27 Kasım 2016 Pazar

Immanuel Wallerstein “Tarihsel Kapitalizm ve Kapitalist Uygarlık”

Wallerstein birikmiş zenginlik anlamına gelen sermayenin ana ögesi olduğu kapitalizmi tarihsel bir toplumsal sistem olarak belirtip, bu sistemin ayırt edici özelliği olarak sermayenin kendisini büyütmesi amacıyla bu sisteme dahil olmasının onun özel bir yönü olduğunu vurguluyor. Zita daha önceki toplumsal sistemlerde sermaye karşımıza yeterince metalaştırılmamış bir biçimde çıkmaktadır ve bu noktadaki ayrışma ile kapitalizm, takas yöntemi haricinde birçok farklı yolla kendisini genişleten bir metalaşma süreci izlemiştir. Takiben doğurduğu sonuç ise toplumsal süreçlerin metalaşmasının ötesinde, tüm üretim süreçleri oluşan metalaşma sürecinin parçası haline getirerek kendi içerisinde bir meta zinciri haline getirmesi olmuştur. Yazarın metin boyunca karşı çıktığı bir noktayı da belirmekte fayda var: Wallerstein bazı savunucularının aksine kapitalizmin doğal bir sistem olmadığını, hatta açıkça saçma bir sistem olduğunu, sermayenin sermaye üretmek için var oluşu ile açıklıyor.
Kapitalizmin beraberinde getirdiği ve diğer toplumsal sistemlerden onu farklılaştıran bir nokta olarak Wallerstein, işbölümü ve emeğin değerlendirilmesi arasında kurumsallaşan cinsiyetçi bir ayrımın varlığına dikkat çekiyor. Bu durumun doğal sonucu olarak kamusal – özel alandaki cinsiyetçi ayrımın beslenmesi ve düzenin kendi denetimi ve sürekliliğinin garantileme yolu kapsamında kadının “ev kadını” ve erkeğin “ekmek parası kazanan” olarak konumlandırılması karşımıza çıkıyor. Cinsiyetçi ayrım üzerinden ilerleyen ücretli emek sömürüsünün hem yarattığı hem de muhtaç olduğu bu durum, işgücü piyasasında etkin olan ve olmayan arasındaki ayrımda cinsiyeti keskin bir çizgi haline getiriyor.
Wallerstein’ın kapitalist sistemin uzun süredir varlığını devam ettiren bir toplumsal sistem olmasına rağmen proleterleşmiş işçilerin oranının yüzde elliye bile ulaşamadığını belirtmesi önemli bir nokta. En düşük ücret eşiği olarak belirttiği ve proleter hanenin yine kapitalist sistem içerisinde sömürülmek için sistem tarafından “hayatta tutulmasının”, yeniden üretimin sürekliliği için en temel ihtiyaçlarını karşılayabilir halde ücretlendirilmesi şeklinde özetlenebilir. Yazar bu durumu, gelirini “en düşük ücret” üzerine çıkarmak isteyen işçinin, başka bir ücretli işte yine en düşük işe razı gelerek, kapitalizmin maliyet düşürme ve kar marjını artırma amacı doğrultusunda yine başka bir ücretli emek sömürüsünün kurbanı oluşu ile de bağlantılı olarak ele alıyor. Bağlantılı olarak vurguladığı bir diğer nokta ise kapitalist sistemin kendisine sürekli yeni alanlar açtığı dünya ekonomisinde, kapsamına giren her yeni bölgenin “dünya sisteminin ücret düzeyi hiyerarşisinde en altta yer alan reel ücret düzeylerini” peşinden sürüklemesi, sömürge devletlerinin proleterleşmemiş işgücünü yarı – proleterleşmiş seviyede sömürmesi oluyor. Çünkü yayıldığı alanda maksimum kar elde etmek için en düşük ücret düzeyinde işçinin yaratılması, sermayenin birikimini kolaylaştırmaktadır.
Sistem içi bir çelişki olarak bir yandan emekçinin karşısında her zaman sermayenin artması için sınıf dayanışmasına girmiş sermayedarlar olmasına rağmen, kendi içlerinde de daha fazlası için bir rekabet içinde oluşuna işaret ediyor Wallerstein. İlgili olarak, sermayedar ve devlet mekanizmasının işçilerin hayatlarına, “daha fazlası için” müdahale etmesinin yoğunlaşmasını da ekleyebiliriz.
Sistem karşıtı hareketlerinde de evrenselcilik çelişkisi yaşadığını vurgulayan Wallerstein, evrenselciliği de tarihsel kapitalizmin yarattığı bir ideoloji olarak görüyor. Bu yüzden, sistem karşıtı hareketlerin Aydınlanma’nın ideolojisine büründüğü ve kendisini evrensel olarak tanımladığı an tuzağa düşmüş olduğunu söylüyor. Aynı şekilde ilerleme fikrini de eleştiren yazar, ilerlemenin sosyalizme haklılık kazandırdığı kadar kapitalizme de haklılık kazandırdığını belirtiyor. Ancak Wallerstein bu noktada ilerlemenin kaçınılmaz olmadığını ekleyerek, kapitalizmin ilerlemeyi kesinlikle temsil etmediğini ifade ediyor.
Kapitalist sistemin beraberinde getirdiği eşitsiz biçimde dağılmış olan refaha değinen yazar, uçurumun gittikçe arttığı bu eşitsizlik içerisinde payı daha yüksek almış olanın ise tarihin daha önceki dönemlerinde elde etme şansı bulamayacağı bir paya sahip olduğunu belirtiyor. Bunu bir kapitalizm övgüsü olarak görmemek lazım çünkü Wallerstein, bireyin ve toplumun korunmasına yönelik girişimleri de kapsayan bu sistemin öte yandan yarattığı çevresel değişiklikler ile oluşturduğu yıkıma da işaret ediyor. Ozon tabakasına verilen zarar, doğal kaynakların yağmalanması gibi… Daha uzun yaşamak mümkün ancak yaşlı olmanın işgücü piyasasından itilme sorununu doğurması, yaşlıların dezavantajlı gruplar olarak oluşmaya başlaması buna örnek olarak gösterilebilir. Bunun haricinde iç savaşları da kapitalist sistemin bir ürünü olarak gören Wallerstein, iç savaşları işgücünün etnikleştirilmesi ve kapitalizmin yayılmacılığıyla beraber ilerleyen süreç kapsamında değerlendiriyor.
Evrenselcilik ve demokrasi kavramlarını sunar gibi görünen ancak insan hakları ihlallerinin de nereden bakılsa görülebilir olduğu Wallerstein’ın değindiği bir nokta olarak karşımıza çıkıyor. Oysa bu kavramları kapitalizm adeta hediye eder gibi sunmaktadır. Dünya sistemleri içerisinde de aralarında uçurum bulunan insan hakları konusunu güçlü devlet – sömürge devlet çerçevesinde de görmek mümkün.
Değişimin tarihsel olarak gelecek olduğunu belirten Wallerstein, kitabın son satırlarında değişimin gerçekleşeceği yönün ihtimallerini gösteriyor.

21 Kasım 2016 Pazartesi

Scarlett Thomas "Bright Young Things"

Scarlett Thomas yeni bir kitap yazmadan eski kitaplarından okumamak gibi bir karar almıştım, böylece sürekli yeni ve okunmamış bi Thomas kitabı stokta bulunabilir halde olacaktı. İyi ki de öyle yapmışım. 

Romanın konusundan kısaca bahsedip geçmeyi düşünüyorum çünkü aslında anlatılacak olan olaydan, hatta kurgudaki gayet sıra dışı sayılabilecek olaylardan daha başka bir şey olmalı bu yazıda. Pek beceremeyebilirim tabi.

Bright Young Things, Scarlatt Thomas'ın ilk baskısı 2001 yılında yapılan bir romanı. Hikaye, öncelikle kitaptaki her bir karakterin kısaca anlatıldığı ayrı bölümler ile başlıyor. Bu kısaca anlatılma hali ise aslında karakterlerin kim olduğunu net biçimde ortaya koyacak birçok detayı içeriyor. Üç kadın ve üç erkek karakterin yolları ise, Bright Young Things "aranıyor" ilanına başvurdukları an kesişiyor. Gizemli bir ilanın peşinden iş görüşmesine giden karakterler, en son bekleme salonunda beklerken, bir sonraki anda kendilerini ıssız bir adada buluyor. Nasıl getirildikleri, kim tarafından ve ne amaçla getirildikleri soruları kafalarını kurcalar, hatta bu sorular onları delirtirken, bir yandan da kendilerini ve birbirlerini tanımaya başlayıp, adanın ıssızlığında sunulan kaçış içinde kendilerine güvenli bir alan yaratmaya çalışıyorlar.

Bu noktada, yazarın postmodern toplumların analizini öyle güzel örneklerle sunuyor ki, karaktelerin kendi aralarındaki bir konuşmada ya da bir oyunun gidişatında kültür emperyalizminden tutun da X kuşağının itiraflarına, tüketim toplumunun doyumsuz ve mutsuz bireylerine kadar birçok örneği görmek mümkün oluyor. 20'li yaşlarının başında olan karakterler üzerinden bir yanda dehayı gösterirken bir yanda içlerinde yaşadıkları toplumun kendileriyle birleşen ya da çelişen yönlerine karşı geliştirdikleri tavırları (hatta küresel dünyada bunu dünyaya karşı geliştirdikleri tavırlara dönüşüyor bunlar) yansıtıyor. 

Scarlett Thomas'ın romanlarında genelde hissettiğim mekanın değişmesi ya da zihnin karakterin ya da karakterlerin "başka bir yere gitmesi" ile başlayan değişim/dönüşüm/aydınlanma/keşfediş anları bu romanda yine karşıma çıktı. Mekanın olağan ve olağan-dışının, aslında kendi kurgusunun başladığı yere doğru çekmesi de Thomas'ın sürekli kullandığı bir yöntem sanırım. Ki ben çok beğeniyorum. Mekanı böyle kullanıyor olması, zaten elindeki olayın ilginçliği ve derlediği malzemelerin çeşitliliği ile kurguyu daha ilgi çekici bir hale sokuyor bence. Bright Young Things'te de önce ve sonra ayırımını adadan önce ve sonra olarak ele almak mümkün oluyor bu durumda.

Romanda yazar yine kendisine has ve aslında kendisinin "ne kadar sevdiği" şeyleri kendi kurgusu içinde sunuyor. Bunların başında da, bence Scarlett Thomas'ın alter egolarından meydana gelmiş olan kadın ve erkek karakterler. Her birine yüklediği özellikler, daha önce yazarın başka romanlarını okumuş olanlar için bir yandan beklenilir bir şey gibi görünse de, öte yandan bu hiçbir zaman yazarın düştüğü bir girdap ya da kolaya kaçış için bir yol olarak görünmüyor. Karakterlerin konuşmalarından, ilgi alanlarından, yazarın onları betimlemesinden vs. ortaya çıkan şey Scarlett Thomas'ın aslında sürekli olarak bir parça kendisinden bahsetmesi ve o karakterlerin hammaddesinin kendisi olduğunu göstermesi oluyor. Burada yazarın kendisinden başka bir kaynaktan karakter oluşturmadığını sonucu da çıkmamalı zira kendisine dahil olmayan bir özelliği, bir ilgi alanını da alıp karakterin tanımlayıcı, öne çıkarıcı noktası olarak da gösterebiliyor. Yani geniş bir gözün gördükleri, ilgileri, amaçları, duyguları gibi detayları yazar kendisinde eriterek yeniden karakterlerini yaratıyor, gibi diyebilirim.

2016'da okuduğum son Scarlett Thomas kitabı olacak bu. Kalan iki kitabını acil durumlarda okumak üzere 2017'ye saklıyorum. 

16 Kasım 2016 Çarşamba

2017 Listeleri I: Okunmayı Bekleyen Romanlar


Bu sefer blog'a yeni yazı ekleyememiş olmanın vicdan azabından bağımsız olarak kitap incelemesi hariç bir şey yazıyorum. Yıl sonu yaklaşırken içinde kitap olan ne kadar liste varsa denk geldikçe okuduğum için eksik kalmak istemedim. Yıl sonunda "yılın ennnn"leri listeleri kadar sonraki yılın beklenenlerinin listeleri vs de oluyor malum; ben de kendi planıma göre 2016'da okuyamayıp 2017'de bi zahmet okuyayım dediğim kitapların listesini yapayım dedim. 

Ama çok karman çorman bir liste olacağı için türe göre ayırmak mantıklı geldi. Genelde bana mantıklı gelen çoğu şeyin mantıklı olup olmadığı konusunda benden hariç olanlarla bir fikir birliğine varmam zor olsa burası benim kişisel blog'um savunmasıyla listeyi yazayım - artık yeter lafı uzatmayım yazarken ben sıkıldım.
  1. Ian Banks "Espedair Street": Söylemekten utanıyorum ama bu kitaba yazın başladım ve kitaba devam etmeyi unuttum, çünkü araya çok kitap girdi. 
  2. Mal Sjowall & Per Wahlöö "Roseanna": Cidden burası utanç kaydı gibi olacak şu an ama bu kitaba da başladım; "neden ders çalışmıyorum" diye vicdan azabı çektiğim bir ana denk geldi ve birkaç bölüm okumuş olmama rağmen kitabı bıraktım. Ya ne kadar itici bir insan ifadesi bunlar. Neyse. Roseanna'ya da tekrar başlayacam. Başlayacağım yazamadım bi an soğuk geldi özür dilerim.
  3. Emma Cline "The Girls": Çok özür dilerim daha önce Twitter'da da yazdım bu kitabın da sürekli aynı bölümünü okuyup okuyup geri bıraktım, bunu da... Evet... Okuyacam... Evet tekrar... Evet kendimden iyice utandım...
  4. Scarlett Thomas "The Seed Collectors": Nihayet utanç faslı kapandı ve umut dolu kısma geçildi. En sevdiğim yazarlardan biri olan Scarlett Thomas'ın bu kitabını da ilk çıktığında edindim ama stok yapar gibi kitaplarını sakladığımdan henüz okumadım. Şu an Bright Young Things'i okuyorum, stok konusunun ne kadar vahim olduğunu anlatmak için yazdım. Düşünün işte....
  5. Josh Malerman "Bird Box": Bird Box'ın adını o kadar duydum ki sırf meraktan listeye aldım.
  6. Karl Ove Knausgaard "My Struggle": Üçünü de peş peşe okumak için saklıyorum ancak zamanlama nasıl olur bilmiyorum. 
  7. Neil Gaiman "The Truth Is A Cave In The Black Mountains": Merak ediyorum bi de Gaiman'ı seviyorum bu kadar.
  8. Stephen Chbosky "The Perks of Being a Wallflower": Biraz geç olsa da 2017'de okurum diye umuyorum.
  9. Susan Hill "The Woman In Black": Bir süredir okunmayı beklediği için...
  10. Mary Downing Hahn "The Ghost of Crutchfield Hall": Yazın aynı yazarın bir başka kitabını okuyup beğenmiştim, o yüzden bu da listede.
  11. Mervyn Peake "Gormenghast" Serisi: Cidden her alayım dediğimde alamadım neden böyle oldu, çok merak ettiğim halde nedense hala okumadığım bi seri. Kendimi yadırgıyorum.
  12. China Mieville "Looking For Jake": Stoktan tüketim. 
Image: https://66.media.tumblr.com/7222f5838c181fafd223192f16d3952b/tumblr_nx32s2b36i1rzzn4po1_500.png 

10 Kasım 2016 Perşembe

Arrighi, Hopkins, Wallerstein "Sistem Karşıtı Hareketler"

Sistem karşıtı hareketlerin yapısını göstermek adına, sınıf ve statü kavramlarını dünya sistemleri kapsamında yeniden ele alarak girişi yapan yazarlar, ikilik saplantısının ve ulus - devlet üzerinden ilerleyen tartışmaların değerlendirmesine de böylece başlamış oluyor.

Ulus - devletler üzerinden somutlaşan iktidarın dünya ekonomisi için kapitalist bir tutum izlemesi ve ulusal mücadele için de bir savunma aracı olarak eşzamanlı biçimde kullanılabileceğini vurgulayan yazarlar, sistem karşıtı hareketler olarak gelişen milliyetçi - antiemperyalist ve proleter anti - kapitalist niteliklerden biriyle kendilerini görünür kılmaya çalışan hareketlerin gittikçe "ulusal kurtuluş hareketleri"ne dönüşmeye başladıklarının altını çiziyor. Bu noktada Marx'tan bir anlamda ayrışma da mevcut demek mümkün hale geliyor; Marx'ın işçi sınıfına yüklediği görev içerisinde birleştirici nokta işçi olmaları iken burada karşımıza çıkan, işçi oluşun niteliğinden fazlası oluyor. Üstelik  sınıfın yapısı da ikiliğin sınırlarından artık daha uzak ve yapıları arasındaki fark daha belirgin. Yazarlar, bahsi geçen farklı niteliklerin herhangi birinde gerçekleştiğinden bağımsız olarak da bu hareketlerin, her ne kadar sermayenin merkezden uzaklaştırılmasına yönelik ulusal girişimler yapılıyor olsa da, devletler arasındaki sistemlerdeki işleyiş yüzünden önlerinde aşılması güç bir setin de çekili olduğunu belirtiyorlar.  

Sistem karşıtı hareketlerin on dokuzuncu yüzyıl boyunca "toplumsal hareket" ve "ulusal hareket" olarak görüldüğünü belirten yazarlar, toplumsal hareketi toplum içerisinde işçi sınıfı üzerinde olan baskıyı ve sömürüyü tanımlarken, ulusal hareketi ise etnik gruplar arasındaki baskı olarak tanımlıyor. Her iki hareketin de modern dünyanın temel politik yapısı olarak devleti görüyor oluşu önemli bir nokta; yazarların da devamında işaret ettiği üzere devlet iktidarı ile bu hareketler arasındaki ilişki, öncelikle devleti tanımalarından geçen bir ilişki. Bu yüzden, Marx'ın dünyadaki tüm işçilerden beklediği hareket kapsamında dahi gerçekleşecek olan tüm hareketler, yapıları bakımından ulusal bir nitelikte olmak zorundadır. 

Yazarların ulusal kurtuluş mücadelesine olan vurguları da bu bağlamda yeniden metinde karşımıza çıkıyor; ulusal kurtuluşu "modern dünya sistemleri arasındaki eşitsiz ilişkilerden ulusal kurtuluş" olarak belirterek, merkezin çevreye olan gaspının altında kalmamak adına, emperyalizmin tüm kollarıyla çevreye saldırmasından kurtulmak adına, ekonominin bağımsızlığını yitirmemek adına, politikanın hiçbir yerler zinciri kalmaması adına ulusal kurtuluşun önemini hala inatla anlamayanlara anlatmaya çalışıyor.  Konuyla ilgili olarak, Ekim Devrimi'nde "desteğin çoğunlukla burjuvaziye karşı mücadele veren proleterlerden gelmesine karşın, Bolşeviklere verilen desteğin öğesinin ulusal kurtuluş dürtüsü biçimini almış olması"nı örnek gösteriyorlar.

Kapitalist gelişmenin yarattığı eşitsizliğin zenginliği besleme ve daha dar bir alanda yoğunlaştırma eğiliminin olduğu durumlarda, halkçı hareketleri ortadan kaldırmaya olan eğiliminin de varlığı da bununla ilgili. Sermayenin merkezileşmesi ve çevredeki devletlerin her yönden sömürü ve yıkımına sebep olması gibi.

Kapitalist bir dünya ekonomisi olduğu sürece sınıf mücadelesinin her zaman var olacağı, metinde saf bir gerçek olarak sürekli karşımıza çıkıyor. Bu mücadelenin alanı olarak da sınırı, devletler arası ya da devlet içerisinde fark etmeksizin çiziyorlar. Ancak sınıfı mücadelesi için genişlemiş ve tanınabilir bir protesto modeli, protestonun amacı ve mücadelenin araçlarıyla farklı ilişkileri olan gruplar arasında bir karşı konumlanışı zorunlu unsurlar olarak görüyorlar.
Bu zorunlu unsurlardan birini ayırmak ne derece sağlıklı olacak bilmiyorum ancak güncel konularımıza bakarsak amacının net tanımlanmadığı ve mücadele safının ne olduğu, neyle ne amaçla mücadele ettiği bilinmeyen hobi hareketlerinin neden sistem karşıtı bir nitelik taşımadığını görmek Sistem Karşıtı Hareketler'i okurken sıkça akla geliyor. Hareketin tanımsız alanı ve sabit duramayan söylemleriyle bir hareket içinde olduğunu iddia eden herhangi bir grup için, ortaya çıkan manzaranın sadece ulus - devlet karşıtı zararlı faaliyetlerden oluşması ve çarpıtılan teorinin ikili yapısının ardına sığındığı halde, ikili yapının (burjuva - proleter) uzağındaki yeni oluşan farklı sınıflar üzerinden (etnik kimlik üzerinden giden sınıf tanımı, örneğin) hareketine taban bulmaya çalışması oldukça rezil bir tablo çiziyor.  


Son olarak, 1968 sonrasına değinen yazarlar, bu dönem sonrasında küresel dünyada merkez devletler arasındaki çekişmenin ötesinde her iki güç odağı için de denetleme eksikliği olduğunu belirtiyor. ABD'nin hegemonyasının aşınmaya başlamasını da bu kapsamda değerlendiriyorlar. Aynı şekilde merkez - çevre üzerinden ve ulusal nitelikte sermayenin hala merkezileşme eğilimi taşıyor olmasının ise karşımıza hala devam eden ve devam etmekte olacak olan emek - sermaye çelişkisini çıkaracağını belirtiyorlar. Öte yandan değindikleri bir diğer nokta da süregelen eşitsizlik biçimlerine ek olarak cinsiyet, etnik kimlik, kuşak gibi farklı gruplaşmalar üzerinden de farklı taleplerin daha güçlü ifade alanı bulabileceği. 

4 Kasım 2016 Cuma

Kadın Karakterler



Okuduğum romanlardan şöyle aklıma gelen, sevdiğim kadın karakterlerden bahsedeyim dedim. Bahsetmek dediğim isimlerini listelemek. Böyle bi tembellik böyle bi yazı, ne yapabilirim... Bi şey yapamam çünkü ders çalışmam lazım ama bunu da yapmak istiyorum.
  • Bellis Coldwine (China Mieville "The Scar"): Kendime benzettiğim bir birey.
  • Ariel Manto (Scarlett Thomas "The End Of Mr. Why"): Sırf kendime yakın hissettiğim karakterleri listelemiş gibi olacak ama cidden I am not real'mış Ariel Manto.
  • Esther Greenwood (Sylvia Plath "Sırça Fanus"): Bir dönem nedense kendisi gibi düşüncelere kapıldığım için ekledim.
  • Anja (Vera Brogsol "Anja's Ghost"): Hehe ya bu kız çok tatlı bi karakterdi.
  • Amy (Justin Cronin "On İki"): Azim, irade, cesaret...
  • Rebekka (Ingvar Ambjörnsen "Tavandaki Kukla"): İntikam konusunda ortak noktalarımız mevcut gibi gelmişti okurken.
  • Lisbeth Salander (Stieg Larsson "Ejderha Dövmeli Kız"): Benim zayıf halim. Aramızdaki tek fark bu.
  • Jules (Hugh Howey "Silo"): Örnek alınacak kadın birey.
  • Salka Valka (Halldor Laxness "Salka Valka"): Her şeye rağmen yoluna devam edebilen karakterler kontenjanından gönlümde yeri ayrıdır.
  • Hannah (Hillary Jordan "Uyandığında"): Tam girl-power örneği.
  • Mrs. Ramsay (Virginia Woolf "Deniz Feneri"): Efkarından etkilenmemek mümkün değil.
  • Jackie (Agatha Christie "Nil'de Ölüm"): Tutarlılık abidesi bir karakterdi.
  • Door (Neil Gaiman "Neverwhere"): Arada ağlatıyordu ya.

Görsel: http://s9.favim.com/orig/140206/blackandwhite-book-cafe-girl-Favim.com-1342327.jpg








2 Kasım 2016 Çarşamba

Elizabeth Farelly "Mutluluğun Sakıncaları"

Marx'ın "meta üretimi" olarak tanımladığı modern tüketim, yaptığı tanımlamadan uzaklaşmaya başlamıştır. İçinde yaşadığı dönemin koşulları düşünülürse Marx'ın tüketim malları üretimi üzerinden değerlendirdiği kapitalist üretim modeli de başka bir yöne ilerlemiştir. Artık kültür endüstrisinin kitleleri modernizmin üretim odaklı anlayışından post modernizmin tüketim dayatması üzerinden ilerleyen bir sürece soktuğu dünyada, kimlik bunalımından iş hayatında başarıya, çocuk yetiştirmeden eğitime kadar her alanda bireyin içine itildiği bencilliğine ve tatminsizliğine bir kılıf bulması hayli kolay hale gelmiştir. İşe yaramaz soyut çözümler(!) ile bu kılıfı yaratmaya ve sözde anlam karmaşası içinde kendisini kaybetmiş bireye sığınacak bir liman olan bu anlayış sonunda geniş bir mutsuzluğu yaratmaktan bir işe yaramamıştır. İnsanın üretimle arasındaki bağı, yaratıcı emekle üretebileceği her şeyi ondan aldıktan sonra kalan posayı oyalamak, tüketim kültürünün, kültür emperyalizminin de bir oyun alanı haline gelmiştir.

Saf gereksinimlerin ötesine geçmiş, sembol ve göstergeler üzerinden kendisini yaratan tüketim arzusu, ekonomik boyutunu bir tarafa fırlatarak kültürel bir düzeleme geçmiştir. Böylece hem tüketimi artırmaya yönelik girişimler hem de tüketim arzusunun coşması hızlanmıştır. Kalıplaşmış halde de olsa, kültürel muhafazakarlık da bunun karşısında direncini kaybetmeye başlamıştır. Zira karşı tarafın gücü, yerelin tıpkı bireyde olduğu gibi kendisini muhafazasına imkan vermeyecek kadar fazladır.

Farelly'nin ağırlıklı olarak içinde yaşadığı Avustralya toplumu üzerinden örneklemelerle konuyu işlediği Mutluluğun Sakıncaları adlı kitabı da buna odaklanıyor. Tüketimin ve gösterişin, konforun ve tatmin arayışının içinde adeta oradan oraya savrulan insanların, mutsuzluklarının ve tatminsizliklerinin arasındaki ilişkiyi sunuyor.

Tüketimi bir felaket olarak değerlendirdiğimizde Farrelly'nin kitabı da bu felaketin farklı boyutlarını gösteriyor diyebiliriz. Her şeyi hemen isteme batağındaki insanların, ihtiyacın giderilmesi ardından tatmin ve mutluluk yaşaması gereken bir kurgu dayatması içerisinde hiçbir tatmin ardından neredeyse mutlu olmadıklarını ve sırada her zaman istenecek "daha fazlası"nın olduğunu vurgulaması da bu yüzden. Sabırsız,  daha fazlasının arzusuyla sıkıntı içerisinde olan ve hiçbir zaman kurtulamayacağı bu tatminsizlik içerisinde yaşayan insan. Toplum bireylerden oluştuğuna göre modern dünyada toplumları sarmalamış mutsuzluğun sebebini uzakta aramaya gerek yok. Tıpkı bir kıyafet ya da bir insan gibi ideolojileri de tüketmeye olan meyil, kararsızlık ve tatminsizlikle oradan oraya koşarken kabullerini siyaset ya da ikili ilişkileri içerisinde olsun, nerede olursa olan kaybetmeye hazır insanlar. Kitlelerin tatminsizlik batağında sadece nesneler üzerinden çırpınmalarının ötesine baktığımızda, desteklediği partinin "tam o anda o istediği tepkiyi vermediğini" gören insanın battığı mutsuzluk ve tatminsizlik de buna bir örnek olarak verilebilir diye düşünmek de pek alakasız sayılmaz. Oy verme davranışının ya da iradenin dengesizliğinde tüketim toplumunun yarattığı ya da kurban ettiği bireylerin yansımalarını görmek, tıpkı alıp asla giymediği bir pantolonu gözünün önünden hışımla iten bir bireyin davranışı gibi geliyor.

Farrelly'nin değindiği konulardan biri de gerçeğin idealize hali yerine konulmuş olan ve aslında modernizme bir tepki olarak da sunulan çirkinlik anlayışı. Bir sanat eserinin gerçeği birebir yansıtmasının başarı olarak değerlendirildiği günlerin de geri kaldığına işaret eden yazar, çirkinliğin ve itici olanın gerçeğin göstergesi olarak ortaya atıldığı durumu anlatıyor ancak bunun yarattığı tatminin ne olduğu sorusunun cevabını yine toplumda aramak mümkün.

Şehirlerin, nüfusun değişen dağılımı ve yoğunluğu arasında da bireyin mutsuzluğuyla bir ilişki kuran Farrelly, banliyönün konfor ve gösteriş için cazip hale getirilmesine karşın insanlarda yarattığı mutsuzluk ve soyutlanmış hale dikkat çekiyor. Bir yandan şehirlerde dengeli bir kaosun yarattığı enerji ile yaratıcılığı güçlendirdiği vurgusunu da yaptığı için, merkezin uzağında büyük vaatlerle oluşturulan bu yeni çevrenin reklamlardaki ideal mutlu aile tablosu ve güler yüzlü mutlu insanlardan aslında ne kadar uzak olduğuna değiniyor. İnsanlar arasındaki etkileşim ve ortaklaşa mekan kullanımın uzağında, doğayla sözde yakınmış gibi duran fakat insan doğasıyla insanın arasına bir duvar çeken bu yerleşim şeklini eleştiriyor. İnsanın kendi rızasıyla bir hapishane duvarının ardına kendisini hapsetmesi benzetmesini banliyö için yapması bu yüzden. İnsan olması gerektiği her yerden uzaklaşarak bir türlü varamayacağı bir yolda nefes almadan koşarken, tüketimin ve kendisine dayatılan tüm arzu nesnelerinin peşinde, kendisi olmaktan çıkan bir hale geliyor.

Mutluluğun Sakıncaları, mutluluğun ne olduğunu önce tanımlayan sonra da bunu insanların gözüne sokarak bizzat yarattığı mutsuzluğun çaresini sunmaya çalışan çelişkiyi anlatıyor.