31 Ocak 2013 Perşembe

Sırça Fanus Okuması

Twitter üzerinden başlayan bir konuşma ile karar vermiş olduk; şubat ayı içinde Sylvia Plath’dan Sırça Fanus’u okuyup, yorumlarımızı yazacağız.

Katılmak isteyen blogger’lar ya da blog sahibi olmasa da bile bu “mini” etkinliğe katılmak isteyenler olursa tek yapmanız gereken ay içinde yazdığınız yazının linkini bu yorumun altına koymanız. Yorumunuzu kes-yapıştır olarak da bırakabilirsiniz, sorun değil, eğer bir blogunuz yoksa ve kitap hakkındaki yorumunuzu siz de paylaşmak istiyorsanız sorun değil yani. Kitabı daha önceden okumuş olsanız bile yorumlarınızı paylaşabilirsiniz, ek olarak.

Önümüzdeki haftalarda ben de kitap hakkındaki bir yazıyı burada paylaşacağım.

Umarım ilginizi çeker.

Kitap Önerileri I

Artık her ay ayrıca birkaç kitabı ve filmi önereceğim listeler yapmaya karar verdim. İçerikleri hakkında yazı ise olmayacak bu listelerde.

İlk listem ise şubat ayı için aklıma gelen, önerilerimin olduğu bu liste, bakalım beğenecek misiniz?

1 – Uğultulu Tepeler – Emily Bronte

2 – Northanger Manastırı – Jane Austen

3 – Görünmez Adam – H. G. Wells

4 – İskemlede Beş Ceset – Agahta Christie

5 – İlahi Komedya – Dante

6 – Almuric – Robert E. Howard

7 – Kıyamet Gösterisi – Neil Gaiman

8 – Kral Fare – China Mieville

9 – Kemik Torbası – Stephen King

10 - Cosmos – Carl Sagan

NOT: Image is from http://25.media.tumblr.com/tumblr_lzu5i7PXoV1qev9h7o1_500.jpg

29 Ocak 2013 Salı

Audrey Niffenegger "Zaman Yolcusunun Karısı"

Zaman Yolcusunun Karısı’nı alma sebebim bilim kurgu arayışı içinde olmamdı.

Ancak kitabı aldıktan okumama kadar geçen süre içinde, bu süreyi de uzatan sebep olarak gördüm ki ben yanılmışım; kitabın bir “aşk romanı” olarak tanımlanmış çoğunluk tarafından. İnternetten yorumları okuduktan sonraki bir süreyi de “ben herkesin okuduğu tipik bir aşk romanını neden okuyayım ki” diye kendi kendime pis bir tavra da büründüm. Evet, yeri geliyor gerçekten iğrenç bir canlı oluyorum.

Kitaba beni ısındıran ve “okuyayım bari” dedirten şey ise (ne kadar pislik bir insan olduğuma dair bir kanıt geliyor); Neil Gaiman’ın Mezarlık Kitabı’nın arkasında, Zaman Yolcusunun Karısı’nın yazarı Audrey Niffenegger (adını yazmak çok zor geliyor)’ın da bir yorumu vardı ve kitabın içinde, notlardan anladığım kadarıyla bu yazar hanım ile Neil’ciğim arkadaşmış. Yani bir pislik gibi davrandığım noktaya yaklaştık; Neil’le arkadaşsa okumaya değer bir yanı vardır muhakkak!

Şu ana kadar yazdığım en vicdansız yazıyı yazdığımı düşünüyorum.

Ama kitap hakkında yorumlarımı görünce, yazarı da eğer okur ve Türkçe anlarsa ya da İngilizce’ye çevirip anlamaya çalışırsa görecek ki kitabı beğenmişim.

Artık kitaba gelebiliriz; insanın aşkının hikayesi aslında. Ancak bir aşk romanı yazmaya karar verdiğinde, yazarın başarısı sayılabilecek şey elbette bu hikayeyi “zaman yolculuğu” üzerinden anlatmaya karar vermiş olması bence. Ha, neresinden bakarsınız bilmiyorum; zaman yolculuğu merkezinde anlatılan bir aşk hikayesi mi yoksa bir aşk hikayesi eksenine giren zaman yolculuğu mu? Seçim size kalmış. Ben aşk hikayesine dahil edilen zaman yolculuğu olarak anladım ve anlatacağım.

Kurgusu sıradanlıktan uzak; yazarın girdiği büyük riski anlamaya çalışmak ve farklı bir şeyler görmek için bile okunur Zaman Yolcusunun karısı. Kendi adıma, zaman yolculuğunun ve ikilinin karşılaştıkları dönemleri net anlamak için kitabın birkaç yerinde kitabı kapatıp yüksek sesle olan biteni özetledim, netleştirmek için: İkili ilk kez Clare 6, Henry 36 yaşındayken karşılaşıyor; ancak Clare 20 ve Henry 28 yaşındayken ise “şimdiki”, “normal” zaman içinde karşılaşıyorlar; aslında Henry Clare’i 28 yaşındayken tanıyor. Daha sonra ise Henry, Clare’in çocukluğunda kalan o günlere yolculuk etmeye başlıyor. Evet karışık oldu. Okurken anlayacaksınız nasılsa.

Kitapta sizi bekleyen gerçekten tutkulu bir aşk hikayesi. Normalde ben bu tip romanlar, aşk hikayesi ekseninde kurulan şeyleri okumam; klasiklerden değilse. Okumadığım bir türü okumak o yüzden ilginç, bir o kadar da kolay okunur geldi aslında. Yazarın ve çevirmenin başarısı sanırım.

Söylemeden geçmek istemediğim noktalar ise karakterlerin mesela bazı davranışlarının sebebine dair derinlemesine bir şeyler sunulabilirken sunulmayışı; en basitinden Clare’in Gomez konusundaki tavrı ve hareketlerine dair bir neden göremezken güçlü sonuçlarıyla karşılaşıyoruz! İpucu vermeyim ama kitabın sonlarında ne demek istediğimi anlayacaksınız. Yine Clare hakkında bir diğer nokta ise kadının düşünce olarak, birkaç heykelini yaparken aklından geçenler dışında es geçilmiş olması ki bu aslında Henry için de geçerli. Adamın tüm hayatı boyunca içinde bulunduğu duruma dair düşüncelerini ben pek okuduğumu hatırlamıyorum aslında. Ve aklıma takılan bir nokta da bu iki insanın neden inatla çocuk istemesi, nasıl bir risk açlığıdır? Baştan beri garip olacağı belirli bir ilişki yaşadıkları halde nasıl çocuk ister ve bunun mümkün olmadığı durumlarda hayata küserler? Yahu neresi normal ki zaten ilişkinin? Adam zamanda yolculuk yapıyor?

Ek olarak; Henry zamanda sürekli farklı yerlere yolculuk yapıyor, kendi istemi dışında yerlere ve zamanlara gidiyor, ancak nasıl oluyorsa (!) Clare’in büyümesi süresince neredeyse hep aynı noktaya ve aslında belirli bir düzen içeren zamanlarda gidiyor. Tek sürekli olarak gittiği yer Clare’in yanı. Diğer yolculuklar ise tüm kitap boyunca bir oraya bir buraya, alakasız ve farklı yerlere.

Aslında daha çok “neden” diye sorup anlam veremediğim durum var. Gerçi çok kurcalamamak lazım. Dediğim gibi kitap kolay okunuyor, sürükleyici mi, evet, ama fazla takılmadan okumak ve üzerinde çok düşünmemek için okuyun. Bir aşk hikayesini değişik yollardan yürüyüp anlatamaya çalışan bir yazar, sonuç onu tatmin ettiyse ne ala.

28 Ocak 2013 Pazartesi

Henning Mankell 'Kennedy'nin Beyni'

Kennedy’nin Beyni, Henning Mankell’in kitapları arasında en farklı olanı; belki de yazılış “derdi” tamamen farklı olanı. Burada, alışageldiğimiz baş karakter Dedektif Wallender’ın olmaması bir yana, polisiye bir roman yaratma amacından da aslında uzak bir kitap. Evet, kitabın sonuna kadar yine bir “katil” aranıyor, bir “cinayet” işleniyor ve işler karman çorman bir halde çözülmeyi bekliyor. Ancak dediğim gibi, bu kitabın bir polisiye roman olsun diye yazılmadığını düşünüyorum. Çünkü Kennedy’nin Beyni’nde sizi bekleyen hikaye aslında Afrika’nın büyük sorunu; siz açlık, yoksulluk deyin, ben de aslında Aids diyeyim.

Kitabın baş kahramanı Louise adlı bir arkeolog. Oğlunun, kendi evinde görünürden bir “intihar” ile hayatının son bulmasının ardından, inanmak istemediği ve inanmaması için bir çok sebep bulduğu bu intihar(!)ı, aslında cinayeti (bunun bir cinayet mi intihar mı olduğu elbette kitabın sonunda saklı) araştırmaya başlaması ve keşfettiği, oğluna ait ve aslında hiçbir şekilde haberdar olmadığı bir dünyayı tanımaya başlamasıyla başlıyor kitap. Oğlunu tanıdığını düşünürken, Henrik’in bambaşka bir hayatı olduğu gerçeğiyle yüzleşmeye ve bu hayatı anlamaya çalışıp, esrarı aydınlatmaya çalışırken, kendisini dünyanın bir ucundan bir ucuna sürekli bir yolculuk halinde buluyor.

Bu yolculuğun ana ekseninde ise Afrika var. Kitabın sonunda Henning Mankell’in bir sonsözü var ki bence kitabı yazmasının sebebi, kitabın tamamı orada aydınlanıyor. Mankell’in insanlığın içinde bulunduğu, acı veren Aids gerçeğine ve uluslar arası ilaç şirketlerinin deneylerine karşı içinde biriken duyguları, zamanında yaşadığı acı bir olayla okuyucuya özetlemeye çalıştığı bu bölüm, ölmekte olan bir Aids hastasının Mankell üzerinde bıraktığı iz tabanında şekillenmiş.

Kenndy’nin Beyni ismi, bu kitabın neresinde ve bağlantı ne derseniz bence o da sürpriz olsun, oldukça ilginç bir bilgi veriliyor bunun hakkında kitapta.

Oldukça sürükleyici, sürekli değişen mekan ve gelişen olaylarla gerçekten bir solukta okunabilecek bir kitap. Basımı var mı, kitap piyasada şu an var mı bilmiyorum ama denk gelirseniz okumanızı tavsiye ederim. Ama dediğim gibi, Wallander serisindeki gibi bir kitap beklemeyin, bu sefer çok farklı.

23 Ocak 2013 Çarşamba

Agatha Christie "Çarpık Ev"

Önce kitap hakkında iki önemli noktayı belirtmek istiyorum: Okuyup okuyabileceğiniz en ilginç gidişata ve katile sahip Agahta Christie romanlarından biri Çarpık Ev. Diğer nokta ise kitabın başında Agahta Christie (Kraliçe!)’nin belirttiğine göre kendisinin yazarken en çok eğlendiği kitaplarından biriymiş. Öyle zekice bir kurgusu ve katili öyle bir insanın gözüne sokuşu var ki, katili tahmin edemeyenlerin kitabın sonunda yüzlerinin nasıl bir hal alacağını hayal edip çokça eğlendiğinden de eminim.

Kraliçemizin yüzü gülsün yeter; ben katile çok yaklaşmıştım ancak kitabın sonunda ne kadar yanıldığımı gördüm. Her zamanki gibi bir daha okuduğumda Kraliçe’nin ne kadar da bariz ipuçları bırakarak okuyucuya hem yem atıp hem fırsat verdiğini gördüm.

Hikayedeki karakterlerden ya da olaydan kısaca bahsetmek istiyorum; bir yandan da bunu fazla gerekli görmüyorum. Neticede bahsettiğimiz bir Agahta Christie kitabı ve ben neyden ne kadar bahsedebilinir, emin değilim. Bir evde işlenen cinayet ve bana fazlasıyla Noel’de Cinayet’i anımsatan bir hikaye: Karakterler arasında başkahramanımızın aşık olduğu kız, Noel’de Cinayet’i okumuşsanız hemen bağlantı kuracağınız bir karaktere benzerken, öldürülen ihtiyar da yine Noel’de Cinayet’deki ihtiyarımıza hayli benzer. Elbette aile içinden bir katili arama ve her şeyin büyük bir evde olup bitmesi, miras ve akrabalar arası gerilim gibi detaylar da benzerlik kurabileceğiniz bir diğer nokta.

Benzerlik kuramayacağınız nokta ise katilin cinayeti işleme sebebi. Burada büyük bir ipucu verdiğimi düşünüyorum, bağışlayın!

Kitabın bendeki baskısı 1965 basımı, güzel, ciltli bir kitap. Dönemin Türkçesi’nin aktığı satırlarda artık kullanmadığımız kelimeleri görmek ve o eski kitap kokusunu burnumun dibinde hissederek okumak da ayrı bir zevk, belirtmek istedim.

İyi okumalar!

17 Ocak 2013 Perşembe

Robert E. Howard "Almuric"

Çok hoş bir hediye az önce elime ulaştı; kitabın çevirmeninden, Yosun Erdemli'den. Robert E. Howard'dan Almuric.

Elimdeki kitabı bitirir bitirmez başlamayı planlıyorum aslında ama sanırım dayanamayıp bu akşam okumaya başlarım.

Kitabın arka kapak yazısını da paylaşmak istedim çünkü çocukluğundan beri uzaydaki sonsuzluk üzerine kafa yormuş, bir o kadar da ölümden ve ölüm fikrinden kaçmak için bir yol bulmanın mümkün olup olmadığını düşünen benim için çok da ilginç bir konusu var kitabın. İşte bu yüzden akşam saatlerinde kendimi kitaba gömülmüş bir halde bulacağımdan emimin. İşte arka kapak yazısı:

Kendisini bekleyen kesin ölümle yüzleşmektense uzayda bir uçuş riskine girmesi için onu teşvik ettim. Ve kabul etti. Evrende insan hayatını destekleyecek hiçbir yer yoktu. Ama insanın bildiklerinin ötesinde, evrenlerin ötesindeki evrenlere bakmıştım. Ve üzerinde bir insanın varlığını sürdürebileceği tek gezegeni seçtim - isimlendirdiğim yabani, ilkel ve garip gezegen: "Almuric". Cairn riskleri ve belirsizlikleri benim kadar iyi anlıyordu. Ama hiç korkusu yoktu ve Esau Cairn doğduğu gezegeni terk ederek uzayın derinliklerinde yüzen, yabancı, soğuk, garip bir dünyaya gitti...

Almuric, Robert E. Howard. Monokl Edebiyat, 193 sayfa.

15 Ocak 2013 Salı

Jane Austen "Aşk Ve Gurur"

Jane Austen’ın klasikler arasında yer alan kitabı Aşk Ve Gurur, 1700’lerin İngiltere’sinin sosyal yapısını anlatmakla beraber, odaklandığı nokta itibariyle de zamanımızda hala geçerli olan (kısmen değişmiş de olsa) bir durumu ele alıyor; kadınların iyi bir hayata sahip olabilmeleri için yegane şartın evlilik olması durumu.

Aşk Ve Gurur’da farklı sosyo-ekonomik sınıflara ait olan; orta sınıftan gelen ve kitabın başkahramanı olan Elizabeth Bennet ve soylu sınıftan bir erkek olan Fitzwilliam Darcy’nin hikaye boyunca göze batmadan beliren ve zamanla doruğa ulaşan aşkları anlatılıyor. Ancak bunu anlatış biçimindeki ustalık kadar hikayenin seyrinde okuduğumuz satırlar da ana eksen kadar ilginç; Bayan Bennet’ın beş kızının de varlıklı kimselerle evlenmelerini düşünmekten ve bunu onlara aşılamaktan başka hiçbir derdi olmayan bir kadın olmasının, dönemin İngiltere’sinde mirastan pay alamayan kadının hayatına devam edebilmesi için yapmak zorunda olduğu şeyin acı bir kanıtı gibi. Aşk Ve Gurur her ne kadar aşk romanı gibi görünse de (ki orijinal adı Gurur Ve Önyargı zaten) aslında aşktan ziyade ihtiyaç durumunda ortaya çıkan evlilikler üzerine gidiyor konu “aşk”(!) olduğunda ve toplumun yapısına ve aile – akraba ilişkilerine dair derin bir inceleme sunuyor.

Bir kadının, annenin her şeyden önce kızlarının mutluluğunu paraya bağlaması ve evlenebilecekleri bir koca bulmaları adına sürekli balodan baloya göndermesi belki bize çok garip gelebilir, ancak dediğim gibi maddi hiçbir dayanağın beklemediği kadınların bir ev sahibi olmaları da ancak ve ancak dönemin şartlarında bunu gerektirmekte(ymiş).

Kitabın orijinal adındaki gibi gurur ve önyargının başta yapıştırıldığı ve kibirli olmakla üzerine sürekli gidilen Darcy’nin zamanla terse dönen durum içinde kalışı ve Elizabeth’in önyargılarının kurbanı olduğu bir sürecin içine düşüşü hikayenin kırılma noktasıydı. Darcy’nin kendisine olan aşkını aslında önyargıları ile cevapsız bırakan Elizabeth olurken, önyargı kurbanı rolündeki Elizabeth ise Darcy’nin hikayede süregelen önyargılı ve kibirli duruşuna geçen kimse oluyor. Tabi ardından hikayeye artık başka bir gözle bakabilirsiniz zira açıklığa kavuşan duygularla beraber seyir de değişiyor.

Okuması kesinlikle zevkli bir kitap. Jane Austen’ın karakterlerinin güçlü, zeki ve espirili genç kadınlar olması ise benim gözümde yazarı her zaman zevkle okunan bir yazar olarak görmemde etkili bir sebep.

Aşk Ve Gurur, Jane Austen. Antik Batı Klasikleri Yayınları, 400 sayfa.

14 Ocak 2013 Pazartesi

F. Scott Fitzgerald "Muhteşem Gatsby"

Bir avuç insan arasında geçen, insan ilişkilerindeki yer yer derinlik ama genellikle de sığlık üzerine kurulu, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Amerika’da geçen Muhteşem Gatsby, okurken tek bir satırında bile okuyucuyu sıkmayan bir Amerika eleştirisi.

F. Scott Fitzgerald diyince benim aklıma gelen ilk şey olması bir yana, kitap hikayesi ve anlatımı ile de akıllardan hemen çıkmayan bir kitap.

Anlatıcı Nick Carraway’in kuzeni, kuzeninin eşi, kuzenin arkadaşı, kuzenin eski/büyük aşkı ve kendisinin komşusu Gatsby ve kuzeninin eşinin yasak aşkı çevresinde dönen hikaye belki sıradan bir aşk üçgeni karmaşası gibi görünse de Nick’in bana yer yer Salinger’ın gerçekten ölümsüz kahramanı Holden Caulfield’ı anımsatan “ruh hali” ile olaylara bakışı ve olayların içinde yaşayışı ile başka bir boyuta taşınıyor; işte bu taşındığı boyutta en nefisinden bir toplumsal eleştiri. Küçük ve kibirli dünyalarında yaşayan insanların sakladıkları, sahip oldukları, yetinemedikleri ve daha fazlasını istedikleri gerçekler.

Müziğin, köpük aşkların, kirli paranın, gizli geçmişin, unutulmayan aşkın ve bir anda silinip atılabilecek olan aşkın, paranın lafının geçtiği bir dünyada, kıyısından köşesinden bu hayatta izleyici konumda olan ancak zamanla içine düşmeye başlayan ve gördükleri karşısında içten içe bir tiksintiye düşen Nick; zamanla taraf değiştirmeye başlayan iç dünyası, anlamlandırdıkça acımaya başladığı Gatsby’nin hayatı ve verdiği her anlamla daha da uzaklaşmaya başladığı bir dünya…

Bir solukta okunacak olan ve okunan Muhteşem Gatsby’yi okumamış olanlar; tavsiyeme kulak verin ve daha fazla uzak kalmayın.

Bir alıntı; “Akıntıya karşı giden sandallar gibi ilerliyoruz işte; durmaksızın, geçmişe yol alan.”

Muhteşem Gatsby, F. Scott Fitzgerald. Artemis Yayınları, 201 sayfa.

11 Ocak 2013 Cuma

Alıntı: Yaşamın Ucuna Yolculuk

"Yaşamım boyunca uykuyu beklediğim kadar hiçbir şeyi beklemedim. Ancak anlamsızlık ve acı sonsuz bir gelişigüzelliğe vardığı günlerde derin derin, uzun uzun çok yorucu uykuları uyudum. Yorgun, isteksiz ve umutsuz uyanıncaya dek"

Yaşamın Ucuna Yolculuk, Tezer Özlü. Yapı Kredi Yayınları, sayfa 45'den alıntıdır.

10 Ocak 2013 Perşembe

Çekiliş Yolunda İlk Adım

İnternetten kitaplara bakarken aklıma geldi, çoğu blogda da yapılıyor sanırım; ben de bir çekiliş yapayım dedim.

Ancak şu an aklımda belirli bir kitap ya da kitaplar yok. Ya da DVD. Belki çekilişe film de eklenebilir. Bilmiyorum.

Bu yazının sebebine gelince, ben Agatha Christie saplantılı biri olduğum için çoğu zaman insanlara Agatha Christie kitapları hediye ederim, hatta genelde iki kitabından birini, Noel'de Cinayet ya da Nil'de Ölüm. İlk okuduğum kitapları bunlar ve ben çok seviyorum çünkü.

Gördüğünüz gibi hediye verirken bile bencilce bir tavrım var. İnsanlar benim sevdiğimi sevsin, dermişçesine. Aslında değil de, öyle gibi hafiften.

Neyse.

Yazının sebebine bu sefer kesin dönüyorum. Ne diyorduk; bu blogu takip eden kaç kişi var ve çekiliş olursa kaç kişi katılmak ister bilmiyorum ama merak ettiğim sizin çekilişte ne tür bir kitap ya da kitaplar görmek istediğiniz. Benim aklımda bir kaç seçenek var; çok kısıtlayıcı ve bir o kadar da genel bir kapsamı olsa da bu seçenekleri yazmak istiyorum:

1- Dünya klasiklerinden biri

2- Öykü kitabı

3- Bilimkurgu - fantasy türünden bir örnek

4- Yerli yazarlardan bir şeyler

5- Polisiye - gerilim

6- Bu blog'da tanıttığım kitaplardan biri

7- Biraz farklı bir şeyler (bunu ben de merak ediyorum?!)

Benim aklıma ilk gelen seçenekler böyleydi. Asıl merak ettiğim ise sizin nasıl bir beklentiniz, nasıl bir şeyleri okumaya istekli olduğunuz. Ona göre bir sonuca varıp hediye kitabı/kitapları belirledikten en kısa zaman sonra çekilişi yapmak istiyorum çünkü.

Fikirleriniz değerli, itinayla değerlendirileceğinden emin olabilirsiniz =)

NOT: The image in that post is from http://data.whicdn.com/images/12933760/tumblr_lmqwx4XhbR1qacmz1o1_500_thumb.jpg

Alınacaklar

Listeye yapmaya bayıldığım için kenarda köşede, bilgisayarda, okunanlar, alınanlar, izlenenler, dinlenenler, alıncak cd'ler gibi onlarca liste mevcut.

Bu liste de D&R'ın internet sitesinden bir sonraki alışverişimde spariş vereceğim kitapların şu ana kadarki listesi:

Sırça Fanus - Sylvia Plath

Gertrud - Hermann Hesse

Demian - Hermann Hesse

Muhteşem Maurice Ve Değişmiş Fareler - Terry Pratchett

Çocukluğun Soğuk Geceleri - Tezer Özlü

Kalanlar - Tezer Özlü

Cinayet Sırları - Neil Gaiman & P. Craig Russel

Maus - Art Spiegelman

9 Ocak 2013 Çarşamba

Tezer Özlü "Yaşamın Ucuna Yolculuk"

Ben yıllardır Türk yazar okumuyordum.Marifet olarak da söylemiyorum bunu. Bu bilinçli yaptığım bir şey de değildi; okumuyordum, denk gelmiyordu. Oysa kitap okumaya Türk yazarlarla başlamıştım; Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin gibi, hala da severek okuduğum yazarlarla. Ancak bağnaz bir okuyucu olduğumdan (bunu daha önce de belirtmiştim) kolay kolay ille de okuyacam dediğim şeyler haricinde yeniliklere, yeni tarzlara tamamen kapalıyımdır genelde. Ha nasıl okuyorsun o zaman derseniz, okuyorum işte, okumadan önce de onlarca yazıyı okuyup seçiyorum bir sonraki kitabı.

Tezer Özlü’yle de böyle tanıştım; adını bilmeme rağmen alıp okumamış olmak garip geldi, internette hakkında yazılanları okuduktan sonra da okumamış olmam saçma gelmeye başladı. Öğle arasında gidip kitabı aldım, okumaya başladım, akşam evde de kitap bitti: Yaşamın Ucuna Yolculuk.

İlk satırlarından itibaren Italo Svevo ve Cesare Pavese gibi iki yazarın adı neredeyse kitabın, daha doğrusu yolculuğun izlerini oluşturmakta; intiharları üzerine yapılan bir yoluculuk gibi, aynı zamanda Tezer Özlü’nün (klişe bir tabir olsa da, gerçekten) kendi içinde ve hayatında, bu yazarların hayatı ve intiharları üzerinden çıktığı bir başka yolculuk aslında. Ait olamama ve sınırlardan bağımsız olma duyguları içinde sürekli bir hareket halinde, sürekli bir “iz” peşindeyken bile yanıbaşında ölümün, aslında intiharın soluğunu sürekli hisseden bir kadın; intiharın izini sürerken ölümü aslında isteyerek, bilinçli şekilde hisseden bir kadın.

İnternetten okuduğum kadarıyla yazarın içinde bulunduğu ruh hali, ruhsal durum demek daha doğru olur belki, yazarın neden bu denli bir karanlığın içinde olduğunu anlamak için bir anahtardı aslında. Bir de okurken benzer (aynı değil ancak çektiği şeyleri çektiği kadar yaşatan başka bir) durumdan muzdarip olmanın etkisi de olabilir, bilmiyorum. Ancak bu yoğun karanlık içinde, ondan ayrıştığım nokta ölümden kaçma üzerine kuruluyken bile Tezer Özlü’nün çok satırında kendimi buldum, aynı şeyleri hissettiğimi gördüm. Yine de tekrar etmek istiyorum, kendisini ölümün kıyısına inatla giderken ben inatla yıllardır kaçınmaya çalışıyorum; bu yüzden kaşlarım çatık bir halde ve bir kaç kez kapatıp düşünerek okudum. Gerçekten böyle mi?

Acaba ben de aynı hisler içinde olmama rağmen kaçmayı başaramadığım için çakılıp kalmış olabilir miyim?

Kendimi ve yazarı sorgularken arada bir uçurum yaratmış bile olsam da kesinlikle kalbimin içinde bir sızı oldu; onu anlayıp, anlamış olmanın getirdiği, onu anlayabilmenin sonucu olan, kendisinin içinde olduğu çaresizliğin sonuna kadar hissetmenin sızısı.

Ölüm üzerine kafa yormuş, ölümden korkmuş, ölümü istemiş ve bunu hayatında nefes aldığı her ana yaymış insanlar haricinde bu kitabın insanları tatmin edeceğini sanmıyorum. Bunu söylememin nedeni kitabı beğenmemem değil, aksine çok sevmem. Ancak bazen insan kendisine uzak duygularla yazılmış satırlar görünce kitaptan uzaklaşabilir ya, işte Yaşamın Ucuna Yolculuk, gerçekten yaşamın ucuna bir yolculukta olduğunun farkında olmayanlar için okunması zor bir kitap olacaktır bence.

Tezer Özlü, Yaşamın Ucuna Yolculuk. Yapı Kredi Yayınları, 125 sayfa.

7 Ocak 2013 Pazartesi

Dean R. Koontz "Kurbanlar"

2012’nin ilk günlerinde de sıkça Dean Koontz okumuştum; okuduğum kitapların listesine bakarken aklıma yine ne zamandır Koontz okumadığım geldi ve kitaplıkta her zaman yedekte duran okunmamış Koontz romanlarından biri olan Kurbanlar’ı (Phantoms) okumaya başladım. Pazar günü evde hasta hasta yatarken tam okunacak bir kitaptı çünkü (bu söylediğime Koontz severler rica ediyorum alınmasın, ben de sizden biriyim ayrıca) genelde Koontz romanlarında olduğu üzere bu kitabı okumak için de yoğun bir çaba harcamanıza gerek yok. Üç aşağı beş yukarı tüm kitaplarında aynı rolü yüklediği (güçlü kadın karakterler ve onların aşık olduğu iyi kalpli erkekler) karakterler ve mutlu son (bu bahsettiğim karakterlerin evlenmesi, birlikte olması gibi) beklentisi içindeydim; zira yine yanılmadım. Bu yüzden sonunda ne olacak acaba diye derin bir merak içine girmeden (illa ki mutlu son sonuçta!) kitabı bir günde okudum. Rahat okunan bir kitap olduğunu söylemiştim.

Konusuna gelirsek; kasabaya kız kardeşi Lisa ile dönmekte olan kasabanın doktoru Jenny kasabada bir gariplik fark eder; adeta bir ölülük. Yanılmadıklarını anlamaları ise kısa sürmez çünkü insanların cesetlerini bulmaya başlarlar; anormal biçimde şişmiş, morarmış cesetlerdir bunlar. Ve hiçbiri de normal bir ölü gibi görünmemektedir, vücutlarında meydana gelen değişiklikler olayı anormal kılmaktadır. Devam eden araştırmaları sonucunda kasabanın bir kısmının ise kaybolduğunu fark ederler; yardım istenir ve köye başkahraman kadının kalbini çalacak önder eşliğinde bir ekip gelir.

Olaylar gelişir, gelişir. Karşılarındaki “şey”i anlama ve tanımlama süreçleri de böylece başlar.

Koontz bu romanında aslında, sıklıkla olduğu gibi “kötülük” temasını işliyor.

Ekleyebileceğim bir diğer nokta ise bu kitabın 1986 yılında yazılmış olması; genelde ilk dönem eserlerinde Stephen King’e fazlasıyla yaklaştığı noktalar bulunmaktadır Koontz’un. Bu kitap da Koontz’un şimdiki tarzından ziyade King’e benzediği dönemin bir örneği.

Hızlıca okuyup bitireceğiz, derler ya, yüksek tempolu bir kitap.

Dean Koontz, Kurbanlar. İnkılap Yayınları.

James Joyce "Dublinliler"

Dublinliler’de, James Joyce’un yaşadığı dönemdeki (1882 – 1941) toplum hayatını bir çok farklı konuda ele alan hikayelerini okumak mümkün. Üstelik bunu yaparken toplumun elit ve üst bir tabakasından bahsederek okuyucuyu toplumun –bence- asıl kısmından uzak kılarak değil, tam da da orta sınıftan, gündelik hayatın içindeki sıradan insanlardan bahsederek yapıyor. Bu yüzden karşımıza çıkan öyküler de içeriği bakımından günlük/sıradan tabiriyle sınıflandırılsa bile aslında insanların içinde bulundukları toplumsal gerçekleri tüm gerçekliği ile sunmaları sebebiyle hem Dublin’i hem de dönemi anlatacak güzel bir kaynak görevi de görüyor.

Her bir öyküde karşımıza çıkan karakterlerin en belirgin özelliği öykü sonunda mutlaka bir “şey” yaşamaları ya da bu “şeyi” fark ederek hayatlarında yeni bir sayfa açmaları; bu iç dünyalarında açtıkları bir sayfa oluyor genelde, ya da tüm yaşamlarında yeni bir “davranış” biçimi doğuracak bir aydınlanma oluyor. Sıradan olanın sonrasında yaşanan bu aydınlanmayı sağlayan olaylar ya da düşünceler süresinde ise gündelik hayattan bir çok konu sorgulanıyor öykülerde; tutsak olma, çocukluk, bilgelik, hayatta nerede olduğunu sorgulama, evliliğinin sorgulanması, hayatın yetişilemeyen geçişi, din ve arkadaşlık bunlardan bazıları.

Dublinliler’de benim gözüme çarpan bir nokta ise zaman zaman öykülerde Dostoyevski’nin karakterlerine benzer tavırlar içine giren başkahramanlar görmekti; sıkışıp kalınan hayat içindeki küçük adamlar ve kendilerini üzerlerinde düşündükçe daha da sıkıştıran gerçeklikleri.

Okuması güzel, yer yer insanı kedere ve üzüntüye boğan bir kitaptı; bazen karakterleri o kadar çaresiz görüyordum ya da o kadar bir saflık içinde buluyordum ki, kendimi bir kederin içinde bulmamam imkansızdı.

James Joyce, Dublinliler. İletişim Yayınları, 232 sayfa.

6 Ocak 2013 Pazar

H. G. Wells "Zaman Makinesi"

H. G Wells’i çok severim. Özellikle Görünmez Adam’ını. Bir gün blogda o kitaba da yer vermek istiyorum zira bir başına kalmak ve safi yalnızlık üzerine güzel bir kitaptır; dışlanmak, kimsenin istemediği ve sevmediği bir insan, hatta bir “şey” olmak. Ve bunu her iki taraftan da göstermek.

Neyse, konumuz Wells’in Zaman Makinesi adlı kitabıyken diğer bir kitaba bu kadar yer ayırmak kafi.

Zaman Makinesi hakkında söylemek istediğim ilk şey bu kitabın günlerce elimde sürünmüş olduğudur! Neden böyle oldu ve bunu neden yazının ilk satırlarında anlatmak ihtiyacı duydum bilmiyorum ama öyle. Kitap bana akmayacakmış ve bitmeyecekmiş gibi geldi. Oysa konusu ve elbette adı tam ilgimi çekecek tiptendi. Ama olmayınca olmuyormuş.

Zaman Gezgini'nin zaman yolculuğu akabinde arkadaşlarına bir akşam yemeği sırasında başından geçenleri anlatması üzerine kurulu kitap. Zaman Gezgini yaptığı zaman makinesi ile 802701 yılına gider (evet!). Burada gördüklerini ise oturttuğu taban çalışan kısım ve bence yiyen kısımdır. Bir nevi kapitalizme göndermeler içeren, fazlasıyla içeren bu kitapta emekçi/çalışan kısım ve sefasını süren kısım olarak karşımıza iki farklı “tür” çıkıyor; çalışkan Morlock’lar ve onların kendileri için kitaptaki tabiri ile “besledikleri sığırlar” olan Eloiler. Morlock’lar yerin altında ve sürekli çalışan, etobor bir kesim iken, Eloiler yerin üzerine, saatlerini suda oynaşmak, meyve yemek ve yatıp uyumakla geçiren tembel kesim. Herhalde hangisinin hangi kesimi temsil ettiği açıkça görülüyor.

Hikaye boyunca Zaman Gezgini’nin amacı kendisinden alıkonulan zaman makinesini tekrar bulmak ve kendi zamanına dönmektir. Bu sırada başından geçenlere ve düşüncelerine tanık olmak düşüyor bizlere.

Son olarak hikayenin sonunda insan ırkının kendi sonunu nasıl getirdiğine dair göndermeler / kareler de bulunmakta.

Benim kitaba bayılmamam bir yana, H. G. Wells gibi bir ismin kitabına her zaman şans verin, atlamayın derim. Belki sorun bendeydi okurken.

İyi okumalar şimdiden.

Zaman Makinesi, H. G. Wells. İthaki Yayınları, 142 sayfa.

4 Ocak 2013 Cuma

Alıntı: Zaman Makinesi

"Zihinsel çok yönlülüğün değişim, tehlike ve belanın telafisi oluşu, gözden kaçırdığımız bir doğa yasasıdır. Çevresiyle kusursuz bir ahenk içinde yaşayan bir hayvan, mükemmel bir mekanizmadır. Alışkanlık ve içgüdü çaresiz kalmadıkça doğa zekaya asla başvurmaz. Değişimin ve değişime gereksinimin olmadığı yerde akıl da yoktur. Yalnızca çok çeşitli ihtiyaçları ve tehlikeleri karşılamak zorunda olan hayvanlar zekadan paylarını alırlar."

Zaman Makinesi, H. G. Wells. İthaki Yayınları, 142 sayfa. Alıntıdır.

3 Ocak 2013 Perşembe

Çocukluktan Kareler: VHS

Anne baba çalışınca, tek çocuk olunca insanın kafasının içinde yaşaması ihtimalinin daha yüksek olduğunu düşünüyorum. Kurmaca şeylerin oranı daha da artıyor sanırım; çocukken bunu besleyen şeylerden biri de çizgi filmlerdi.

Televizyondaki çizgi filmler hariç bizimkilerin bana aldığı bu vhs'leri de çokça izlerdim, bazılarına sapıkça bir ilgim vardı ve tekrar tekrar izlerdim hatta. O zamanlar vcd - dvd olmadığı için vhs'ler kurtarıcıydı anlayacağınız.

Bu kasetler de yine İzmir'deki eve gittiğimde gözüme çarpanlar arasındaydı, yer vermek istedim. Çocukluğa dönüşten kareler bir nevi.

Her ne kadar Viki'nin babasından deli gibi korkuyor ve her gördüğümde masanın altına saklanıyor olsam da Vikingler bu kasetler içinde en sevdiklerimden biriydi. Tabi o zamanlar çizgiyle gerçeği ayırmayı tercih etmeyen bir zihnim olduğundan bu çizgi dünyalardaki her şeyi gerçek sandığımı bilmem söylememe gerek var mı?

Bordo Siyah Yayınları

Bordo Siyah Yayınları'ndan sizde de olan kitaplar var mı?

Hansel Und Gretel

Yılbaşı için İzmir'e, yani doğup büyüdüğüm yere gitmemle beraber, uzun bir aradan sonra yeniden odama girişimde genelde hep yaptığım gibi kitaplığı kurcalamaya başladım. Gözüme çarpanlardan bazılarını blog ya da twitter üzerinden sizinle paylaşmaya başladım bile.

Onlardan biri de bu kitap; Hansel Und Gretel. Anneme vakti zamanında dayısının Almanya'dan getirdiği bu kitapla (annemin benim aksime Almanca ile bir sorunu olmadığı için) benim ilk tanışma anım aklımın çıkması ile sonuçlanmıştı. O zamanlarda üç boyutlu olan başka bir kitap görmemiştim. Bir de bazı sayfalarda karakterler diğer sayfayı hareket ettirdiğinizde sağa sola doğru hareket edebiliyordu; o da ayrı bir güzellikti!

Çocukken akıllı bir yaratık olduğumdan annem bu kitabı parçalama riskim olmadığı için bana veriyordu ben de oyuncak gibi açıp açıp içindeki her kareye bakıyordum. Hikaye ise malum, her çocuğun bildiği bir hikayedir ama ben anneme ısrarla anlattırıyordum tekrar ve tekrar.

Bu vesile ile hem çocukluğumdan birşeylere hem de bu kitaba yer vermiş oldum blog'da. Sizin de çocukluğunuzdan aklınızda kalan böyle kitaplar varsa buyrun, bahsetmek elbette serbest.

Ne Okuyorum?

Son zamanlarda Neil Gaiman bitiyor, Neil Gaiman başlıyor. Son olarak dün aldığım, kısa öykülerinin ve bir kaç şiirinin derlendiği Fragile Things'i okumaya başladım.

Neil Gaiman, Fragile Things. Headline Review, 448 sayfa.

Neil Gaiman "Mezarlık Kitabı"

Hayatınızda hayal kurmak yalnızca çocukluğunuza sıkışıp kalmış ve şu an unuttuğunuz bir şey ise Neil Gaiman okumayın derim. Belki birileri size o hayalleri, kafada kurulan birbirinden garip anları yeniden canlandırmak için okumanızı tavsiye edebilir ama ben etmiyorum. Çünkü kaybettiğiniz bir yeteneği uyandırmak için sanırım artık geç kaldınız; Neil Gaiman kesinlikle benim gibi çocukların, kendi kafalarının içindeki garip dünyayı yıllar sonra bile aynı dirilikte ve hatta daha da cozutmuş halde muhafaza edenler için. (Bu son cümle ile belki buradan psikiyatri bilimini de selamlamamız gerekebilir, ne dersiniz?)

Devam edelim.

Mezarlık Kitabı, ailesi kitabın sonunda öğrenilecek bir sebep yüzünden katledilen Bod’un (mezarlıkta kendisine verilen isim olan Nobody Owens’ın kısaltması) mezarlıkta büyümesi süresince başından geçenleri anlatıyor. Ölüler ve bir takım canlı ya da ölü olmayan varlıklar tarafından büyütülen bir çocuk düşünün; gölgeler arasında görünmeden gezebilen, okuma yazmayı mezar taşlarındaki harfleri kopyalayarak öğrenmeye başlayan bir çocuk; yüzlerce yıllık ölülerden tarihi, cadılardan musallat olmayı, koruyucusundan görünmez olmayı öğrenen, mezarlık özgürlüğü verilen bir çocuk.

Elbette zamanla yapabildiklerini fark ettikçe de intikam almak isteyen bir çocuk; ailesini öldürenden.

Sanırım Neil Gaiman’ın çocuklarının da bu hikayede payları büyük, kitabın son sayfalarında birkaç sayfayla yazım sürecine değiniyor. Ancak, çocuklarının hikayenin çıkışındaki payları bir yana, Gaiman da hala kafasından bu kitabı yazabilmeye yetecek kadar “şey” geçirebilen, bizim gibi bir çocuk. O yüzden gençliği, aslında çocukluğu geride kalmış gibi görünen yetişkinler için de yazabilme “şansına” “yeteneğine” sahip.

Diğer şans ise bu kitabı ve Gaiman’ı okuyabilecek ve hala böyle bir kitaptan zevk alabilecek olan çocuk kafalı bizlerin.

Neil Gaiman, Mezarlık Kitabı. İthaki Yayınları, 320 sayfa.

1 Ocak 2013 Salı

2012'de En Çok Dinlediklerim

2013'ün ilk yazısını, 2012'de en çok dinlediklerime ayırmak istedim. Geçen yıl da böyle bir liste yapmıştım; siz de en çok dinlediğiniz 10 ismi yazmak isterseniz bu yazının altına yorum olarak gönderebilirsiniz.

Biraz abuk sabuk bir liste gibi görünebilir; Bach dinlemeyi çok seven bir black metal sevdalısı gibi ya da piano sevdalısı bir death'çi gibi, hehe. Nasıl görünürse görünsün, bu listedeki her isme bayılıyorum ancak Bach'ın hayatımdaki yeri apayrıdır. Sanırım belli de oluyor.

1- Johann Sebastian Bach

2- Slayer

3- Therapy?

4- Frederic Chopin

5- The Sisters Of Mercy

6- Rush

7- King Diamond

8- Tankard

9- Tiamat

10- The Cure

11- Nuclear Assault

12- Echo & The Bunnymen

13- Morbid Angel

14- Franz Schubert

15- Darkthrone

16- Municipal Waste

17- Horna

18- Mercyful Fate

19- Eloy

20- Urgehal