31 Ocak 2015 Cumartesi

Virginia Woolf "Kendine Ait Bir Oda"

Virginia Woolf'un ağır dili, satırlarına sinen karanlığı ve o karanlığın saf bir gerçek oluşunun yarattığı iki kat keder ile dolu yapıtlarının içinde, bence farklı bir konumda Kendine Ait Bir Oda. Zira vahim bir durumu ele alarak metni kaleme almaya başlayan Woolf, aslında umut verici ve cesaretlendirici bir şekilde işliyor konuyu: Kadının yazabilmesi için kendine ait bir odaya ve paraya ihtiyacı vardır. Yazar da bize bu durumun yoksunluğunu, nasıl elde edilebileceğini ve elde edilmesi durumunda kadının dışa vurma şansını yakalayabileceği potansiyelinin ne denli mühim olduğunu anlatıyor.

Kadının toplum içinde elinin kolunun her alanda bağlanması ve erkek egemenliği altında sürekli denetim altında tutulma çabası içinde, kadının ekonomik özgürlüğünü elinden almak gelir desek abartmış olmayız. Değişen ekonomik sistemle beraber kendi bedeninden tutun da doğurduğu çocukla oluşan aileye, ailesinden çalıştığı iş yerine kadar her alanda sesi kısılmaya ve sömürülmeye çalışılan kadının üzerindeki baskıyı görmemiş olma ihtimalimiz yok çünkü. Bu durumda elimizdeki kitap aslında bu düzen içinde, eserin yazıldığı dönem ve öncesinden başlayan kadın hareketinin küçük bir kısmını içererek, bu ekonomik özgürlüğün kadın için neyi ifade ettiğiniz anlatıyor. Woolf, Kendine Ait Bir Oda'da, yazmak isteyen bir kadının toplumda karşılaştığı, karşılaşması muhtemel olan tepkileri ele alırken; diğer yandan da kendisi yazabilen bir kadın olarak diğerlerinin önünde ataerkilliğin pençeleriyle karartılmış bir yolda fener oluyor.

Kadının her alanda olduğu gibi yazın alanında da erkek karşısında aşağılanmayla karşılaştığını belirten yazar, bu aşağılamayı yapan olarak her iki cinsi görüyor. Bir kadının kendisi için bile "kadın halimle yazmak neyime" diyebilecek kadar baskıcı bir toplumda kadının maruz kaldığı ayrımı nasıl içselleştirdiğine örnekler veriyor. Yazma hevesini gülünç bularak eline kalem almayan kaç kadının klasikleşebilecek kaç romanı, kaç şiiri, kaç yazısı bu yüzden dünyada yok, düşünsenize bir...

Edebiyatta kadının, yalnızca erkeklerin yazdığı metinlerle işlenmesi üzerinde kitap boyunca duran yazar, belli başlı eser ve mitlere yansıyan kadın imajı üzerinden toplumun içine sinen bu ataerkil ayrımcılığı yorumluyor. Yazmak isteyen bir kadın ile erkeğin karşısına çıkan zorlukların cinsiyet tabanında nasıl oluşturulduğunu ve pekiştirildiğini irdeleyen Woolf, erkek egemen ifade biçimlerinde kadını aşağılamanın aslında erkeğin kendisini yüceltmesi amacı taşıdığına değiniyor. Buna karşılık yazar hayatın kadın ve erkek için eşit zorlukta bir yapısı olduğunu belirtmekten de geri durmuyor. (Yani feministler çoğunluk tarafından "erkekler ölsün" gibi bir söyleme sahip gibi görünüyor; hayır, öyle değil. Bakın ezilmiş kadınlardan bahseden Woolf gibi öne çıkan bir figür bile "insanların eşitliğinden" bahsediyor.) Hatta Woolf kitapta bu konudan bahsederken şöyle bir şey yazıyor, buraya da yazmak istiyorum:

"Dünya kadına, erkeğe dediği gibi "istersen yaz, umurumda değil", demiyordu. Dünya kaba kaba gülerek "Yazmak mı?" diyordu. "Yazman ne işine yarıyor?".

Ben bunun hala günümüzde devam ettiği kanaatindeyim. Hala kadının yeteneklerinin erkek karşısında cılız, kadın zihninin erkek karşısında yetersiz olduğu imaları her yerde yankılanıyor. Bu hastalıklı duruma bir de ek olarak, maalesef ülkemizde sosyal bilimler bile çoğu üniversite mezunu tarafından bile bilim olarak görülmüyor. Edebiyat değersiz, zaman öldürmekten başka bir amacı olmayan bir uğraş gibi, üzerinde düşünülmeden oluşturulan bir "meta" gibi görülüyor. Bu uğraş ve çalışmalar içindeki kadınlar da çoğu zaman "umursanmıyor." Bu bence insanlık tarihinin utançlarından biridir; cinsiyete göre yetenek değerlendirmek.

Neyse, yakınmam bitti, kitap hakkında yazmaya devam edebilirim. (Aslında bitmedi yakınmam.)

Kadının hayat karşısında susturulması üzerine yazarın belirttiği bir nokta özellikle üzerinde durulası; Woolf, kadının erkek karşısında bastırıldığını, sesinin kısıldığını; bunun sebebinin de kadın konuştuğunda/ifade ettiğinde ortaya çıkacak gerçeğin erkeği yok edecek denli acı olacağı. Erkeğin hayat karşısındaki sert, zaferlerle doldurulası ve güçlü duruşunun oluşumunu aslında bir çeşit kadının ifade özgürlüğünü elinden çalarak oluşturulan bir yanılsama olarak göremez miyiz bu durumda?

Teyzesinden kendisine kalan miras sayesinde yazma özgürlüğünü yakalayan Woolf, kendi tabiriyle artık "hiçbir erkeğe yaltaklanmadan" çalışabileceğini, yazabileceğini, üretebileceğini ifade ediyor.

Ülkesinin tarihi içinde edebiyat alanında kadın imzasından yoksun kalmış dönemlerden bahsederken, henüz yeni kazanılan siyasi hakları karşısında kadınların eskiye göre en azından bir adım daha atabilmiş olduklarına değiniyor. Jane Austen, Brönte'ler gibi öne çıkan kadın yazarları da sıkça inceleyerek, edebiyatta kadının varolma çabasını; insanın varolma çabasını anlatıyor.

Kendinize ait bir odanız olması için elinizden gelen her şeyi yapın; Virginia Woolf'un gösterdiği yoldan yürümekten de korkmayın.

İyi okumalar.

(Ve iyi yazmalar).

29 Ocak 2015 Perşembe

Glenn Meade "Son Tanık"

"Son Tanık", okuduğum ilk Glenn Meade romanı oldu. Adını sıkça duyduğum halde daha önce okumaya fırsatım olmamıştı.

Balkanlar'ın tarihi en hareketli ülkelerinden Yugoslavya'nın yakın geçmişi üzerinden çıkış noktasını bulan roman, Amerika'da müzisyen eşi Jan ile beraber bebek bekleme sevincini yaşayan Carla'nın, başına gelen bir felaketin ardından geçmişini öğrenmesiyle başlıyor. Silik hatıralardan oluşan bir çocukluk üzerine kurduğu hayatının, bilinmeyen her yönünü, hafızasından silinmiş anne ve babasının anılarını öğrenmesiyle beraber içine düştüğü dram, Carla'yı başka bir kıtanın acı dolu geçmişine götürüyor. Bir yandan yaşadığı felaketin acısını yaşarken, bir yandan doğacak çocuğu için ayakta kalmaya çalışan bir karakter olarak karşımıza çıkan Carla, öte yandan geçmişinin sisle örttüğü günleri berraklaştırmak için azim ve kararlılıkla tehlike dolu bir yola çıkıyor. Haliyle, bir macera romanı olarak ele alınabilecek Son Tanık'ta tedirgin edici bir hava içinde, Carla'nın gerçeği arayışı başlıyor. Tabi uluslararası sorunlara yol açabilecek kadar tehlikeli sularda yüzmeye başlayan Carla'nın dağıttı sisin ardından sadece geçmiş değil, şimdiki zamanın acımasız bilinmeyenleri de çıkıyor.

Yugoslavya'da yaşanan iç savaş ardından, savaşın sadece sürdüğü müddetçe verdiği zararın değil, bireylerin hayatları üzerinden nasıl travmalara ve acılara yol açtığını da irdeliyor kitap. Özellikle Carla'nın annesinin günlüğü üzerinden, mutlu bir ailenin karşılaştığı zor günleri okura yansıtıyor.

Dediğim gibi yazarla beni tanıştıran ilk romandı. Orijinal dilinde okumadığım gerçeğini de göz önünden ayırmayarak söyleyebilirim ki kitaptaki diyaloglar daha iyi olabilirmiş. Bunu olay örgüsünden bağımsız söylüyorum. Bu benim fikrim.

Tarihi, polisiyeyi, macerayı bir kitapta toplayan bir roman Son Tanık.

Not: Doğduğum günden bu güne etrafını savaşın, acının çevirdiği bir coğrafyada yaşayan bir insan olarak, sırf kendi hatırladığım işgalleri, savaşları düşünüyorum da, gerçekten insanlık ne zaman ders alacak? Ne zaman öldürmekten vazgeçecek? Okurken siz de düşünmeden edemeyeceksiniz çünkü nasıl bir dünyada yaşıyorsak yaşınız kaç olursa olsun her zaman hem sürmekte olan bir savaşa, hem de tanık olduğunuz onlarca savaşa dair anılarınız vardır... Uzaydan canlı yayınla uzaya gönderdiği insanla iletişim kurabilen insanoğlu, canlı yayınla savaşı televizyonlardan yayınlayan insanoğlu. Ne gariptir ki hiçbir gelişme acıya son vermeye yetmedi; bir savaşın daha başlamasını engelleyemedi. Yazık. 

23 Ocak 2015 Cuma

Andy Weir "Marslı"

MARS'TA BİR BAŞINA

Marslı, İthaki Yayınları tarafından 2014'ün son ayında dilimize kazandırıldı. Yazılım mühendisi olan yazar Andy Weir tarafından kaleme alınan bilimkurgu türündeki bu roman, internetten yazar tarafından yayınlanarak adını duyurup, bir Ridley Scott filmi olacak kadar dikkat çekmiş bir roman. Ridley Scott adını duyduktan sonra, şu ana dek kitabın içeriğine dair pek bir şey duymamış olan okur bile, kitabın adıyla beraber bu bilgiyi bileştirerek Marslı hakkında bir imaj edinebilecektir. Karşınızdaki romanı dünyaya ayak basmadan okuyacaksınız diyebilirim.

Marslı, görev sırasında yaşanan bir aksilikten dolayı Mars'ta (öldü sanılarak) bir başına bırakılan Mark Watney'nin hayata tutunma çabalarını anlatan bir roman. Makine mühendisi ve botanik uzmanı olan Watney'in Mars'taki mücadelesine tanık olurken, bir yandan da Dünya'nın, Mars'ta kalan bir insanı kurtarmak için göze aldığı risklere ve harcadığı çabalar okura sunuluyor. Bu sunuş da ağırlıklı olarak Watney'nin günlük olarak tuttuğu kayıtlardan birinci ağızdan aktarılıyor; haricinde dünya ve uzaydaki diğer ekibin de durumları roman boyunca naklediliyor.  Watney'nin hikayesini ondan dinlerken bir mühendisin acil durumlarda çözüm bulmaya yönelik takdir edilesi soğukkanlılığı ve pratik çözümleri üretebilme kabiliyeti okura aktarılırken, diğer yandan geride kalan bir biliminsanını yeniden Dünya'ya getirmek için varını yoğunu ortaya koyan bir ekip tablosu da çiziliyor. Dünyanın bir insanı yeniden gezegenimize getirmek için giriştiği çaba, ortak amaç uğruna birleşmeye de göndermeler yapıyor. Watney'nin görev arkadaşlarının da farklı kökenlerden gelen ve bilim uğruna birleşmiş, dostluk kurmuş insanlar olarak okura sunulmuş olduğunu belirtmekte fayda var. Farklı dini inanışların, farklı dillerin bir arada (bunun yanında Amerika tarafından, Amerika sayesinde ve İngilizce ile) göreve çıktığının fırsat bulundukça vurgulandığı romanda, birleşmiş çabanın, elin elden üstün olduğunun ve hırsların göz ardı edilmesinin ortak/bilimsel amaç uğruna kullanılmasının faydası da Amerika - Çin ortaklığıyla hikayeye dahil edilen bir çözümde açıkça görülebiliyor.

Bilimin ve teknolojinin insana dünya sınırlarını aşmada yardım etmesi, evreni keşfetmede sağladığı imkanlar haricinde, insanın yine kendi gezegeni haricinde bir yerde daha varlığını sürdürebilmek kapasitesine sahip olduğu çıkarımını yapmak yanlış olmaz. Korkunun ve paniğin, umutsuzluğun ya da yetersizlik hissinin pek hissedilmediği ve karşılaşılan her durum için "bilimsel" bir çözüm bulunabileceği sıklıkla Marslı'da karşımıza çıkıyor. Oldukça umutlu bir insan olarak sunulan, pes etmeye asla yanaşmayan, ancak onun hayata tutunmasına sebep olan güdünün romanda pek de anlatılmadığı Watney'in, insan için evrenin en ücra noktalarında dahi bilim ile hayatta kalabileceği gerçeğini koca bir gezegene anlatmak amacıyla hayata tutunduğunu düşünmeyi tercih edebilirsiniz.

Marslı'nın ilginç bir konusu olmasına rağmen yazar tarafından faydalanılmamış bir çok şansın da hikaye içinde yitirildiğini düşünüyorum. Mars'ta uzun süre yaşam mücadelesi veren bir insanın okura sadece teknik bilgi, deneyim, plan ve stratejilerinden ibaretmiş gibi sunulmasının okur ve karakter arasındaki ilişkinin daha da gelişebilmesine engel olduğunu düşünüyorum. Öyle ki, hikaye içinde beklenmesi ve yaşanması muhtemelen "insani" tepki, umut, umutsuzlukları ya da hayalleri, geçmişi sorgulamayı göremeyen bir okurun Watney'nin içinde bulunduğu zor durumda kendisini zihinsel bir yıkıma uğratmamak için gerçekliğinden koptuğunu düşünmesi bile mümkün görünüyor. Savunma amaçlı, kurtulmaya odaklı, elbette Watney'nin bilincinden bağımsız biçimde bir psikoza girmesi ve bunun kurtulma yolunda kendisine gereken "güvenliği" sağlamış olması bile akıllara gelmesi çok uzak bir çıkarım değil. Bir süre sonra sanki bir robotun işlem dökümüne dönüşen günlük girişlerinin içine bir kaç kelime ile arada sırada serpiştirilen, Watney'nin dizi ya da müzik üzerine yorumları da bu genellemeyi bozmaya yetmiyor. Keşke Watney'yi daha yakından tanıma şansımız da olsaydı; teknik dehasını takdir etmek haricinde onun için okur bir şeyler daha hissetme şansına sahip olsaydı.

Buna rağmen hikayenin kendisi sürükleyici. Bilimkurgu seven okurun ya da zamanı geldiğinde izleyicinin dikkatini dağıtmadan sonuna dek kendisiyle birlikte yol aldıracağı da muhakkak.

20 Ocak 2015 Salı

Corinne Maier "No Kid: Çocuk Yapmamak İçin 40 Neden"

Toplumsal cinsiyet rollerini şekillendiren ekonomik gelişmelerin ilk adımının ardından kadın, erkeğin koyduğu kurallar içinde, erkek egemen ideoloji ve erkeğin mutluluğu için bir metaya dönüştürüldü. Kadını evin içine, "yuva" ideali etrafında uydurmadığı masal kalmayarak hapsetmeye çalışan düzenin içinde kadın, "ev köleliğine" doğru sürüklendi. Çalışmaya hayatı olarak sunulan ve bireyin kendine yabancılaşması ve sistemin yaşaması için "bireyi" yok eden düzen içinde ise kadına iş hayatı kapıları açıldı. Artık köleliğinin sınırları evden de taştı; erkek  egemen kapitalizm içinde, makineleşmenin de artmasıyla zamanında köle olarak yerden yere vurulan kadın, artık makineler arasında da günün yarısı boyunca sıkışan bir köle haline geldi.

Toplumun kadını ezme konusundaki azmi ve ayrı kutupları bile kadına karşı birleştirmedeki bu akıl almaz elbirliği, toplumsal cinsiyet rollerinin belirlenmesinde de büyük rol oynadı elbette. Erkeğin rolü tanımlanırken doğal, kadının varlığı tanımlanırken "toplumsal cinsiyet" kavramı öne çıkar oldu. Toplum, kadını ancak ve sadece "şekillendirmeye" çalıştı.

Bu şekillendirmeyi de "anne", "eş", "işçi" gibi belli başlı tanımlar altına kadını zorla sokmaya çalışarak yaptı. Öyle ki başarının "çalışan bir anne" olmak gibi ele alınabildiği, kadının başarısının ille de "çocuk doğurma özelliğini aktif ve verimli bir biçimde kullanma" ile ölçüldüğü düzen içinde kadın, sebebini bilmeden evlenmeye, sebebini anlamadan çocuk sahibi olmaya başladı.

Sahi, neden çocuk sahibi olunması bir ihtiyaç, çocuk istememek ya da çocuk sahibi olmamak/olamamak "ah vah tüh tüh"lük bir durum haline geldi?

Corianne Maier, "Çocuk Yapmamak İçin 40 Neden: No Kid" adlı kitabında, toplumun çocuk sahibi olmak, olmak istemek ve olamamak üzerine sahip olduğu sebepsiz yargıları irdeliyor. Herkesin birbirine neden "tavsiye ettiği" çocuk sahibi olmanın aklınıza geldiğinde belki de kovduğunuz tüm kötü yönlerini bir bir sıralıyor yazar. Kendisinin de iki çocuklu bir anne olduğu gerçeğini de göz önüne alırsak, neden bu denli sağlam bir inançla kitabındaki kırk maddeyi yazdığını da daha iyi anlayabiliriz.

Tüketim kültürünün devamlılığı için vazgeçilmez bir unsur olan, çünkü daha çok ve daha çok tüketici yaratmaya yarayan çocuk sahibi olma üzerine çocuğun gözünden ya da ailenin gözünden, çocuklu ailenin yanındaki çocuksuz birey gözünden bir çok örnek durumla maddeler detaylandırılmış.

Topluma dahil olmak için çocuk doğurmak gerektiği gibi garip bir inancın olduğunu siz de fark etmişsinizdir; Maier de zaten ilk maddenin giriş paragrafında bundan bahsediyor. Çocuk sahibi olma isteğini sıradanlık olarak gören yazar, ideal çocuk ve ideal aile portreleri çizilerek kapitalizm içinde kadının "anne"ye dönüştürülme çabalarına da (fakat iki çocuklu bir anne olarak) kafa tutan bir metin ortaya koyuyor.

Yer yer cidden sert bir dille durumlara karşı tavrını belli eden yazarın, bireyin çocuk sahibi olduktan sonra yaşadığı değişim ve kaybettiği her şeyi, çocuğu olduğunda ancak ne zaman yeniden kendisini "bulabileceği" gibi bir konuyu da sorgulayarak ele alıyor. Ebeveynlerin bir süre sonra "çocuk büyüse de evden gitse artık" tavrına değiniyor. 
                                                   
Son olarak, kitabı beğendim. Çocuk sahibi olmadığım ve olmak istemediğim için olabilir. Çocuk sahibi olmamak mı, aaaa nedeeen? sorusuyla her karşılaştığımda "ay yook şimdi öyle diyorsun ama bak ileride fikrin değişir" gibi akıl almaz bir yorumla, inatla iknaya çalışıldığım her andan nefret ettiğim için olabilir. Toplumdaki bu sebepsiz "çocuk yapılmalıdır" algısını biraz olsun değiştirebilsek keşke. Bireyin çocuk sahibi olma ya da olmama HAKKININ varlığını kavrayabilsek ve herkesin ataerkil kapitalizmi sevmek, ona yeni bireyler yetiştirmek istememe HAKKININI da düşünsek.

19 Ocak 2015 Pazartesi

Terry Eagleton "Marksizm ve Edebiyat Eleştirisi"

Marksist eleştiriyi tanımanın en iyi yolunu, tarihte konu üzerine Marx ve Engels'e uzanıp, günümüze dönmek olarak tanımlıyor Terry Eagleton.

Tarihin kendisindeki devrimci bakış açsının Marksist eleştirinin en büyük özgünlüğü olarak ele alan Eagleton, alt yapı ve üst yapı kavramlarına yer verdiği "Edebiyat ve Tarih" adlı bölümde Marx'ın gözünden edebi metinin yapısındaki unsurları değerlendiriyor. Toplumun ekonomik yapısını, eser içindeki üst yapıda belirleyici faktör olduğunu belirten yazar, üst yapının aynı zamanda "toplumsal bilincin belli biçimlerini" de içeren kısım, yani ideolojiyi işleyen kısım olarak ele alıyor. İdeolojinin her alandaki işlevini düşünürsek, üst yapının varlığını, buradan da çıkacak olan egemen ideoloji vasıtasıyla egemen sınıfının gücüne güç katmak  olarak tanımlayabiliriz.

Marksizm için sanatı, toplumun üst yapısının bir parçası olması sebebiyle de edebiyatın toplum açısından önemine bağlıyor metni Eagleton: Marksizm için bir eseri anlamak, toplumsal süreçlerin tamamına erişebilme şansı sunmaktadır. Toplumdan bağımsız bir eser yaratılamayacağı çıkarımını buradan yapabiliriz bu durumda. Sürekli sanat eserini toplumdan bağımsız gören (yalnızca yazılı eserleri kast etmiyorum), sanatı ve snob'luğu bir tutan eminim en az bir kişiye siz de hayatınız boyunca denk gelmişsinizdir. Bir evdeki büyük bir kütüphaneyi ancak ve ancak burjuva hobisi olarak gören zihniyetler için, Marksit eleştiriden çıkarılacak bir sürü ders olduğunu düşünüyorum. Şu paragraf da yardımcı olur; paragrafı yazmama vesile olan kitap da. Umarım.

Sanatsal üretim ve ekonomik gelişmişlik arasındaki ilişkiyi Marksizm ekseninde inceleyen yazar, antik toplumlar ve kapitalist toplumlar arasındaki sanat üretimi arasında bir karşılaştırmaya gidiyor.

Biçim ve içeriğin birbiriyle olan etkileşimine ve hangisinin hangisini yarattığı/şekillendirdiği sürecini farklı görüşlerden fikirlere de yer vererek inceleyn Eagleton, ideolojinin biçim üzerindeki etkilerini de başta Leon Troçki olmak üzere bir çok farklı sese yer vererek işliyor.

Sanatın proletarya ile olan ilişkisini ve yönetimin, yönetimdeki ideolojinin pekiştirilmesinde sanatın nasıl bir araca dönüştürüldüğünü yer yer Marx ve Engels'in sert yorumlarına yer vererek irdeleyen yazar, sanat üretimini şekillendiren unsurları detaylı biçimde ele alıyor.

Lenin'in "kahrolsun partizan olmayan yazarlar!" şeklindeki keskin ve sert söyleminin karşısında Engels'in "siyasal 'eğilim'i olan kurgu romanlardan hiçbir biçimde hoşlanmadığı" gerçeğini okura sunan yazar, "nesnel partizanlık" kavramını da bu örnekler çerçevesinde işliyor.

Terry Eagleton'dan Marksizm ve edebiyat üzerine, sayfa sayısından çok daha fazlasını okura sunan bir kitap. Okur için de yazar için de atlanmamalı. 

16 Ocak 2015 Cuma

Emma Goldman "Dans Edemeyeceksem Bu Benim Devrimim Değildir"

27 Mayıs 1869'da Litvanya'da doğan Emma Goldman, on yedi yaşında Amerika'ya taşındığında anarşizm ile tanışan bir isim. Genelde anarşist - feminist denildiğinde benim aklıma gelen ilk isim de kendisidir.

Bir anarşistin hayata bakışını anlattığı bölümle başlayan kitapta, yazarın kendi kaleminden, anarşizme yönelmesinin sebeplerini anlatıyor. Toplumda genellikle "vandalizm"le bir tutulma yanılgısına düşülen bu ideolojiyi okurun gözünde sisler arasından çıkarırken, diğer yandan da anarşist mücadelesinin amaçlarını kendi bakış açısına göre sıralıyor. Özgürlük mücadelesi olarak adlandırdığı bu yolculukta Goldman, özel mülkiyetten tutun da toplumsal cinsiyet rollerine kadar bir çok alanda bireyin özgürleşmesini engellediğini düşündüğü maddeleri okura sunuyor. Toplumsal refahın önüne set çeken özel mülkiyetle ilgili olarak, ticaret ve kar amacının kişisel irade üzerindeki kısıtlayıcı ve yıkıcı etkisine de oldukça sert ve net biçimde değiniyor.

Din, basın, basın ve ifade özgürlüğü, hükümet gibi farklı başlıklar altında fikirlerini aktarmaya devam eden Goldman, evlilik ve aşkla ilgili olan bölümde, kadının "yuva" ideası etrafında nasıl tutuklu bırakıldığına değiniyor. Çocuk sahibi olmayı şart gibi sunan toplumsal yapının kadının bireysel olarak yok edilmesindeki rolünü ele alan yazar, evlilik kurumunun kadın üzerinde bir denetim ve baskı mekanizması olarak kullanılmaya nasıl müsait hale getirildiğini anlatıyor. Evlilik konusunda çekincesiz konuşan ve eleştirmekten korkmayan Goldman, evliliği Dante'nin cehenneme atfettiği bir cümle ile özetliyor; "Buraya girenler; tüm umutlarınızı geride bırakın!".
 
Kadının erkek karşısında bir birey sayılmadığı acı gerçeği karşısında toplumdaki tüm mantık dışı iddiaları ve düşünceleri bir bir sıralayıp bunların karşına çıkan yazar, kadının erkek karşısında nasıl "boyun eğdirilmiş" kılındığını okura ısrarla ve tekrarla sunuyor. Ataerkil bir "uygulama" olan evliliğin düpedüz kapitalizm olduğunu vurgulayarak, insanın doğum hakkını çalan, gelişimini durduran ve sahte duygular yükleyerek merhamet/sıcaklık gibi kavramlarla kadını özdeşleştiren bir kurum olduğunu belirtiyor.

Evli, bekar ya da boşanmış bir kadın olarak, kadına hangi durumda olursa olsun her zaman ikincil öneme sahipmiş gibi davranılması karşısında yazarın nasıl çileden çıktığını metinden anlamamak mümkün değil. Makineleşme sonrasında emeğinin karşılığını iyice alamaz hale gelen, varlığı "makinelerin" arasında sıkışıp kalan kadının özgürleşmesi yolunda nasıl bir mücadele vermesi gerektiği çıkarımını okura bırakan, kendi ideallerinden de bahsederek bunu destekleyen Goldman "Dans Edemeyeceksem Bu Benim Devrimim Değildir" diyerek, dünyanın sadece erkekler yaşasın diye yaratılmadığı gerçeğini bir çok farklı yönden sorgulayarak anlatıyor. 

14 Ocak 2015 Çarşamba

J. F. Michaud & J. J. F. Poujoulat "İstanbul 1830"

İstanbul'un şu an nasıl bir cazibesi vardır bilmiyorum. Yaşadığım üç yıl boyunca da bir kaç güzel kare haricinde şehri sevecek pek bir şey bulamadım. Beton üzerine beton koyarak, yeşili katlederek, tarıma elverişli alanların ve doğal hayatın tahrip edilmesi haricinde İstanbul'da tanık olduğum pek bir şey yok; ha bir de umutsuzluk, mutsuzluk, dert, sıkıntı...

Yakınmalarımı bir kenara bırakayım. Gemişte, nüfus ve yapılaşmanın bu kadar büyük bir soruna dönüşmediği dönemlerde, 1800'lerde İstanbul nasıldı diye merak ediyorsanız, iki Fransız tarihçinin gözünden 1830'da şehre bakma şansına sahipsiniz.

İmparatorluklar Şehri İstanbul 1830, dönemin imparatorluk başkentini bir çok farklı açıdan ele alan, yazarların mektuplarının derlenmesiyle oluşan bir eser.

25 Ağustos 1830 günü, Pera'dan anlatımına başlanan ilk izlenimler ile şehri ilk kez gören iki yazarın, şehre dair akıllarına kazınan ilk semboller karşılıyor okuyucuyu. Topkapı Sarayı'nı ihtişamlı bir simge olarak yorumlayan yazar, sarayın iç yapısına da değiniyor. Dönemin zorlu ekonomik şartlarından etkilenen padişahın saray içinde gittiği tasarrufların bilgisinin de verildiği bölümde, haremin masrafına da bir çelişki olarak değiniliyor.

Söz konusu dönemde yazar, despotizmin taraftar toplamasına ve halkın da bu garip durumu bağrına basmasından şaşkınlıkla söz ediyor. Maruz kalanın uygulayana karşı olan benimseyici tavrını eleştiren yazar, halkın yöneticinin hırsına hırs katacak desteğine neredeyse bir anlam veremiyor.

Yönetim ve baskı unsurlarının değerlendirmesini yapan yazarlar, aynı zamanda reformların tepeden inme olması sebebiyle halk tarafından nasıl benimsenemediğine vurgu yapıyor. Bir de ilginç biçimde kılık kıyafette yapılan değişikliklerin eleştirisi var; redingot altına şalvar giymiş, yarı Asyalı yarı Avrupalı giyindiklerini belirttiği insanları anlamlandıramıyor.

Şehrin içindeki farklı milletlerin gündelik yaşamları, kılık kıyafeti, ticari ilişkileri, dini özellikleri ve toplum içindeki konumları üzerine gözlemlerini paylaşan yazar, tüm bu farklı yapıların aynı zamanda Anadolu'da da varlığını gösterdiği gerçeğine mektubunda yer veriyor.

Türk reformunu kendi toplumundaki reform hareketiyle kıyaslayan yazar, İstanbul'daki reformun hükümetin halkını düzeltme amacını taşıdığını belirtiyor. Oysa kendi ülkesinde durum tersidir; halk, yönetimi düzeltme amacındadır.

Hedef konusunda yeterli bilgiye sahip olmayan bir toplumla reform sürecinin yaşayacağı sıkıntılara değinen yazar, yapılan tüm reform hareketlerinin ancak ve sadece İstanbul ile sınırlı kalıp, Anadolu'yu bırakın, Bursa'ya bile ulaşamadığı acı gerçeğini özellikle vurguluyor.

Kadının toplum içindeki konumunu haremden itibaren ele alan yazar, Türk kadınının bilimsel olarak bir konuyla ilgilenmesinin toplumca nasıl istenmediğini anlatıyor. Kadın için en mutlu an ve en mutlu edici uğraş olarak hamama gitmek, yeni kıyafetler denemek, takılara sahip olmak gibi basit şeylerin öne sürüldüğünü ve kabul gördüğünü belirten yazar, kadının yalnız cinsiyeti ile, cinsiyetinden ibaret gibi görüldüğüne değiniyor. Kadını öğrenmek, ilerlemekten geri tutmaya çalışan bir anlayış olduğunu söyleyen yazarın ülkesi ve İstanbul kıyaslamaları da ilgi çekici bir detay.

1830'da İstanbul nasıldı merak ediyorsanız, farklı yönleriyle dönemin şehrini anlatan bu kitaba bakmanızda fayda var. 

9 Ocak 2015 Cuma

Doris Lessing "Anılar"

CİNSİYETÇİ KARİYER AYRIMLARININ ÖTESİNDE BİR HAYAT

1919 yılında İran'da başlayan hayatı 2013 yılında İngiltere'de son bulan İngiliz asıllı Doris Lessing, edebiyatın hafızasında feminist ve sosyalist eserleriyle yaşamaya devam edecek olan kadın yazarlar arasında. Kadının kariyerinin nerede başlayıp nerede zirve yapabileceği yönündeki ataerkil ifadeler gündemi meşgul ededursun, kaleme aldığı anılarında Lessing, bir kadın olarak, günümüzde hala  "işleyen ve oturmuş bir sistem olarak bir hayal olmaktan öteye asla geçemeyeceği" iddiasıyla haksızca yargılanan bir ideolojinin  uğrunda ve bir kadın olarak kendisini gerçekleştirme yolunda verdiği mücadeleleri anlatıyor.

Savaşın faturasını bir bacağını kaybederek ödeyen ve bunun buhranını içinden hiçbir zaman atamayan, "bomba şoku" olarak tanımlanan bir hastalığın esiri olan babası ile sevdiği insanı batan bir gemide kaybeden ve bunun hayalkırıklığını üzerinden hiçbir zaman atamayan hemşire bir anne ile başlıyor Lessing'in hayatı. Annesi ve babası üzerinden savaşın yalnızca insanın canını alan bir yönünün değil, aynı zamanda kendi ailesinde gördüğü "insanların potansiyellerini ellerinden alma" etkisinin üzerinde de duruyor; potansiyelini kullanmanadığını fark eden insanın çevresine karşı tavır alması, hırçınlaşması, hayalkırıklıklarında boğulma ya da sebepiz nefret ve hınç yansıtmaları olarak yorumlanabilecek durumu doğurduğunu belirtiyor.

Babasının işi nedeniyle bulundukları Kirmanşah'ta hayata gözlerini açıyor yazar. İlerleyen zamanlarda Rodezya devam eden ve İngiltere'de sonlanan yaşamı boyunca onlar mekan değişikliği ve onlarca insan hayatına dahil oluyor. İnsan ilişkilerindeki tavrından, sahip olduğu ya da kendi kurduğu aile içindeki ilişkilerine dek çocukluğunun ilk dönemlerinden kalma bir ruh halinin baskınlığı dikkat çekiyor. Çocukluğundan itibaren yazarın annesiyle olan ilişkisi, Anılar'ı şekillendiren bir çok durum ve duygunun ortaya çıkışında pusuda yatmış sebep olarak yeninden ve yeniden canlandırılıyor. Bir kadının elinden alındığını düşündüğü hayatına karşı duyduğu nefreti, çocuğu üzerinden yansıtmasına şahit oluyoruz. Bir çocuğun böylesi şiddetli duyguları hissetmemesinin imkansız oluşuyla beraber anne - kız çekişmesinin çok çok ötesine geçtiğini görüyoruz sorunun. Erkek kardeşin doğumuyla beraber annesinin, kardeşinin kendisinden daha çok sevdiği düşüncesine inanmaya başlayan Lessing'in bu konuda yaptığı hayli ilginç bir çıkarım da mevcut; kadının erkek çocuk sahibi olduktan sonra çocukla arasında neredeyse kendisini dünyaya/ailesine karşı kör edecek denli bir tutku oluşması. Lessing için bu sonuca ulaşmak zor olmasa gerek zira bir "kız çocuk" olarak yazara annesinin tavrı ve neredeyse ergenliğinin ortalarına kadar ailede "bebek" olarak tanımlanan ve bir bebek muamelesi gören erkek kardeşe olan tavrı arasındaki fark, cinsel politikanın aile içinde kurulmasının acı veren ancak maalesef gerçek bir yönü olarak ortaya çıkıyor. Bir kadının, bir kadın üzerinde, kızı olan bir kadın üzerine bu politikayı bilinçli ya da bilinçsizce yeniden doğurması, yazarın feminizme yönelmesinde bir etken olmaktan asla dışlanamaz diye düşünüyorum.

Annesi ve yazarın kendisi üzerinden kadının toplum içinde üzerinde kurulan ve bunun sonucu ya da yönsüz tepkisi olarak yer yer kendisinin de yeniden yarattığı rollerle ya da bunlara karşı çıkışlarla karşılaşmak mümkün. Lessing'in çocukluğunda sıklıkla karşılaştığı ve "annesinin sosyal sesi" olarak tanımladığı bir sesle misafirleriyle "çocuklarının ömrünü nasıl tükettiğini, özellikle küçük kızın hayatını nasıl zehir ettiğini" anlatması, bir çocuğun yok sayıldığı anlarda onlarca kez şahit olduğu bir gerçeğin hayatının tamamını nasıl etkileyebileceğine acı bir örnek oluşturuyor. İngiltere'den ve alıştıkları düzenden, kurdukları hayallerden ve yitirdikleri gelecek imkanlarından tamamen uzaklaşan ailenin (anne ve baba), tek tek kendi dünyalarına sıkışıp kalmalarının faturasını üzerinde taşıyan Lessing'in gözünden, bambaşka bir kıtada yeni bir hayat için çırpınan ebeveynlerinin kendilerini kurtarma çabalarına da tanık oluyoruz. Tüm "potansiyeli" elinden alınan annenin ev içi üretimden başka bir sürece dahil olamaması ya da babanın savaşta kaybettiğinin üzerine giriştiği tüm tarımsal faaliyetlerde harcadığı tüm çabaya rağmen istediği başarıyla ulaşamaması da acının bir diğer boyutu oluyor.

Aldığı dini eğitimle beraber mezhep değiştirmesi, manastır günlerinin üzerinde yarattığı travma, ergenliğe geçişinde annesi ile arasında yaşadığı yer yer "yok artık" dedirten durumlar içinde Lessing'in ailesinden uzaklaşarak varlığını yaşatmaya çalışması, evden ayrılması ve bir çok farklı işte çalışacağı bir sürecin başlamasıyla tetikleniyor. Ekonomik özgürlüğüyle beraber elde ettiği özgürlüğün ardından ilk evliliği ve çocukları, ardından bulunduğu coğrafyada hala devam eden "ırkçılık" ve köle düzenine karşı duran insanlarla tanışıp, bu yönde okumalar yapmasıyla şekillenen bir süreci de beraberinde getiriyor.

İkinci Dünya Savaşı sırasında dünyanın değişen dengeleri içinde, komünizmi benimseyen ve siyasi faaliyetlerin içinde aktif olarak yer alan yazarın gözünden toplumun nasıl etkilendiğini ve ikinci evliliğini yaptığı Gottfried Lessing ile olan ilişkisi, çevresi ve kendisinin devam eden hayatı, çalışmaları üzerinden de bireylerin mücadelelerine tanık oluyoruz.

Samimi bir dille kendisini, bir çok kitabına konu olan olayları ve kişileri anlatan Doris Lessing'in Anılar'ı, doksan dört yıllık ömründe bir kadının her alanda verdiği mücadelelere tanık olmak için, birinci ağızdan bir kaynak.

8 Ocak 2015 Perşembe

Juliet Mitchell "Kadınlar: En Uzun Devrim"

Sosyalist bir feminist olan Juliet Mitchell'in Kadınlar: En Uzun Devrim adlı eseri, "Feminist Kitaplık" serisine hayran olduğum Agora Kitaplığı tarafından yayınlanan bir makale.

Özellikle Marksist teori ve feminizm üzerine olan bu çalışmada Mitchell, sosyalist teori içinde kadın konumunu ele alıyor.          

Toplumun üretim sürecinden tutun da ev hayatına kadar sürekli geri plana itilmeye ve sömürülmeye çalışılan kadınların, ileri sanayi toplumları ya da gelişmekte olan ekonomiler içindeki konumu hakkında fikirlerine yer veriyor. Kadının "aile"den ibaret olan bir dünyaya hapsetmeye çalışan ataerkil ve haliyle ataerkil bir ekonomi sonucu oluşan (ya da bu ekonomik işleyiş sonucu ataerkilleşen) düzene olan sorgusunda yazar, "doğal olan budur" diye kadına sunulan ve sürekli yeniden yapılandırılan bu çarpıklığa eleştirisini getiriyor.

Kadının toplumda aile içinde neredeyse en pasif ve naif rollere yönlendirilmesi, bu güçsüzlük atfedilen durumlar için ise "fiziksel durumunun erkek karşısında yetersizliğinin" kullanılması konusunda yer alan çıkarımlar muhteşem. Kısa, net. Uyanır ya da uyumaya devam edersiniz.

Haricinde, sosyalizm ekseninde durumu ele alan bu metinde yine sosyalizm içinde kadın sorununun yetersiz biçimde işlenmesine de vurgu yapıyor yazar. Örneğin "yoldaş" hitabının bile ataerkil düzen pekiştirici bir ifade olarak kullanılması, sosyalizm için getirilen eleştirilerden birinin sebebi olarak sunulabilir. Zira akrabalık, kan bağı, aile kurumu gibi kadının sürekli sömürülmesinin desteklendiği iddiasında sunulan bu kurgu içinde o ifade bile sorgulanmaya açık hale gelebiliyor. Bana ilginç geldi, baya baya bu cümleyi okuyana kadar bunu düşünmemiştim.

Marx ve Engels'in aile ve kadın üzerine olan düşüncelerinden alıntılar yapan yazar, benim sürekli takıldığım bir noktaya da metinde yer veriyor. Engels'ten alıntılanan bu bölümde kısaca, kadınların kurutuluş yolunun üretim sürecine dahil edilmek olduğu belirtiliyor. Benim takıldığım ve muhtemelen bir çok insanın da takıldığı nokta ise Engels'in kadını toplumsal sanayi alanına sokma çabasının, kadın için bir kurtuluş olarak sunulmasına rağmen sonunda gidip Marx'ın yabancılaşma kavramına varması ve kadın için bir negatif durum daha yaratması.
Simone de Beauvoir'nın gözünden kadın ve özel mülkiyet kavramını irdeleyen yazar, kadın ve erkeğin biyolojik konum farklılıklarına değiniyor; daha doğrusu bunları sorguluyor.

Sosyalizm içinde kadın hareketine "saygıyla" ve "babacan bir tavırla" yaklaşan erkeklerin, kadın hareketine karşı ister ya da istemez biçimde aldıkları tutumun ataerkilliğini vurgulayan yazar, bunun yanında Marksist sosyalist feministlerin bu sistem içinde hala aktif biçimde çalıştıklarının da altını özellikle çiziyor.

Feminizmin doğuşunun ilk sömürülme, yani ilk iş bölümü ile başladığını belirten Mitchell, maddi temelli üretim sistemi üzerindeki ataerkilliğin bilimsel güçle yenilebileceğini belirtiyor.

Kadınların dünya üzerindeki durumunun geçmişten günümüze nasıl ulaştığı konusunu farklı başlıklar altında ele alan yazar, üreme ve üremeye teşvik üzerine yazdığı bölümler ile bence özellikle bugünlerde - kesinlikle - okunmalı. Kadının vasfının üreme ile sınırlandırılmaya ne kadar yaklaşıldığı ve bu ataerkil düzen içinde kadının bu konumu yegane mutluluk aracı olarak görme yanılgısına kapılması durumunu işliyor Mitchell.

Ataerkil düzenin doğum kontrolü üzerinde uyguladığı yönetimle kadınları düşürdüğü konumun işlenmesiyle sona yaklaşan Kadınlar: En Uzun Devrim, bir saat içinde bile içinizde bir şeyleri sorgulamaya itecek denli bir eser. 

5 Ocak 2015 Pazartesi

Judith Butler "Taklit ve Toplumsal Cinsiyete Karşı Durma"

Yazarın "Cinsiyet Belası" adlı kitabından sonra yayınlanan bir çalışması olan makalede Judith Butler, toplumsal cinsiyet rollerinin güç aldığı ve karşı strateji geliştirilmesine olanak veren noktanın aslında aynı olduğu konusunda bir fikirle metni açıyor.

Bireyin cinsel kimliğini dışa vuruyor olmasının getireceği "iç" ve "dış" kavramının ortaya çıkışına değinen yazar, "ben"in kendini belirlemede bilinçdışı ve bilinç ile olan ilişkisini sorguluyor. Makale boyunca sıklıkla okura sorular yönelten ve cevapları düşünmeye okuru davet eden Butler, "dışta" ve "içte" olmak arasındaki ilişkiyi "dışta olmanın" sağlanması için bir "içe bağ" ihtiyacı gerektirdiğini öne sürüyor. Bunun sürekli ürettiği "iç" ve "dış" ortaklığının da bireyin kendini ifade etmesi çerçevesinde sunuyor.

Cinselliğin ifadesinde/açığa çıkarılmasında doğru anlamı ona vermenin nasıl olabileceği konusunda fikir yürüten yazar, bu anlamın hangi çevrenin doğruları/gerçekliği/algısı çerçevesinde yaratılabileceğini sorguluyor.

Olduğu kişinin "olması" için açıklama gerekip gerekmediğini bir nevi kendisi üzerinden irdeliyor. Ben ne isem, onu "yansıttığımda" mı tamamlanmış, gerçekleşmiş oluyorum?

Psişik özdeşleştirme ile toplumsal cinsiyet rollerinin üsluba dönüştürüldüğünü ortaya süren yazar, cinsel kimliklerin toplum içinde tekrar ve tekrar nasıl üretildiğini yine farklı cinsel kimlikler üzerinden değerlendirerek makaleyi sonlandırıyor.

Judith Butler "Cinsiyet Belası"

2015'in ilk yazısı Judith Butler'ın olsun istedim. O yüzden hem 2014'ün son günlerinden okuduğum "Cinsiyet Belası" adlı kitabının yorumunu, hem de "Taklit ve Toplumsal Cinsiyete Karşı Durma" kitabının yazılarını yazmak için bilgisayarın karşısına geçtim.
Bu yazı, gördüğünüz üzere "Cinsiyet Belası" kitabı hakkında.

Feminizm hakkında okuma yapmayı isteyen herkesin karşına çıkan ilk isimlerden biri olan Judith Butler, Amerikalı bir filozof. Ağırlıklı olarak Sigmund Freud, Simone de Beauvor, Julia Kristeva, Jacques Lacan, Luce Irigaray, Michel Foucault ve Monique Wittig'in metinleri üzerinden çıkarımla ilerleyen metinde Butler, kadın ve erkek kimliğinin oluşumu ve sürüdürülüp, yeniden üretilmesi üzerine beni çoğunlukla "nasıl olur da bunu bu zamana kadar göremeyiz"e yönlendiren bir çok fikrini paylaşıyor.

Toplumsal cinsiyetin siyaset ve dil ile oluşturulup sürekliliğinin sağlandığına dikkat çekerek konuyu irdelemeye başlayan yazar, toplumun cinsel rolleri yaratma üzerindeki etkisini ele alıyor. İktidar alanındaki ataerkilliği eleştirirken, feminist kimliğin siyasi hareketle birlikteliğinde "temsil"i, feminist özne kimliğinden ayırarak ele almayı öneriyor.

Bedenin mi toplumsal cinsiyeti yarattığını yoksa toplumun mu toplumsal cinsiyeti yarattığı konusunu inceleyerek devam eden Butler, bu cinsel rollerin yaratımında tarih ve kültürün etkisine de vurgu yapıyor.

Kadınların toplum içinde "eril" olanın "ötekisi" olarak, dışlanarak ifade edilmesinin acı gerçeğine değinen yazar, toplumun algısı içinde "kişi"nin yalnız ve ancak "erkek" olduğunu, dişil olanın ise toplumsal cinsiyetin yegane unsuru olduğunu öne sürüyor. Ki bu konuda kendisine katılmamak mümkün değil.

Kamusal alanda ancak "erilleşerek" varlığını sürdürebileceği yanlış yönlendirmesiyle boğuşan dişi kimliğin, bu sorunla mücadele etme gerekliliğini vurgulayan metinde aynı zamanda farklı cinsel kimliklerin farklı görüşlerce ortaya atılan tanım farklılıklarına da değiniliyor.

Toplumun arzu nesnelerini, cinsel rolleri nasıl ve ne amaçla yarattığını sorgulamaya iten Cinsiyet Belası'da "cinsiyetin" ne olduğunu oturup düşüneceğinizden eminim.