğuna işaret ediyor. Çünkü refah devleti, karşısındaki bireyin öznel yönünün törpülenmesine sebep olmaktadır. Bireyin kendi hayatının biricik amaçları ya da bu hayat içindeki kendi düşünme şekli, yerini Weber'in işaret ettiği çelik kafesin içinde hapsolmuş hale gelir. Birey, bürokrasinin egemenliği altındaki bu düzen içerisinde devlet memuru gibi düşünmeye başlar.

Weber'in bürokrasinin çelik kafesi konusu, Sennett'in metninde insan ilişkilerinin tamamı üzerinde de yaptırım gücü olan bir nokta şeklinde. Bireyin iş yerinde geçireceği zaman kadar iş haricinde, özel alanda geçireceği zaman ya da sosyal ilişkilerinin planlaması ya da yine bürokrasinin etkisi altında kalmıştır. Aynı şekilde, çelik kafesin etki alanını genişletmesinde ve yıkımının büyümesinde yazar yeni iletişim ve imalat teknolojilerini de ele alıyor. Enformasyon devrimi ile beraber, bilginin ulaşılabilirliğinin artması, haliyle bilgi vasıtasıyla denetimin/yönlendirmenin de mesafeler bağından kurtulmasının küresel-kitle iletişimde olduğu kadar işletmelerin yönetimi de etkilediğini söylüyor. Hiç görmediği en üst düzey yetkiliden iletişimin yaşadığı değişim sayesinde çalışma hayatı boyunca emir alarak çalışabilen bir işçi buna örnek olabilir. 

Kitabı okurken en dikkatimi çeken şey, işe yaramazlık kabusunu işlediği bölüm oldu. Modern bir tehdit olarak ele aldığı bu "işe yaramazlık kabusu"nun çıkış noktasını yazar, kentleşme ile beraber kente göç eden insanların, yani işlediği toprağından kopan insanların, toprak işlemek dışında bir becerilerinin olmaması ile başlayan süreç olarak gösteriyor. Ancak bu, zamanla beraber boyut da değiştiyor. Günümüz için Sennett, eğitim sisteminin istihdam edilemez insanlar yarattığını söylüyor. Yani işlediği topraktan koparak göç eden insanların yerine bu korku artık genele yayılmış halde. Bu korkunun modernizm sonrasındaki şekillenmesine de üç sebep gösteriyor yazar: küresel emek arzı, otomasyon ve yaşlanmanın önemi. Küresel emek arzı kapsamında vasıfsız işçileri güvensiz ve süreksiz işlerde çalıştırmasını verebiliriz. Otomasyon konusu ise distopyalardaki gibi, makinelerin insanların yerini alacağı korkusunun sanayileşme ile insanlar üzerinde yarattığı korku olarak belirtilebililir. Son olarak dezavantajlı gruplar bağlamında düşünürsek toplumun yaşlılara ve yaşlılığa bakışıyla örtüşüyor. Yaşlanan bir birey artık üretime dahil olmaz gibi; yani artık üretim ilişkilerinin belirlediği dünyanın dışına itilir. İnsan hayatının bir dönemi olan yaşlılık, kapitalist üretim ile beraber böylece dışlanmıştır. Tıpkı emeği sömürülemeyen bebeklerin, çocukların da düzen için iş yapabilir hale geldikleri ana kadar yok sayılması gibi. 

İşe yaramazlık kabusuyla beraber yazar yetenek ve kişisel başarı konularına da değiniyor. Çalışma hayatı içerisinde lisans eğitiminin, yüksek lisans eğitiminin yetmediği, yanında tonlarca sertifika programına tonlarca saat harcandığı, 3 yaşındaki çocukların bile koşturularak bi keman kursuna bi yabancı dil kursuna sürüklendiği dünya için yetenek, başarı, kişisel gelişim artık sermayeden ibarettir. 

İlerleyen bölümlerde tüketim, tüketimin değişen anlamın, bireyin kendisini var etmeye çalışması, tüketim arzusu gibi konulara da değinen yazarın kitabını okursanız, bu konular ve benim detaylandıramadan yazdığım konuların daha geniş ele alındığını görürsünüz - haliyle. 

17 Ağustos 2016 Çarşamba

Distopyalar

Belki 150 tane böyle liste vardır ama bu benim 151.yi yapmama engel olmuyor, öncelikle bunun için kusura bakmayın.

Zora düşünce, ütopikleştirmek için bilimsel zemininden koparılma girişimlerine rağmen hala ayakta durabilen ve ütopik halinin karşısına bilimsel haliyle doğrudan çıkabilen düşüncelerin sağlamlığını görmenin acı şokundan olsa gerek, akıllara hemen distopyalar geliyor. Böylesine gerçeklikten kopuk, toplumun gerçekliğini sadece doğrudan kendi gündelik hayatına etki edecek bir sonuç olduğunda idrak edebilenler için bu tip zor dönemlerde "distopyalar listesi" ve sloganlaşmış distopyalardan alıntılar vs. pek ilgi çekici sanırım. Yakın dönemle araya mesafe çekildikten, geçmiş - gelecek arasında kalan şimdiki zamanının güncel sorunlarını gözardı ettikçe elbette her gündemde "ay 1984" denilir. Şaşırmam =)

Neyse. İşte bu tip zamanlarda işlevsiz ütopik kurgular yerine distopyalar anılıyor. Sığınılan ya da örnek gösterilen durumlar yine distopyalardan oluyor. Ütopyalardan değil. Zira mevcut gerçekliğin analizini görmeden etkileyici bir distopya kurgusu oluşturulamayacağı düşüncesindeyim. Bu yüzden, ütopyanın yerine distopya daha makul ve beklenebilir, hatta öngörüsü yüksek ama sözde bir "imkansız kurgu" olarak sunulabilir.

Neyse başlık odun gibi "distopyalar"dan ibaret ama girişte de yazdığım gibi ben de liste yapacaktım =)

Buyurun listenin kendisi (post apokaliptik & distopya oldu biraz); çoğunun yazısı da blog'da var. 

  1. Hugh Howey "Silo"
  2. Paolo Bacigalupi "Kurma Kız"
  3. Yevgeny Zamyatin "Biz"
  4. Ray Bradbury "Fahrenheit 451"
  5. Jack London "Demir Ökçe"
  6. H. G. Wells "Efendi Uyanıyor"
  7. Hillary Jordan "Uyandığında"
  8. Philip K. Dick "Androidler Elektrikli Koyun Düşler Mi?"
  9. Aldous Huxley "Brave New World"
  10. George Orwell "1984"

16 Ağustos 2016 Salı

Friedrich Engels "Ludwig Feuerbach Ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu"

Hakkında bir şey yazmayı düşünmediğim bir eser ancak yöntem konusunda Hegel - Feuerbach - Marx arasındaki bağlantıyı kurmak için yardımcı olacak bir kaynak. Bunun gibi birkaç kitap hakkında daha yazı eklemeyi düşünüyorum. Hatta kitap yazılarının haricinde arada bir başka yazılar da paylaşma planım var.

Çok bir şey yazmayacağım ama yanlış - eksik gördüğünüz bir nokta olursa yorum olarak yazabilirsiniz. Bu yazı aslında kitaba dair bir yazı da olmayacak, kitabın içeriğini de içeren "bir adet yazı" olarak da görebilirsiniz =)

Diyalektik materyalizm, pat diye aklına gelivermiş bir yöntem değil. Engels bu yazısında klasik Alman felsefesi ve Hegel üzerinden başlayan, Feuerbach'ın Hegel'in düşüncelerinin yıkımından ibaret olan ve sonunda yıkılmış ancak üzerine yeni bir şey inşa edilmemiş Hegel'in yönteminin Marx tarafından nasıl ters çevrilerek yeni bir yöntem oluşturulduğunu anlatıyor.

Marx'ın sosyolojisi ile tanışmaya Hegel'in idealizmiyle başlamanın gerekliliği, Engels'in bu metninde de mevcut. Marx'ın idealizme kesinlikle karşı oluşunun sanırım en güçlü nedeni Hegel'in nesnel dünyanın - haliyle - ampirik verilerini tamamen yok sayıyor oluşu. Bu sebeple de, pratik/nesnel dünyaya ait gerçekliğin ve sorunların inkarına yol açacak bu idealizm Marx'ın ancak karşı çıkacağı bir nokta. Gerçek olan her şeyin zihinsel olduğuna dayanan Hegel felsefesinde toplumun da insan zihninin bir yansıması olarak var olduğu ve bu sebeple nesnel koşullardan - fiziksel/pratik koşullardan kopuk olduğu, bir düşünce olarak ele alınıyor oluşuna Marx'ın getirdiği eleştiri ise bu kabulün tutucu bir bakış açısı olduğu. Ancak Hegel'in felfesini tamamen inkar etmek ya da yok saymak değildir bu. Çünkü Hegel'in felsefesi devrimci bir yön de içerir. Bu devrimci unsur, insan icadı olan her şeyin yıkıma ve inkara mahkum oluşu olarak karşımıza çıkar. Mevcut olanın sorgusuz kabulüne bir karşı çıkış ve bu sebeple gelen yıkımı da içeren bir düşüncedir. Bu yüzden de, yıkımın mecburi oluşu kabulünden varılabilecek nokta ise insan tarihindeki tüm evrelerin zorunlu oluşudur.

Çalışmaları din üzerine yoğunlaşmış bir düşünür olarak Feuerbach ise ağırlıklı olarak Hegel felsefesindeki din ile ilgili. Ancak nesnel dünyaya dayanan verileri dışlamayan bir yönteme sahip. Tarihin itici gücü olarak, Hegel'in idealizmiyle kesinlikle çelişen bir noktaya işaret eder Feuerbach; düşünce, tarihe yol gösteren yegane unsur olarak kabul edilemez, edilmemelidir. Burada Hegel'den kesin bir kopuşu görmek de mümkündür çünkü Feuerbach'ın bu reddi, materyalist olduğunu gösterir. 

Feuerbach, Hegel'in idealizmindeki "fikrin", zihinsel olanın ve gerçek olanın tek adresi olarak ele alınan "fikrin" yerine doğayı koyarak Hegel üzerinden, Hegel'in idealizmini yıkar. Felsefenin nesnel dünya ile arasındaki mesafe yerine de felsefe ve nesnel dünyayı bağımsız olarak ele alarak insan ve doğaya yönelişini vurgular.

Feuerbach'ın Hegel'de yarattığı yıkım ardından Marx, Hegel'in yönteminden beslenerek, Feuerbach'ın tamamlamadığı süreci tamamlıyor ve Hegel'in felsefesini "ayakları üzerine oturtuyor". Marx'a göre Hegel'in yöntemi "ters" durmaktadır; soyuttan somuta çekerek çatışmanın itici güç olduğu fikrini barındıran yöntemine Marx'ın ulaşması, Hegel'in yönteminin üzerinden ilerliyor. Zira Hegel'in yöntemi Marx için bir araç haline geliyor. Kendi yöntemini oluşturabilmesi için bir araç. Marx'ın bu süreçte ulaştığı nokta ise çatışmanın sürekli olduğu ve tarihin itici gücü olduğudur.

Bu da böyle bir yazı oldu =)

13 Ağustos 2016 Cumartesi

Ne Okuyorum?

Shirley Jackson "We Have Always Lived In The Castle"ı okuyorum - sonunda.

Kitabı bugüne bitiririm diye düşünüyordum ama arada kendime yeni işler çıkarıp başka iki kitaba daha başlayınca kaldı. Yarına biter umarım =)

Kitabın farklı kapak tasarımlardan birkaçını paylaşayım dedim yazı hazır olana kadar. Bu da böyle işlevsel bir "blog kimsesiz görünmesin" hareketi olsun =)

                                   
                        

4 Ağustos 2016 Perşembe

Scarlett Thomas "PopCo"

Kendi kendimi sürekli suçlarken, sonunda bir süredir blog'a yazı ekleyebiliyorum her bir yazı arasında mevsim değişmeden. 

Scarlett Thomas'ın iki kitabı hakkında çoook önceden yazdığım iki yazı mevcut blog'da ama bir süredir eski yazdığım yazıları beğenmemeye başladım, hatta o iki yazıyı tekrar yazmayı düşünüyorum. Bunu neden yazdım peki? Yani bu paragrafı. Çünkü daha önce yazarla tanışmamış olanlar bu blog'da merak edip ararsa diye. Okumak isterseniz okuyun elbet, kendi blog'umu kötülemiş gibi oldum şimdi de. Çok karıştı. Ben kitaba geçeyim.

Değerli Scarlett Thomas, PopCo'da 29 yaşında genç bir kadın olan Alice Butler'ın, yaratıcı ekiplerinden birinde çalıştığı, dünyadaki büyük oyuncak firmalarından biri olan, "trend" yaratan PopCo'nun kampında geçirdiği süreci anlatıyor. Ancak bu, hikaye boyunca sıklıkla geri dönüşler eşliğinde, hayatında büyük bir trajedi olan, annesinin ölümü ardından babasının kendisini 9 yaşında terk etmesinden itibaren, Alice'in büyükannesi ve büyükbabası ile beraber geçirmeye başladığı dönemi de baştan sona kapsıyor.

Kriptografi, kodlar, şifreler, gizli mesajlar, sayılar... Büyükannesi ve büyükbabasının, matematik ve kriptografi ile dolu hayatı içinde Alice, haliyle sıradışı bir çocuk olarak büyüyor ve televizyonu olmayan bir evde yaşıtlarının aksine zamanı, yaşadığı evden kendisine geçen ilgi ile dolu oluyor. Küçük bir çocuk olduğu günlerden, hikayenin geçtiği yaşına dek Alice, rakamlar, harfler, kelimeler, bilinmezler içerisinde, saklı cevaplara ulaşmaya çalışıyor.

Hikaye oldukça sürükleyici olduğu için yine ilerleyişinden bahsetmeyeceğim. Scarlett Thomas, PopCo'da yarattığı bilinmezlikleri, hikayenin ilerleyişi içerisinde bilinmezlikten kurtarmaya başladıkça, tıpkı başkarakter Alice gibi okur da kaşlarını çatmaktan ve "acaba"lar içerisinde kıvranmaktan kurtulup nefes alabiliyor diyebilirim. En azından bunu kendi adıma söyleyebilirim.

Dünyanın mevcut halinde, anlam karmaşası içerisinde kendisine bir anlam veremediği gibi (ve bu yüzden) dünyayı anlamaktan ve sonucunda amaçtan bihaber insanların kimlik oluşturmak adına saplandıkları çıkmazlara dikkat çekiyor PopCo. Örneğin, gençler arasında kendilerini tanımlayacakları "objeler"i yaratmakla, bir jargonu ya da bir hayali yaratmakla, kitlelerin içerisine tıkıldıkları kurgu dünyaların kafesinde nasıl sahte anlamlarla yaşamalarını görmek mümkün. 

Tüketicinin ürüne yüklediği anlam ve ürünün temsil etmesi gereken anlamın arasındaki ilişki doğru orantılı halde değil mi? Bir yandan sürekli "sen" vurgusu yapan ürünlerin yarattığı arzu sonucunda "ben" için yaşamaya başlayan yeni tüketici profilinin yüksek beklentilerini, kendisini daha "ben"/"bir tane ben" yapacak ürünleri talep etmesi şeklinde düşünebiliriz. Pazarda yaratılmak istenen talebin ipin ucundan kaçması gibi. Ancak öyle bir şey ki, bana hep şunu hatırlatmıştır; kendi kuyruğunu ısıran yılan. Yılanın tamamınında da üretici ve tüketiciler beraber; zira tüketici olmayan yok. Üreticinin/işçinin/iş verenin, kreatif ekip lideri olmasından tutun da fabrikada çalışan ya da tarlada çalışan işçinin üretimin parçası olmasının tüketici sıfatından onu soyutlamayacağı gibi. Pazarın açgözlülüğü içerisinde üretimdeki cansız varlıklar hariç her şeyi tüketici olarak görebiliriz bence.

Okurken sık sık Baudrillard'ı anmış olabilirim; elbette Thomas'ın da andığı gibi Marx'ı da andım. Bunu yapmasam kendimi yadırgardım zaten. Neyse. Tüketimin, ihtiyaçların giderilmesi ve yaratılan kurgu arzuların tatminine yönelik bir hal alması (ve elbette ihtiyaçların giderilmesi kısmındaki sorunların da aslında yok olmamış olması) dahilinde düşünürsek, PopCo, yarattığı arzuların tatminini satan, herhangi bir şirket gibi bir şirket. Üretimin mesafeler bağından kopmasıyla beraber pazar ve üretim yeri arasına giren mesafenin, satın alan ve üreten arasındaki devasa uçurum benzer hale geldiği dünyada PopCo'nun temsil ettiği her şeyi aslında "çoğu şeyde" görmek mümkün.

Metaya tutku duymak gibi ya da objeler üzerinden kendini tanımlama, objeler üzerinden ilişkilerini tanımlama (arkadaşlık bilekliği vs.) gibi içerdiği duygudan çok yansıtıldığı madde üzerinden ilerleyen ilişkiler ağına, duygulara sahip olur hale gelmek. 

Bunu da sadece reklamlar ve reklamcılık üzerinden çıkarmamakta fayda var. Eski bi reklam yazarı olarak küfür olmayan ama binlerce küfre denk düşecek çok suçlama duymuşumdur. Tüketim toplumunun biricik bireyleri olmaktan, kendisini ayakkabısıyla ya da telefonuyla ya da üye olduğu bilmem ne ile ifade etmekten büyük haz duyan ve bunu açıkça paylaşan herkesin, bunlar birer örnek, sadece "bu keki yediğinizde gülümseyeceğinizi" iddia eden reklamcıların kapitalizmin en vahşi kesimi olduğunu iddia etmemeleri lazım. Keşke bu kadar basit olsaydı ve keşke tüm suçlu reklamcılar olsaydı. O zaman çözmek de kolay olurdu.

Neyse. Yakınmaya başladım. Bitireyim. Çok güzel kitap, okuyun. Ha bi de, veganlar ve vejetaryenler hakkındaki önyargıları olanlar için de PopCo'da güzel önyargı eritme yöntemleri var =)