8 Aralık 2013 Pazar

Kareler


İşsiz bir yazar olarak bir günümden kare paylaşayım dedim =)

5 Aralık 2013 Perşembe

Veganizm Üzerine Bir Söyleşi

Blog'da ilk kez bir röportaja yer veriyorum.

Bunu uzun zamandır düşünüyordum, hayvan yemeyi bıraktığımdan beri blog'da bu konuya değinmek istiyordum fakat fırsat çıkmasını bekliyordum.

Zülal Kalkandelen ve Can Başkent'in e-kitap olarak yayınladıkları "Veganizm: Ahlakı, Siyaseti ve Mücadelesi" adlı kitaptan haberdar olduktan sonra artık zamanı geldi diye düşündüm. 

Söyleşi tarzında olan bu kitap, aklınıza gelebilecek bir çok soru ya da soruna değiniyor. Oldukça açıklayıcı ve aydınlatıcı. Konuyla ilgilenenlere es geçmemelerini tavsiye ediyorum.

Zülal Hanım ve Can Bey'e teşekkürlerimi tekrar buradan da iletip, sizleri röportajla başbaşa bırakıyorum. 



Veganlığa geçiş süreciniz nasıl oldu, sizi buna yönlendiren bir olay, çıkış noktası neydi? 

Zülal: Benim et yemeyi bırakmamın nedeni bir şarkı. The Smiths'in "Meat is Murder" adlı şarkısı üzerimde sarsıcı bir etki yarattı. Zaten her zaman her şeyden çok müzikten etkilenen bir insandım ama o şarkı hayatı, kendimi sorgulamama yol açtı. Elbette sözlerin etkisi büyüktü. Bu nedenle Morrissey'e hep minnet duyacağım. Çevremde tek bir vejetaryen dahi yoktu, bana bu konulardan söz eden kimse yoktu. Bu aydınlanmanın ardından gelen dönemde, bir süre vejetaryen olarak devam ettim ama hayvan endüstrisinin arkasındaki gerçekleri öğrendikçe daha çok rahatsız oldum ve bir gün aniden vegan oldum. O kararı aldığımda hafiflemiştim adeta; daha önce hiç o kadar büyük bir rahatlama hissettiğimi hatırlamıyorum. 

Can: Uzun yıllar vejeteryandım, belli bir noktadan sonra pratikte vegan gibi besleniyordum. Sonrasında, peynirin vejeteryan bile olmadığını (rennet nedeniyle) öğrenince, eh artık zamanı geldi bu işin dedim ve bıraktım peyniri de. Zaten tükettiğim tek hayvansal üründü. Vejeteryanlığa geçişimse, belli bir sürelik kuluçka döneminin sonrasında aniden olmuştu; bir sabah uyandım ve karar verdim.

Hayvan yemeyi bıraktığım dönemde Philip K. Dick’ten Beyond The Lies The Wub’ı okumuştum ve etkilenmiştim. Kararımın mantıklı olduğunu pekiştirdi diyebilirin. Keza aynı dönemde sanırım Kurban Bayramı öncesiydi. Dev hayvan katliamı günleri… Aklımın almadığı kurban etme işlemi. Sizin de veganlığa geçtiğiniz dönemde kararınızı pekiştiren olaylar var mı, varsa neler sorabilir miyim? 

Zülal: O dönemde kararımı birtakım bilimsel makaleler ve videolar doğruladı. Ancak benim veganlığı seçmemde asıl etken etik olduğundan, zaten pekiştirmeye de fazla ihtiyaç duymadım. Hayvanlara uygulanan zulmün, işkencenin ne kadar yanlış ve gereksiz olduğunu gözlerim görüyor, ruhum da hissediyordu.

Can: Açıkçası, bu soruya verecek tam bir yanıtım yok. Pekiştirecek kanıt aramadım zira asıl zorluğun toplumsal baskı / mahalle baskısı olduğunun farkındaydım. Mahalle baskısı da entelektüel argümantasyonla bertaraf edilecek bir şey değil. Ama, hala sıklıkla belli başlı tıp dergilerini takip ediyorum anlayabildiğim kadarıyla (Lancet, New England Journal of Medicine). Orada müspet bir sonuç, pekiştirici bir bulgu yayınlandığında hoşuma gidiyor, kıs kıs gülüyorum.

Hayvansal ürün tüketmek ve bunun için hayvan yetiştirmesi insanlığın doğaya hükmetme arzusunun bir parçası olarak görülebilir mi sizce? 
Can: Bu maçı aslında biz insanlar çoktan aldık. Ekolojik dengeyi çok rahat bir şekilde, isteyerek ve hatta istemeyerek dilediğimiz gibi bozabiliyoruz. Bence şu anda yaptığımız, mağlubiyeti kabul etmiş rakibe faul yaparcasına çelme takmak. Yani doğaya zaten hükmediyoruz, yeri delip trenler sokuyoruz, demirden kutulara binip okyanus aşıyoruz, plastik bir makineyle aynı anda dünyanın bir ucuyla konuşuyoruz. Madem hükümdarlığımızı ilan ettik, bari azıcık insaflı olalım. Dengimize çatalım, demeye getiriyorum. Öte yandan evet, hayvansal ürünleri tüketmek, doğaya hükmetmeye çalışmanın en çiğ ve geri kalmış şeklidir. Diyorum ya, madem çok meraklısın et yemeye, dengine çat, yamyam ol.

Hayvan yemeyi bıraktığım andan itibaren hayvan yeme kavramı bende anormal bir dehşet duygusu yaratıyor. Sizin hayvan yiyen insanları gördüğünüzde aklınızda beliren ilk düşünceler neler oluyor, sorabilir miyim? 

Zülal: Bende üzüntü yaratıyor. Eti bir gıda olarak görmediğimden, tabakta ya da ekmek arasında duranın, bir zamanlar insan gibi hissedebilen, görebilen, duyabilen, yüzen, yürüyen ya da uçan, doğuran, acıyı duyumsayan bir canlının parçaları olduğunu düşünüyorum. Bir keresinde hiç istemediğim bir yemeğe neredeyse zorla götürülmüştüm. Restorana girdiğimizde masada kuzu çevriliyordu. O an yaşadığım dehşeti unutamıyorum. Elim ayağım titreyerek dışarı fırladım. Onlar yemek yerken, ben sokağa bir sandalye koyup orada sessizce oturdum. Sonra babam yanıma geldi; beni rahatlatmak için biraz konuştu. İçimde büyük bir öfke, isyan duygusu uyanmıştı. Şehir dışında çok uzak bir yer olduğundan bir taksi bulup ayrılma şansım da yoktu. Bu tarz durumlar yaşamamak için artık daha sıkı önlemler alıyorum. 

Kitapta ele alınan konulardan biri veganlardaki B vitami eksikliği. İlaçların hayvanlar üzerinde test edilmesi bağlamında, vitaminlerin hayvanlar üzerinde test edilmesi bir vegan için ne derecede sorun yaratıyor? 

Zülal: B vitamini veganlar için özel olarak hazırlanan vitaminlerle ve destek gıdalarla alınabiliyor. Eğer beslenmeniz bilinçliyse, sorun olmuyor. Ben bu konuda hiç sıkıntı çekmedim; test sonuçlarım hep iyi çıkıyor. Vitaminler hayvanlar üzerinde test ediliyor derken, herhalde vegan olmayan vitaminleri söylüyorsunuz. Çünkü benim kullandıklarım tamamen vegan ve hayvanlar üzerinde denenmeyen ürünler. Veganlar için özel vitaminler var, onları kullanmak lazım. Aksi halde elbette sorun olur.

Yine kitapta bahsettiğiniz konulardan biri yapay et ve et ürünleri. Sizinle aynı görüşü paylaşıyorum. “O tatları aramıyorum”. Ve insanların neden üç yaşındaki bir çocuğun dondurma diye tutturup ağlaması gibi et yemek için kıvranmasını anlayamıyorum. Bu durum hakkında eklemek istedikleriniz var mı? 

Can: Şımarıklık ciddi bir sorun. Bunu insanların özgürlüklerini kısıtlamadan onları nasıl engelleyeceğimiz de çok daha zor bir sorun. Param var, alan razı satan razı, deli gibi karbondioksit salan bir jiple istediğim gibi gezerim, diyen bir insanı (vergi vs. dışında) engellemenin bir yolu yok. Benzer şekilde, illa ki kebap yiyeceğim diyen insanı engelleyecek bir şey de yok bizden başka. Mutlaka bu işe gönüllü bir kasap ve kebapçı bulunacaktır. Belki bir şeyi yasaklama hakkımız yok, ancak mücadele etme hakkımız var. Mezbahalar önünde, Jeep mağazaları önünde etten duvar örmedikçe, bu işlere karışanlar utandırılmadıkça, bu durumu çözmek zor bence. Zira bu normalleştirmeyi tersine döndürmeli, et yiyenlere, yüzümüzü buruşturarak bakmaktan çekinmemeliyiz.

Kitapta değiniyorsunuz, ülkemizde veganlık ve vejetaryenlik snob bir şeymiş gibi algılanıyor ve hayvan yemeyen ya da hayvansal ürünleri tüketmeyi reddeden insanlara karşı neredeyse bir nefret var. Ben buna neresinden bakarsam bakayım mantıklı bir açıklama bulamıyorum. Bu saldırma ihtiyacının sebebi sizce ne olabilir? 

Zülal: Tamamen barışçıl bir felsefeyi savunan, durdurun bu şiddeti diyen veganlara duyulan nefret, çok tuhaf geliyor ama gerçek bu ne yazık ki. Aslında biraz düşününce bence nedeni de çok açık. İnsanların tabaklarına koyup zevkle yedikleri şeylerin ne kadar büyük bir işkence ile elde edildiğini söylüyorsunuz ve tabii onlar da "zevklerinden" mahrum olmak istemediklerinden direniyorlar. Hayvan yenilmesine karşı bir vej/veg olarak, sürekli insanların hayvanlara çektirdiği acılardan söz ediyorsunuz. Oysa onlar hayvanları bizim gördüğümüz gözle görmüyor ve anlattıklarımıza karşı "snob" deyip geçmek kolaylarına geliyor. Ayrıca hayvansal ürün tüketmeden de yaşanabildiğinin canlı kanıtı oluyorsunuz. "Madem bu şekilde de yaşanıyor, o zaman neden bu vahşet?" sorusunun tek yanıtı, "benim paşa keyfim, alışkanlıklar ve tat duygum" oluyor. İnsanların bunca yıldır tüm dünyada benimsenen hayat tarzını, alışkanlıkları değiştirmesinden söz ediyorsunuz; ki bu gerçek bir devrim. Elbette buna karşı direnme olacak, birileri rahatsız olacak, veganlardan nefret edilecek ama gün gelecek bu düzen de değişecek. İnsan köleliği ile hayvan köleliği arasında benzerlik kurulmasının nedeni de budur. Köleliğin geçerli olduğu, köle sahibi olmanın statü sembolü görüldüğü yüzyıllarda çıkıp, "kölelik insan haklarına aykırıdır!" diyenlerden de nefret edildi ama bugün kimsenin köle sahibi olma gibi bir düşüncesi yok, zaten yasadışı ilan edildi. Hayvan köleliğinin son bulması gerektiğini söylediğimizde de birileri bizden nefret ediyor, farkındayım.

Kapitalizmin hayvan ürünlerini tüketmeye daha fazla yönlendirdiğini düşünüyorum. En basitinden ülkemizde insanların geliri malum; evine et giremeyen insanlar (asgari ücretli ve İstanbul’da çalışan birini ele alalım) dışarı “en azından et yiyeyim” diyerek mesela bir sebze yemeği yerine 5-6 TL vererek bir fast food zincirinden yemek yemeyi tercih ediyor. Bu konuda eklemek istedikleriniz var mı? 

Can: Bu kapitalizmden ziyade kapitalizmin devleti ele geçirmesinin bir sonucu. Kapitalizm, devletler olmasa etten bu kadar yüksek kar marjı elde edemez. Gerçek kapitalizm olsa, her yer falafelci, etsiz çiğ köfteci olurdu zira bunlar çok daha ucuz hammadde gerektiriyor, kar marjı da epey yüksek. Ancak, dediğiniz doğru, ete özeniliyor. Bu da kültürel bir mesele. Memleketteki ezik kültürünün, mağdur kültürünün bir uzantısı. Yoksulluğun utanılacak bir şey olarak algılanmasıyla ilintili bir de. Hep derler ya, asgari ücret bile almayan herkesin elinde son model, maaşlarının 2-3 katı ederinde cep telefonu. Dolayısıyla, hani biraz afaki olacak belki söylemek de, bu sorduğunuz soru veganizmin bir küçük burjuva gösterisi olmadığını ispat eden argümanlardandır. Veganizme yoksul kesimlerin daha fazla ihtiyacı var. Bu mesele vegan devrimin yaratacağı algı değişimine ne kadar ihtiyacımız olduğunu gösteriyor bir yandan da.

Kitap oldukça detaylı ve aydınlatıcı. Kendi adıma böyle bir çalışma yaptığınız için teşekkür ederim. Son olarak söylemek istedikleriniz var mı? 

Zülal: Okuduğunuz ve ilgi gösterdiğiniz için teşekkür ederiz. Farklı kesimlerden oldukça iyi tepkiler aldık. Tamamen sessiz kalmayı tercih edenler de var ama bence insanlar hayvan yeme konusuna artık daha fazla kafa yoruyor. İnsanlık, dünyanın kaynaklarını da kurutan hayvancılık endüstrisini dizginlemek için yollar bulmak zorunda. İklim değişikliğine en çok kötü etkide bulunan sektör bu. Bilimsel veriler de bunu ortaya koyduğu için artık batılı hükümetlerden "artık daha az et yiyin" uyarıları geliyor. Gidişatın iyi gören ve elbette para kokusunu alan Silikon Vadisi, alternatif üretmek için laboratuvar eti ve bitki bazlı yumurta işine büyük yatırımlar yapıyor. Ne yazık ki değişimin nedeni belki vicdan olmayacak ama ekonomi/ekoloji dengesinin bozulması, insanları yeni yollar aramaya zorlayacak. Marx haklıydı tabii; yine altyapı üstyapıyı belirliyor.

Can: Teşekkürler. Açıkcası ben bu kadar ilgi beklemiyordum. Bir etki, yarar ve umut yaratabildiğimiz için epey mutlu oluyoruz. Veganizmin ve diğer tüm mücadelelerin aslında aynı momentumun farklı boyutları olduğu, birbirleriyle bir arabanın tekerlekleri gibi ilişkilendiği, biri olmadan diğerinin topal kalacağı da umarım yavaş da olsa siyasi gündemimize girer.



Kitaba ulaşmak isterseniz, linki http://propagandayayinlari.net/vegan.html 
Şimdiden iyi okumalar

Neil Gaiman "Sandman - Düş Ülkesi"

Sandman serisinin üçüncü kitabı olan Düş Ülkesi, sanırım şu ana kadar seride okuduğum ve en çok beğendiğim kitap oldu. Diğer kitapların aksine Ebediler’i, özellikle Morpheus ve Ölüm’ü pek az gördüğümüz bu kitaptaki hikayelerin her biri de birbirinden hayli bağımsız.

Yazamayan bir yazarın, ilham perisini başka bir yazardan alması ve tutsak tutulan ilham perisinin özgürlüğüne kavuşma çabasının anlatıldığı ilk öykü “Calliope”, yazamayan yazar fikri ile beni bugünlerde içinde olduğum sıkıntıdan olsa gerek çok etkiledi. Yani yazamayan bir yazarın yazabilmek adına ruhunu şeytana satması (tabir) ya da bir ilham perisini tutsak etmesi gibi uç şeyleri ancak NEDEN YAZAMIYORUM LAN  diye düşünen bir yazardan iyi kim hissedebilir… Ama elbette bir periyi zorla küçük evimde hapsetmek gibi manyak emellerim yok. Elbet bir gün O SON BÖLÜM DE YAZILACAK. Değil mi?

İkinci bölüm “Bin Kedinin Düşü” ise kedi sahiplerinin hemen tanıyacağı bir hikaye bence. Kedilerin bakışlarından, tavırlarından “dünyanın efendisi olma” ideasını okumuşsanız, bu hikayede sizleri çekecek bir dolu detay var.

Üçüncü hikaye, The World Fantasy Award sahibi “Bir Yaz Gecesi Rüyası” Sheakspeare göndermeli ve Morpheus’un diğer kitaplardan –yanılmıyorsam- hatırladığım bir vaadinin karşılığını aldığı bölüm.

Son hikaye “Maske” ise bir cilt hastalığı yüzünden hayata küsen, ölemeyen ve yaşamaktan bıkan bir kadının acıklı hikayesi. Ebediler’den Morpheus hariç bir karakteri ilk ve son olarak bu hikayede görüyoruz kitapta; Ölüm.

Düş Ülkesi’nin sonunda Neil Gaiman’ın ayrıca yazdığı bir senaryo da bulunuyor, eklemekte fayda var.


Sırada serinin dördüncü kitabı “Sisler Mevsimi” var, artık işsiz güçsüz bir yazar olduğumu göre bir hafta içinde onu da rahatlıkla okuyup, yorumlarımı blog’da paylaşırım.

3 Aralık 2013 Salı

Fabio Moon - Gabriel Ba "Güngezgini"

Hayatınız kötü giderken yanı başınızda duran birbirinden güzel kitaplar, okunmayı bekleyen onca satır bile bir gelecek sunmaz, mutlu etmez, umut yaratmaz.

Yine de bir anlık içinizdeki duygusuzluğun yardımıyla elinizi bir kitaba atarsınız ve kitap bittiğinde içinde olduğunuz durum size ya da daha iyi ya da daha kötü görünmeye başlar; belki sadece gerçeği sunar. Özetle, demek istediğim, iyi bir kitap mutlaka bir şeyleri değiştirir.

Orijinal adı Daytripper olan Güngezgini, Çizgi Düşler tarafından henüz yeni dilimize kazandırılan bir çizgi roman. Okumayı, kitaptan haberim olduğu andan beri sabırsızlıkla bekliyordum. En sonun da dün kendisine kavuştum ve herhangi bir şeye bırakın odaklanmayı, herhangi bir şeyi bile umursamadığım bir anda okumaya başladım. Dediklerinden, anlatılanlardan daha da etkileyici geldi.

İkiz kardeşler Fabio Moon ve Gabrial Ba imzasını taşıyan bu mükemmel çizgi romanda bizleri karşılayan, Bras de Oliva Domingos adlı baş kahramanımız. Kendisi, başarılı bir yazar olan babasının neredeyse gölgesinde olan ve yazar olmak için çabalayan, ancak hayatını gazetede ölüm ilanları yazarak devam ettiren bir genç adam. Bras’nın hayatının farklı dönemlerine ve farklı olasılıklar dünyasına göz attığımız her bir bölüm, her bir ayrı hikaye bizim için aslında ayrı bir son da sunuyor zira her bölümün sonunda Bras ölüyor.

Farklı yaşlarda, farklı durumlar içinde sonlanan hikayelerin her biri birbirinden etkileyici. Tıpkı Bras’nın yaptığı iş gibi, kitap boyunca ölüm sizi sarıp sarmalıyor. Bunu korkutucu ya da ürkütücü bir şey olarak söylemiyorum zira bir aşkın yeşermesi, bir çocukluk anısı, saklambaç oynarken yaşanan ilk öpüşme, baba olmanın heyecanı, gençliğin heyecanı ve umutlarıyla dolu bir insanın hayatı keşfetmesi gibi aslında iç ısıtan ve neredeyse tatlı diyebileceğimiz bir çok hikayede ölümün gerçeğinden kaçamadığınızı görüyorsunuz. Ve bu, birbirinden çarpıcı sonlarla kendisini sizlere sunuyor.

Oldukça etkilendim.

Ölüm üzerine sürekli düşünen ben, çizimlerine mi renklendirmesine mi yoksa hikayenin mükemmelliğine mi hayran kalsam bilemedim. Güngezgini, normal bir hayatın içinde saklı olasılıkların her birini aynı sonda buluşturmaktan ziyade, bir insanın hayatındaki farklı dönemleri de başarıyla yansıtıyor. Bunu da bir çizgi romanda daha mükemmel nasıl anlatabilirlerdi bilemiyorum.

Kitabı yeni okumanın verdiği heyecanla bunları yazdığımı düşünmeyin, gerçekten çok etkileyici. Dediğim gibi dünya umrumda değil ve şu an sizlere bir kitabı övmek için çaba harcıyorum, aslında sadece gerçeği vurguluyorum.


Atlamayın Güngezgini’ni. Şiddetli tavsiyedir. 

2 Aralık 2013 Pazartesi

Henning Mankell "Riga'nın Köpekleri"

Riga’nın Köpekleri, piyasada baskısı bulunmayan bir kitap. Fakat aylar önce tesadüfen Real’de bulma şansına erişmiş, buna da blog’da yer vermiştim, belki hatırlarsınız.

O günden beri kitabı okumaya kıyamadığım için “İskandinav Polisiye Stoğu” kategorisinde –kafamda- stokladığım kitaplar arasında, kötü günlerde okunmayı bekliyordu. Ben de bu yıl itibariyle her geçen gün berbatlaşan hayatımda yine kötü bir dönem yaşadığım, üzerine de işimden olduğumdan dolayı Riga’nın Köpekleri’ni okumayı uygun buldum.

Pek yerinde bir hareket olacak ki, klasik müzik eşliğinde okumak bana hayli iyi geldi. Kısacık not; bilen bilir, kitabın kahramanı dedektif Wallender da bir klasik müzik hayranı.

(Tesadüfi not: Bugün Maria Callas’ın doğum günü ve Riga’nın Köpekleri’nde Wallander, Maria Callas plakları dinliyor. Not düşmek istedim.)

Bu kitap, Henning Mankell’in Wallander serisinin ikinci kitabı. Aynı zamanda diğer kitaplarda (spoiler geliyor) sıkça adını duyduğumuz Baiba ile tanıştığı roman da yine bu kitap.

Wallander’ın bu kitapta 43 yaşında olması ve sağlık sorunlarının ufaktan baş göstermesi ise bir detay daha.

Kitabın diğer kitaplarda ayrılan özelliği, ağrılıklı olarak siyasi meseleler üzerine kurulmuş olması. Öyle ki İsveç’te başlayan hikaye Litvanya’nın başkenti Riga’da devam ediyor ve konu aslında Sovyetler’in yıkılması ve bağımsızlık mücadelesi veren bir ülkenin yoksulluk, özgürlük özlemi ve kendi içinde yaşadığı çatışmalar.

Genelde Wallander kitaplarında siyasi dokunuşlar olsa da hiçbiri bu kitap kadar yoğun olarak bu konuyu işlemiyor. Sanırım yazarın tarzında zamanla azıcık bir değişim olmuş zira bundan önceki sırada, yani Wallander serisinin ilk kitabı olan “Ölümün Karanlık Yüzü”nde de yine göçmenler konusunu ele almıştı. Diğer kitapları okursanız, aradaki farkı daha net görürsünüz diye düşünüyorum.

Hikaye nasıl başlıyor, nereye gidiyor anlatmayacağım. Bir polisiye kitabı anlatırken hiç sevmediğim bir şey bu, o yüzden pas geçiyorum. Kitabı edinebilirseniz okumanızı tavsiye etmekten başka söyleyecek son sözüm ise; hava da tam kitap okumalık!