9 Aralık 2020 Çarşamba

Arnaldur Indridason "Jar City"

Kareler ve Sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turu İzlanda'ya yapıştı kaldı, evet. Yine sevdiğim bir yazarın kitabından bahsedeceğim. Bu yazarı okudukça daha çok sevdiğimi fark ettim; Arnaldur Indridason. Seriyi sırasız okumaya başladığım ve öyle devam ettiğim için belki yazarın karakteri geliştirmesinden mahrum kalarak bir o dala bir o dala atlayarak ilerlemiş de olabilir. Ya da sadece ilk okuduğum kitaplarından ziyade devamında okuduklarım beni kendisine çekmiştir. Her şeyin en basit açıklamasını düşünürsek durum böyledir. 

Jar City, Arnaldur Indridason'un Dedektif Erlendur serisinin üçüncü kitabı. Ben de sürekli kontrol ediyorum yazarın hangi kitabını okuyacağımı ancak tamamen konuya göre seçip ilerlediğimi fark ettim artık. Çünkü yazarı da, Erlendur'u da kendime yakın hissetmeye başladım. Biraz neye benziyor biliyor musunuz, Erlendur'da minicik, küçücük bir Wallander (dünyanın gelmiş geçmiş en iyi soğuk diyar polisiyesi karakteri) hissediyorum galiba artık. Elbette hiçbir zaman bir Wallander'ım daha olmayacak, değerli dostum, meslektaşım, ruhen bana çekmiş değerli insan... Seni seviyorum Kurt Wallander seni hiç unutmayacağım.

Jar City'nin konusu nedir, kısaca bahsedeyim; evinde ölü bulunan bir adamla yeniden geçmişin bugüne nasıl dağıldığını okumaya başlıyoruz. Erlendur serisinde aklınızda olsun, her zaman geçmiş yanınızda olacaktır. Bu hem Erlendur'un hayatının gidişatı, meslek hayatına, baktığı her vakaya sızan/sinen geçmişin izi olarak hem de her bir olaydaki karakterlerin geçmişlerinin günümüze bağlanması olarak. Evet, her geçmiş bugünün yaratıcısıdır ancak geçmişin kapanmamış bir dosyanın yönetiminde bir gelecek, şimdiki zaman benim bahsettiğim. Her adıma, her olay sinen bir geçmiş yükü, anısı, acısı gibi. Jar City'de de işlenen bu cinayetin peşine düşüldüğünde, elbette göründüğü gibi olmayan bir hayatla karşılaşarak yola çıkıyor ekip - ve Erlendur. Sessiz, sakin, kendi halinde yaşamakta olan yaşlanmaya başlamış bir adamın ölümü, göründüğü gibi olmayan bir dünyayı içinde saklamaktadır. Bu dünya nedir, bu adam neden ölmüştür, yıllar önce ölen küçük bir kızın mezarının fotoğrafı geçmişine dair hiçbir iz bulunmayan bu adamın evinde neden vardır, bu kız kimdir... 

Sevdiğim bir roman oldu; hikaye de çekiyor insanı. Gerçekten ders çalışırken ara verip okumak, yemek yerken elimde bir roman olması için seçtiğim bir romandı ama iki günüm romanı okuma planı etrafında şekillendi. Muhteşem şaşırtmacalı bir sonu yok, ancak bir önceki yazıda, bazen de Erlendur serisindeki romanlar hakkında yazarken bahsettiğim gibi, sonunu tahmin etseniz de sizi kendisinden ayıramayan böyle polisiyeleri takdir etmek lazım. 

O yüzden gidin ve en yakın Erlendur romanı ile siz de seri ile tanışın, sırasınız okumanız çok büyük bir kayıp değil ama yine de beni örnek almayın, sıralı iyidir.

8 Aralık 2020 Salı

Yrsa Sigurdardottir "The Reckoning"

Geceleri uykunuzu kaçıran soruya cevap geldi: Kareler ve Sayfalar Soğuk Diyar Polisiyesi (özel) Turunun bir sonraki konuğu kim olacak? Söylemeye gerek yok, cevabı görüyorsunuz: Yrsa Sigurdardottir'in Children's House serisinin ikinci kitabı The Reckoning. İzlandalı yazar Yrsa Sigurdardottir'in bu serinin ilk kitabını sevince devam ettim ikinci kitapla.

On yıl önce, on iki - on üç yaşlarında bir çocuk, okuldaki bir "zaman kapsülüne" on yıl sonra ölecek olan insanlar listesi yapmıştır. Listede ölecek olduğunu iddia ettiği kişilerin isimlerinin ve soyisimlerinin sadece baş harflerini yazmıştır. 

On yıl öncenin bugününe yani listenin oluşturulmasının on yıl sonrasına geldiğimizde ise bir önceki romanda okumuş olduğumuz, okumamış olanların ise haberi olmayan bir sebep yüzünden baş karakterimiz dedektif Huldar, geri planda kaldığı için boş zamanında bu listenin ve işlenen bir cinayetteki baş harflerin kesişimi konusuna odaklanır. Evet, on yıl önceden bir çocuğun yazdığı bir liste ile işlenen bir cinayet arasında bağ kurup kendisine iş çıkarmak istiyormuş gibi, kötü kötü bakılıyor olsa da Huldar işin peşini bırakmaz. Bahsettiğimiz, yıllar önce listeyi yazan bir "çocuk" olduğu için de yolu Frejya ile tekrar kesişir. İkili arasındaki ilişkinin romanların hiçbirinde kopma, bitme ihtimali yok sanırım serinin adı Children's House olduğuna göre, ikilinin yolları daha çok kesicektir (Frejya çocuklarla çalışan bir psikiyatrist, çalıştığı kurum çocuklar için işte o yüzden Children's House). 

Cinayet ise ilginç; bir bahçede bulunan bir çift ayak. 

Huldar hem bu ayakların sahibinin hem de bir çocuğun nefretinin yansıdığı bu satırların peşine düşünce, ardından çıkan hikayede her sayfada yeni bir şeyi merak edeceğiniz bir yolculuk başlıyor. Çok güzel yazdım; yolculuk. Kasırgalara, fırtınalara denk geleceğiniz bir yolculuk. Yrsa Sigurdardottir katil kim, olayların sebebi ne, şimdi bunun bununla ne ilgisi var diye merak etmenizi çok güzel sağlamış. Ancak katili ve sebebi bulmak zor olmadı bu romanda kendi adıma. Acaba mı, diye bir iki şüpheye düştükten sonra katil de sebep de netleşti bende. Okuyun bakalım sizde nasıl olacak. Okuduğum polisiye ile böyle yarışa girmek de bizim zevkimiz napalım... Bu arada bir önceki roman, Children's House'un ilk kitabı DNA da aslında katili bulmanıza imkan veren ama son sayfaya kadar sizi peşine takan bir romandı. Bence bunu başarmak çok güzel bir yazar için; okur tahmin edip tahmininden emin olduğu halde okumaya hala aynı istekle devam ediyor. Tadı kaçtı diyip bırakmıyor. Yani böyle yazdım diye gözünüze sokulan bir katil var da sanmayın. 

Ceset parçaları, geçmişin gölgesinde boğulmuş bir ailenin dramı, Huldar ve Frejya'nın kendi girdapları... Her şey çok tadında, bu seriye devam ederim diye düşünüyorum. 

29 Kasım 2020 Pazar

Kareler ve Sayfalar ile Gotik Edebiyat Klasikleri

Başlık yaratıcılıktan uzak oldu ama amaç şu; gotik edebiyatın klasiklerini beraber okuyalım, okumuş olanlar eksikleri varsa bu vesileyle okusun, tanışmamış olanlar varsa bu vesileyle bu türün klasikleri ile tanışsın, tekrar okumak isteyenler için fırsat olsun. Her ay bir (ya da iki) kitap; ne okumak isteyeni yorar, ne beğenmeyenin üzerinde yük olur.

Bir sıralama yapmak belki haksızlık olacak. Goodreads'teki bu listeyi rehber alarak ilerliyorum ancak sıralamayı kendi sevdiklerimi biraz kayırarak yaptım.

Aralık 2020 ile başlayalım, 24 kitaplık bir liste olsun. Kitaplardan bazılarının sayfa sayısı çok az, bazılarının 400 civarı. Böyle olduğunda bir kitap mı ayda iki kitap mı karar sizin. Bakalım ilk paragraftaki amaçları gerçekleştirebilir mi bu girişim; blog'un instagram adresinden de her kitabı ayrıca gönderi olarak paylaşıp, hatırlatırım (instagram: karelervesayfalar).

  1. Charlotte Bronte "Uğultulu Tepeler" (Rüzgarlı Bayır adıyla da çevrildi)
  2. Wilkie Collins "Beyazlı Kadın"
  3. Mary Wollstonecraft Shelly "Frankenstein"
  4. Bram Stoker "Drakula"
  5. Charlotte Bronte "Jane Eyre"
  6. Oscar Wilde "Dorian Grey'in Portresi"
  7. Horace Walpole "Otranto Şatosu"
  8. Robert Louis Stevenson "Mr. Jekyll ve Mr. Hyde"
  9. Ann Radcliffe "Sicilya'da Bir Aşk Hikayesi"
  10. Daphne du Mauer "Rebecca"
  11. Jane Austen "Northanger Abbey"
  12. Ann Radcliffe "Udolf Hisarı"
  13. Henry James "Yürek Burgusu"
  14. J. Sheridan Le Fanu "Carmilla"
  15. Gaston Leroux "Operadaki Hayalet"
  16. Shirley Jackson "Biz Hep Şatoda Yaşadık"
  17. Ann Radcliffe "İtalyan"
  18. E.T.A. Hoffmann "Şeytanın İksirleri"
  19. William Beckford "Vathek"
  20. Victor Hugo "Notre Dame'ın Kamburu"
  21. Matthew Gregory Lewis "The Monk" (Türkçe nasıl çevrildi unuttum, kötüydü galiba çeviri)
  22. Charles Robert Maturin "Melmoth the Wanderer"
  23. Susan Hill "Siyahlı Kadın"
  24. Washington Irving "Hayalet Süvari"
Blog'da listedeki kitaplardan bazılarının yazısı var, bazılarını (5-6 tanesini) ise ben de okumadım. Bu liste ve bu kimsesiz kalmaya muhtaç etkinlik ile en azından kendim okuyacağım. 

14 Kasım 2020 Cumartesi

Kjell Ola Dahl "Lethal Investments"

Kareler ve Sayfalar Soğuk Diyar Polisiyesi (özel) Turu... Asla batmayacak güneşiniz. Norveç'ten bir yazar ve polisiye seri ile devam edelim. Tek başıma çıktığım bu yolculuğa devam edeyim. Kjell Ola Dahl, neredeyse iki yıldır okumak isteyip okuyamadığım, iki kere bu kitaba başlayıp devam etmeyi unuttuğum bir yazar. O yüzden Oslo Detectives serisinin yazısına bu kadar geç kavuşabildiniz. Yani kavuştum. Kitaba iki kere başlayıp devam edememiş olmam yazarın ya da serinin kötü olması değil, benim çok işim olduğu dönemlerde kitaba başlayıp mecburen bırakmış olmam aslında. Yoksa kitaba devam etmeyi unutmam.

Oslo Detectives şu ana kadar dokuz kitabı olan bir seri. Serinin asıl adı Gunnarstranda & Frolich'miş. Sanırım İngilizceye çevrilirken Oslo Detectives gibi daha kolay okunan ve akılda kalabilen bir ismi seçtiler. Gunnarstranda ve Frolich, tahmin etmişsinizdir, baş roldeki iki dedektif karakter. 

Seri bir soğuk diyar polisiyesi evet ama benim soğuk diyar ruhlu polisiye dediğim türde değil, bunun sebebi biraz da bu romandaki konu diye düşünüyorum. Olay bir yazılım/bilgisayar şirketinde çalışan genç bir kadının evinde ölü bulunması ile başlıyor. Apartmandaki herkese suçlu gözüyle bakabileceğimiz gibi, çalıştığı yerdeki herkese de potansiyel suçlu desek yanlış olmaz. İşin içinden her şey çıkarak ilerleyen bir kurgusu var. 

Okudukça karakterlere yakınlık hissettim mi, hayır. Bunun sebebi bende merak uyandıran türde bir olay olmaması diye düşünüyorum. Serideki başka romanlarda durum nedir bakarım, ona göre tekrar okurum. 

29 Ekim 2020 Perşembe

J. R. Ellis "The Body In The Dales"

Soğuk diyar polisiyesi değil ancak güzel bir iklimden polisiye yine; İngiltere Yorkshire'da geçen Yorkshire Murder Mysteries'in ilk kitabı, The Body In The Dales. İlk kez okuduğum bir İngiliz yazar J. R. Ellis. Kendisi eski bir İngilizce öğretmeniymiş. Polisiyeye, komplo teorilerine olan ilgisi uzun zamandır varmış, nihayetinde sanırım kendisini bir polisiye eseri yazarken bulmuştur. Çok iyi anlıyorum kendisini.*

Seride beş kitap varmış şu ana kadar; sonrası gelecek mi bilmiyorum. The Body In The Dales adlı ilk romanda karakterlerle tanışıyor ve Yorkshire Dales'i tanıyoruz. Yazar da uzun süre Yorkshire'da yaşamış, yaşanmayacak yer de değil bu arada internetten görebildiğim kadarıyla. Bu arada ben yanlış anlamadıysam Yorkshire'ın tarla bayır içindeki bir bölgesi burası, kusura bakmayın İngilterem pek iyi değil. Karakterlerle tanışmamız kısmından devam edeyim, seride öne çıkan iki karakter var galiba: Birisi Oldroy, diğeri Carter. Oldroy DCI; Carter DS. Yani ne anlıyoruz buradan; Carter hayatının baharında ve taze bir dedektif, Oldroy ise yaşını almaya yaklaşmış yüksek rütbeli bir dedektif. Oldroy'un hayatı -evet nereden bildiniz, boşanmasının ardından- biraz depresif. Eski karısına içten içe dönmek istemekete ama bunu yapmasının karısı tarafından beklenildiğini mi yoksa karısının da bu ayrılıktan aslında memnun olduğunu bir türlü netleştiremiyor, serinin geri kalanında nasıl bir şekilde ilerliyor bilemiyorum ancak romanın sonunda bu konuda bir netliğe kavuşuyoruz. 

Açıkçası çok da merak yaratacak bir unsur değil kurguda, sadece boşanmış dedektif karakterlerden biriyle daha karşılaşınca ve bu boşanmış dedektif karakter ve boşanmasının hikayede nasıl bir rol üstlendiğini anlatmakla kendimi görevli sayınca değinmek istedim. Klişe gelmiyor mu bazen size de? Okurken bir karakterin bir özelliği, hatta karaktere tüm özelliklerini katan bir özelliği haline geldiğinde merak ediyorum bu karakterleri boşanmamış ya da evlenmemiş ya da aseksüel oldukları bir durumda karakterleri yazarlar nasıl ayakları üzerine dikecek ve yürümeleri sağlayacaktı? Ya da bahsedilen bu boşanmış depresif, arada kalmış, biraz gergin ya da üzüntülü dedektif özellikleri eklenmeden karakterler neye benzecekti? Belki o zaman da başka bir ortaklık tüm yazarlarca kullanılmaya başlardı. Bilemiyorum. Bunu kadın ve erkek karakterlerde de çok sık yapıyor yazarlar. Çok uzattım. 

Gelelim Carter'a. Londra'daki parti çocuğu hayatından sonra yuppy tipli arkadaş çevresinden uzaklaşıp geldiği kasabadaki hayatında bir bocalama yaşamayan, şehir hayatındansa buradaki hayata adapte olmak için çabalayan bir karakter var karşımızda. Bu iki uç nokta arasında kriz üstüne kriz atlatmış bir karakter görmüyoruz; Carter'ı polis olmaya iten ya da Dales'e gönderen çok travmatik olmasa da üzücü bir şey var ama Carter'la başbaşa kaldığımızda her yana yayılmış bir durum değil bu. Oldroy'da da değil aslında, Oldroy'un boşanmış erkek hali de roman boyunca etrafa yayılmıyor. Karakterleri tanımanız için yeteri kadar imkan var ama romana kaplamış özel hayatları, gündelik yaşamları yok. Doğrudan, romanın başında direkt hikayeye girişimiz gibi, katil kim ve bu ceset burada ne arıyor sorusu etrafında hızla, hatta çok çabuk okunacak şekilde ilerliyor The Body In The Dales.

Konuya gelmek için ayrı bir roman yazdığım için özür dilerim; konu şu: Oraya nasıl geldiği bir türlü anlaşılamayan bir ceset, bir mağaranın içinde bulunuyor. Bulanlar da bu işte profesyonel olan kasaba hakından iki kişi. Derhal olaya polis dahil oluyor zaten. Bu adam kim, burada ne işi var, onu buraya getirmeyi nasıl başardılar -çünkü taşınması imkansız bir yerde duruyor- ve neden öldürüldü?

Neden öldürüldü sorusu için seçeneklerin çokluğu, karakterin hızla yapılan kimlik tespiti ardından ortaya çıkıyor; kasabanın en sevilmeyen, borç takan, evli kadınlarıyla birlikte olup yuva yıkan adamı Dave Atkins. Atkins ile kimin ne sorunu var, kimin eşiyle ne yaşadı derken tüm kasabanın bir şekilde Atkins ile yolu kesiştiği ve bu kesişimlerden bir iki kişi hariç memnun olan hiçbir kimse olmadığı ortaya çıkıyor. Öldüğü için memnun olanların bunu açıkça ifade etmekten çekinmediği Dales'te, katilin kim olduğunu bulmak biraz dolambaçlı bir yola sokuyor ekibi. 

İnanılmaz bir sonu yok, beklentinizin altında kalabilecek ya da tam da tahmin ettiğiniz kişiyi katil olarak karşınıza koyabilecek bir sonu var. Beni fazlasıyla heyecanlandıran, merakta bırakan, katili ve nedeni bulmak için merakla okutan bir kitap değildi. Ama merak ederek okudum, katil kim acaba diye kafa yormadım. Sadece konunun bir süre sonra ne olamayabileceği kafamda şekillenmeye başladı. Ama okura çok imkan veren bir roman da değildi, tüm "polis işine" tanık olsam da nokta atışı katili ve nedeni bulabilecek seçenek yoktu.

*Bu satırları yazan bu zavallı blog'un yazarının da bir yazar olduğunu bilmeyenler için hatırlatma, kitabımı almanız için de güzel bir bahane, DEĞİL Mİ?"

Fikir ve sanat eserleri kanunu madde 34, ek fıkra 3 uyarınca eser sahibinin izni olmadan kullanılması yasaktır. 
Lütfen yazılarımın tamamını ya da bir bölümünü kullanmayınız.

23 Ekim 2020 Cuma

Yrsa Sigurdardottir "DNA"


Okuduğum ilk İzlandalı polisiye yazarlardan biriydi Yrsa Sigurdardottir. Hiç tanımadan bazı insanları çok sevimli, tatlı bulur ya insan bazen, kendisine dair böyle hislerim de var. Takip ettiğim kadarıyla sevimli bir insan, yazarlığının yanında böyle bir ek ile başlamak istedim.

Kareler ve Sayfalar Soğuk Diyar Polisiyesi (Özel) Turu yine İzlanda'da. Yrsa Sigurdardottir'in Children's House serisinin ilk kitabı DNA. Goodreads beni yanıltmıyorsa altı kitaptan oluşan bir seri. Devam edip etmeyeceğini bilmiyorum. İlk kitabın, yani DNA'nın çıkış tarihi ise 2014.

Keşke ben yazsaydım dediğim kitaplardan biri oldu; girişte hemen bunu söylemek isterim. Sonunu tahmin etmek, katili ve cinayet nedenini bulabilmek çok mu zordu derseniz, hayır. Bu kitapta beni vuran kurguda işe yaramaz tek bir detay bile olmaması. İşe yaramaz detayların olmaması ise kurguyu tertemiz bir hale getirirken asla basitleştirmemiş (kolay manasında basitten bahsediyorum). Ne gizemden ne şaşırtmacalardan eksik kalmış, buna karşılık yine de sonuna dair net birkaç tahmini okurun yapabilmesi mümkün. Acaba diyorum daha da mı gizleseydi? Okur için biraz daha ters köşe bir son mu planlasaydı? Dikkatsiz okursanız her durumda ters köşe olacağınıza inanıyorum, o ayrı. Ancak daha da dolambaçlı hale getirse, kendi adıma ben finalde kalakalsam belki daha da severdim. Buna rağmen çok beğendim. Yazarın diğer bir serisi vardı, onunla bu romanı kıyasladım da, yazarın kendisini ne kadar geliştirdiğini görmek hoşuma gitti. Ortalama bir polisiyeyi yazmanın ardından takdir etmemenin mümkün olmadığı bir polisiyeye yol almış. 

Konu ne derseniz, bildiğiniz canilik seviyelerinin hepsine uyacak bir cinayet işleniyor. Katledilen kadının olay anında evinde bulunan iki çocuğu uykuda, üçüncüsü ise olaylara tanık oluyor. Ancak hayatta kalıyor; ağzından laf almak, olay gecesine dair küçük kızdan bilgi almak zorlayıcı bir süreci başlatıyor olsa da minik bilgi kırıntılarından ilerlemeye başlıyor polis. Bu arada yayınevini yadırgadım; kitabın arkasında kızın bir daha asla konuşmadığı yazıyor. Editör görmedi mi acaba bu hatayı, anlamıyorum? Kız konuşuyor arkadaşlar, nerede "bir daha asla konuşmadığına" dair bir şey var?

Polise gelirsek. Bu seri, tahminim beni yanıltmıyorsa bir dedektif ve sosyal hizmetlerden bir karakterin birlikte yer aldığı bir seri: Dedektif Huldar ve Frejya. 

İki karakter de çok canlı, hayatlarına dair detaylar da abartılmadan ama gereken işlevi görecek, yani karakterleri tanımamızı ve kitap kapandığında tahminen şimdi ne yapacaklarını şöyle bir tahmin edebilceğimiz kadar yakın halde.

Kesinlikle tavsiye edebileceğim bir soğuk diyar polisiyesi. 

5 Ekim 2020 Pazartesi

Arnaldur Indridason "Hipotermi"

En sonda da söylenebilecek olanı en başta söylemek istiyorum; şu ana kadar okuduklarım arasında yazarın en sevdiğim romanı kesinlikle Hipotermi oldu. 

Yazarın Erlendur serisine sinmiş olan, daha önce de bahsettiğim bir kasvet ve ruhen ağırlık bu romanda da var. Ancak genelde temposu yavaş gibi görünse de aslında hızlı biçimde akıyor yazarın eserleri. Bunu en çok hissettiğim de kesinlikle Hipotermi oldu ama şu ana kadar en sevdiğim romanı olmasında bunun etkisi nedir bilmiyorum; olayın akışında okuru yani beni merakta bırakan ve çözerek ilerlenen daha fazla ipucu olması bunda bir etken olabilir, bazen de okurun yani benim bir sayfa önce kesinlikle emin olduğum bir şeyden bir sonraki sayfalarda şüpheye düşmem de olabilir. Yine de, okur için finali tahmin etmek imkansız değil, hatta son sayfalara gelmeden çok çok önce olayı çözebilmek mümkün. Bu yine de beni soğutmadı, finalini artık bildiğim, kimin ne olduğunu anladığım bir roman bir süre sonra sıkar, bunda onu yaşamadım. Yaşamadım ki en sevdiğim romanı olmuş işte.

Annesini kaybetmenin travmasını atlatamamış gibi görünen bir kadının intiharı ile başlıyor roman. Ancak kadının kendisini öldürmesine imkanı olmadığını anlatmak için elinden geleni yapan yakın arkadaşı, Erlendur'un içine bir kurt düşürecek kadar başarılı olduktan sonra Erlendur aslında intihar olarak kapatılmış bir dosyayı resmi olarak açmadan, tek başına, aslında biraz da çaktırmadan bu intiharı ve ardında kalanları incelemeye başlıyor. Kalabalık sahnelere alışkan değilsinizdir yazarın eserlerine aşinaysanız; burada da sahneye çok fazla insan çıkmıyor ama çok fazla bağlantının kesişimin kurguda yer almasına bu engel olmuyor. Kadının eşi, kadının annesinin ve ailesinin geçmişi, herkesin geçmişi derken nihayetinde Erlendur da yine kendi evliliğini ve kendi hayatını kardeşinin ölümünü bir türlü atlatamamasının travmasıyla bu olayların içinde oluyor. Doğrudan bir dahil olmadan bahsetmiyorum ama Erlendur'un daha önce de bahsettiğim kardeşini küçük yaşta tipide kaybetmesinin (kaybetmekten bahsettiğim aynı zamanda cesedin de asla bulunamaması) de benzer biçimdeki etki ve sonuçları da incelediği vakada karşısına çıkıyor. Birini kaybetmek, mesele bu. Birini kaybettikten sonra geride kalan olmak diyelim ya da biri kaybolduktan sonra geride kalan olmak. Bunun kederi ve hüznü, kasveti hiçbir Erlendur romanında eksik değil, yazarın da her bir romanda okura belki ilk kez okuyordur, seriye sırasız başlamıştır da Erlendur'un durumundan bihaberdir diye aktarmaktan hiç vazgeçememesinin açıklaması da bu.

Bir yandan bir intiharın peşinden gidip içine düşen merak ve şüpheyle olayı incelerken öte yandan kardeşinin ardından yaşadığına benzer bir durumun içinde olan başka bir aile de hikayede karşımıza çıkıyor. Asla bulunamamış, birbiriyle bir ilişkisi olmayan iki gencin cesedi. Kaybolmanın ardından yaşanan geri kalma halinin kapladığı insanlarla Erlendur'un kurduğu bağı da görüyoruz böylece. Erlendur "hiçkimsesinin kaybetmemiş eski karısı" ile belki de bu yüzden bu insanlarla arasında kurduğu, dışa pek yansımayan ve aslında kaybetmiş olmanın hissini fark etmenin ötesine gitmese de çok derin olan bu bağa hiç sahip olmadığı için ayrılmıştır belki. Çocukları da bu hissi anlayamayacağı için her şey hala berbat haldedir, olamamış bir ailenin artık ilişkilerini belki bu yüzden toparlayacak hiçbir şey yoktur. Erlendur'un kardeşinin kaybolma hikayesini kimsenin bilmemesine rağmen kendisinin kayıplarını arayan ve hala bekleyen bu insanlara hala bir cevap bulabilmek için devam etmesinin açıklaması da Erlendur'un bir bağ kurabilecek tek hattının bu kayıp olduğunu anlatıyordur belki yazar da. 

Kasvetli bir hikaye Hiporteminin hikayesi. İçinizden hüzün eksik olmuyor. Ama bu durum bir polisiyenin okuru ayık tutan yönünü de hiçbir zaman baskılamıyor. Bir Wallander değil, ama yakın bulabilecek okurlar çıkacaktır.

20 Eylül 2020 Pazar

Arnaldur Indridason "Sesler"

Kareler ve Sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turunda daha önce okuyup sevdiğim Arnaldur Indridason'un Dedektif Erlendur serisinin beşinci kitabı var. Heyecanla beklediğiniz, blog'a girip binlerce kez f5'e basmanıza sebep olan kareler ve sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turu, siz soğuk diyar polisiyesi tutkunlarına daha fazla azap yaşatmadan İzlanda'dan bir eser ile devam ediyor yani.

Dedektif Erlendur ve geçmişinin yükünden daha önce bahsetmiş olabilirim; ancak bahsetmediysem bile zaten serideki her kitapta yazar bizzat bahsediyor bundan. Küçücük bir çocukken kar fırtınasının yuttuğu kardeşinin ve bu kaybın ailesinde yaşattığı acı, keder Erlendur'un hayatının her anına sinmiş biçimde ve bu aslında yazarın her bir kitapta bizlere gösterdiği farklı olayların içinde de kendisine yankı bulan bir durum. Her bir olayda, geçmişten gelen, hiç kapanmamış bu yaranın sızısını duyabilirsiniz. Erlendur'un kendisi kurtulurken kaybolan kardeşinin acısı, ölümden acı bir tablo çiziyor aslında. Zira ortada bir ceset yok, ama öldüğünü biliyorsunuz. Ama o acının dinmesi için belki de o cenazenin bulunması gerek. Bu da Erlendur'u hep dağlar, kardeşinin ve ailesiyle hayatlarının kaybolduğu o yerlere çeken şey. Erlendur her zama arıyor, her zaman suçluluk duygusu içinde ve bir kaybın ne demek olduğunu çok iyi biliyor.

"Sesler"de de bu böyle. Yıllar önce kopmuş aile bağları ve bunun yükü, pişmanlığı, acısı yine karşımızda. Aynı şekilde Erlendur'un kardeşinin kaybıyla içine düştüğü durumun aslında kendisine bir aile kurmasına ve bu aileyi ayakta tutmasına da nasıl engel olduğunu görüyoruz. Kendisine bir çıkış yolu bulamayan bir adamın iki çocuklu bir aileyi var edebilmek için elinden hiçbir şey gelmediğini, bunu neredeyse istemediğini görüyoruz, aslında onun tek istediği kardeşi - gibi. Sesler'de Erlendur ve kızı arasındaki ilişkinin gerilimi ve stresi de bunu anlatacaktır okurken. 

Ne diyordum, Sesler'de de bir ailenin kaybı var. Kalbinden bıçaklanarak öldürülen bir otel görevlisinin katilinin ve aslında geçmişinin peşine düşüyor Erlendur. Noel Baba kıyafeti içinde, farklı ülkelerden gelen turistlerle dolup taşan bir otelde, tam da kendi işinin başına geçmek üzereyken öldürüldüğü fark edilen bir adam. Bir hayatın nasıl başladığının, nasıl ilerlediğinin aslında nasıl sonlanacağı üzerinde çok da etkisi yokmuş gibi duran, belki de tam tersini ispatlayan bir hikaye.

Oldukça üzgün, polisiye tadının bu kasvete rağmen hiç kaçmadığı, okurun ipuçlarını takip ederek katili bulmasına imkan veren ama tam buldum derken de geri döndürebilen bir roman. Bir dramla polisiyeyi Arnaldur Indridason çok iyi birleştiriyor.

14 Eylül 2020 Pazartesi

Leif G.W. Persson "Akbaba Meclisi"

Blog'a Haziran'ın 23'ünden beri hiçbir yazı eklememişim, şu an fark ettim. Temmuz'da yazmışım gibi geliyordu, yazmamışım. Temmuz ayında daha çok okudum, Ağustos'ta ise yeterliliğin son dönemecine girdim diye hiçbir kurgu okumadım, hatta kurgu dışı da okumadım. Not okumaya devam ettim. Artık okuduklarımdan fırsat buldukça daha sık bahsedebilirim diye düşünüyorum. Hava sıcaklığının zekamı durduran seviyelerdeki seyri sebebiyle ders çalışmak için verimsiz olan bu günlerde kısa da olsa soğuk diyar polisiyelerinden bahsetmeye devam edebilirim - umarım...

Evet yanılmadınız, dünyanın en iyi kitap blog'u Kareler ve Sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turu her şeye rağmen devam ediyor.

Daha önce bir kitabına başlayıp yoğunluktan bitiremediğim Leig G.W. Persson'un "Akbaba Meclisi" ile devam edelim. Dört kitaplık Evert Backström serisinin ilk kitabı, seriden bir de ikinci kitabı okudum ondan da ayrıca bahsederim. Ancak kalan iki kitabı bilmiyorum, İngilizce çevirileri muhtemelen vardır, bakar okurum. Bu kadar yoğun ilgi gören bu blog için elbette okurum... Yoğun ilgi=kendi kendime yazıyorum.

Evert Backström'den bahsedeyim öncelikle, kanlı canlı gözümün önünde duran, sesini hatta kokusunu alabildiğim karakterler hoşuma gidiyor. Backström yazarın elinden öyle bir canlanıyor ki, Behzat Ç.'yi nasıl ki izlerken burnuma alkol, sigara ve kıraathanede uzun zaman terk edilmiş ceket ve araba içi kokusu gelirdi, Backström'de de alkol ve pis bir koku geliyor. Gıcık, itici, her şeyden nefret eden, işini yapmayı sevmeyen ama işinden alıkonulmayı da sevmeyen, polis teşkilatına, devlete daha ne kadar yediğimin içtiğimin parasını yığabilirim diye düşünen, kaptığını kar gören bu alkol düşkünü dedektif muhteşem bir karakter olmuş. Çünkü canlı. Bir sonraki cümlesini nasıl kuracağını, yine köşeye sıkıştığında nasıl davranacağını, herhangi bir kadın gördüğünde nasıl düşüncelerle yine kendinden iğrendireceğini, herhangi bir erkek gördüğünde ne kadar pisleşeceğini kestirebiliyorsunuz. Bencil ve uyuz Backström serisiyle geç tanışmışım ya. Böyle iğrenç ama bir yandan da kendisini karakter olarak sevdirebilen tipleri kitaplarda "görmek" şansıma bence. İdealize edilmiş bir polis yok, hatta üzerinde bir şekilde okurun gözünü yormadan ve abartıya kaçmadan çirkinleştirilmiş bir polis var. Rüşvet, kanıtlara müdahale, lüks içinde yuvarlanmak için verilebilecek her tavizi verme. Gerçekten iğrenç bir tip.

Ekibiyle uyumsuz, kendi dışındaki herkesle uyumsuz ve insanlara pek bir saygı duymayan Backström bu kitapta ekibiyle birlikte Stockholm'den Vaxjö'ya giderek polis akademisinden mezun olmak üzere olan genç bir kadının cinayetini araştırmaya gidiyor. Konaklama masrafı üstüne çıkarılabilecek her masrafı soruşturma kapsamındaki harcamalara yazdırma derdinde olan Backström'ün yol alamayışını, bazen yol alışını, ekibin ayrı birimler gibi çalışmaya devam ederek soruşturmada ilerlemesini izliyoruz. Benim gibi "polis işini" okurken mutlaka görmek, karakterlerin birden "buluverdiği" şeyler yerine her adımı bizzat okuyabilmek, süreci hangi karakterden görüyor olursa olsun ona dahil olabilmek isteyen okurlar için tatmin edici. 

Cinayetin girişini, gelişmesini ve sonucunu aktarmayacağım. Yazarın "büyük bir İsveçli yazar" olmasına da şaşırmadım. Karakterlerin hayatlarında zorlama detaylarla yan öyküler yaratmadan, her bir karakteri tanımaya, duygularından ve hayatlarından haberdar olmaya ve onlarla aslında yakınlaştırmaya imkan veren bir anlatımı var. Kitaptan kimseyi tanımadan ayrılmayı sevmem, Leif G.W. Persson'da herkesle vedalaşarak ayrılıyorsunuz, kitabı kapatırken içinde bulunduğu duruma üzüldüğüm ya da başardığı bir şeye sevindiğim karakterler oldu. Kokuşuk bencil gıcık Backström'ü bile bir sonraki romana dek özledim. 

23 Haziran 2020 Salı

Ruth Ware "The Lying Game"

2020 yazındaki kurgu okuma hedeflerinden biri de 2018 ocağında başladığım ve yarım bıraktığım bu kitabı tamamlamaktı. Neden böyle bir rezalet oldu bilmiyorum ama kitaba baştan tekrar başlayıp bitirdim geçen günlerde. Rezalet kısmı kitabı bir türlü 2018'de bitirmemiş olmam, vazgeçip bir kenara atmış olmam ama kitabın hızı beni çekmemiş demek ki, tekrar okurken fark ettim. Yani, bu romanı okumasam da olurmuş mesela. Çok fazla klişe ve zorlama var ve bütün bunların yapılmasının da aman aman bir olayı yaratmak ya da desteklemek için değil.

Konusu şöyle, yatılı okul döneminde yolları aynı okulda kesişen dört arkadaşın, yıllar sonra aralarından birinin "size ihtiyacım var" mesajı atması ve hepsinin apar topar işlerini hayatlarını o günkü akışından alıkoyup sabah yola çıkıp okullarının ve arkadaşlarının bulunduğu Salten'a gelmeleri. Konu ne, neden çağrıldılar bilmiyorlar. Direkt çıkıp geliyorlar, nedeni sormuyorlar. Ve aslında bu tür bir girişi neden yaptığını anlamadım yazarın, aralarındaki ilişkinin zorlama olduğu yerlerden birisi de burası mesela. Neyse devam edeyim; tüm bunlar aynı zamanda Salten'da gelgit olan bölgede bir cesedin de bulunmasıyla eş zamanlı oluyor. Ceset bulunuyor, kimliği belirsiz bu cesedin bulunması ardından dörtlünün Salten'da yaşayan parçası Kate size ihtiyacım var diyince diğer üçü de fırlayıp geliyor. O güne kadar yıllardır haberleşmemişler kendi aralarında pek. Ya işte kopuk, zorlama dediğim yerler bunlar.

Bu dörtlünün okul dönemi de sorunlu geçmiş, sonunda okuldan bir yıl biterken atılıyorlar aslında, okur neden atıldıklarını, neler yaşandığını başta bilmiyor. Kendi aralarında "yalan oyunu" diye bir oyun oynayan ve bu yalanların niteliğine göre de bir puanlama sistemine sahip olan dört arkadaş, okulun kendilerini herkesten yalıttığı tipler oluyor. Kate'in babası (aynı zamanda Salten'da resim öğretmeni) ve üvey kardeşiyle yaşadığı evde bolca zaman geçiriyorlar. 14-15 yaşlarında alkol sigara uyuşturucu kafasına eseni yapma, kendimize ait küçük bir hayatımız var mottosu ve kimseyi tanımayız kendimizden başka eserliği ile günlerini geçiriyorlar. Burada hepsinin de hayatlarında okula başladıkları dönemde eksik olan birşeyler de var, bu birşeyler orada kurdukları düzenle telafi edilebilir oluyor gibi. Çok zorlama gelen kısmı karakterlerin çeşitlilikleri olsun diye üzerlerine yazarın giydirdiği kıyafetler çoğu zaman aslında karaktelerin çocuk olduğunun ötesine geçen bir bilince sahip. 15 yaşındaki çocukların taşıyabileceği yük çok tutarsız geliyor bana. Bir de neden böyle bir kaynaşmışlık ve bir yıllık arkadaşlık sonucunda asla kopulamaz bağlar kurulmuş, birbirlerinden başka kimseyi aslında sevmiyorlar, umursamıyorlar, hayatlarında uğruna yaşadıkları tek şey neredeyse on yıl iletişim kurmadıkları diğer arkadaşları yani. Burası bana çok zorlama geldi. Özellikle anlatıcı karakter olan Isa'nın gittikçe insanın sinirini bozan, zorlama "arkadaşlarım her şeyden önce gelir" tavrı roman ilerledikçe daha da zorlamayla saçma sapan bir yere gidiyor. Gençlik yıllarında zor durumdayken, zor şeyleri yaşarken oluşan dostluk yani ruh hastalığı gibi bir şeye dönüşüyor bu romanda. Yazar çok zorlamış, ciddiyim. Ruth Ware'i severim ama bu roman gerçekten zorlama bir kurguya sahip. Ha, elindeki olay tamam, karakterlerin dördü de çeşit olsun diye eklediği detaylar da tamam, ama dörtlü arasında şimdiki zamanda geçen ilişki ve bu ilişkinin oluşumu sadece zorlama. Zemini bu gidişata müsait değilmiş. İki kere okumuş sayılınca böyle yorumlar yapıyorum işte. 

Geçmişe dair bilinmezlerin aydınlanması, cesedin kim olduğunun yarattığı gerilim ve bu ölümün sebebinin ne olduğunu öğrenmek için yarattığı merak güzel. Okuru sonuna kadar götürecek bir şey varsa o da bunlar. Ama bunu karakterleri saçma sapan davrandırarak bulandırıyor, okur kitabı cidden merak yerine karakterlerden sıkılarak bile kapatabilir. Biraz daha sağlam bir akış olsaymış keşke. Klişe üzerine klişe, karakterlerden yansıyan da, davranışları da hatta finaldeki çoğu detay da klişe. 

Bu yorumu yazan da yazar, sormazlar mı Umut senin kitabın ne sanki diye =/ Ama ne diyebilirim, kitabı kendimce yorumluyorum. 

Fikir ve sanat eserleri kanunu madde 34, ek fıkra 3 uyarınca eser sahibinin izni olmadan kullanılması yasaktır. 
Lütfen yazılarımın tamamını ya da bir bölümünü kullanmayınız.

18 Haziran 2020 Perşembe

Helene Tursten "The Torso"

Kareler ve sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turu için bir süredir kitap yazısı yazmamışım, tur bitti sanmayın. Devam. Sonsuza dek devam edeceğim.

Helene Tursten, İsveçli bir polisiye yazarı. The Torso ise 10 kitaptan oluşan Detective Inspector Irene Huss serisinin 3. kitabı. Bu kitap, yazın ne okusam (yani hangi kurguları) diye düşünürken listeye eklediğim (ve o listeyi de blog'da paylaştım) kitaplardan biriydi. Seriye üçüncü kitabından giriş yapmayı ise tamamen özgür irademle seçtim. Birinci kitap da vardı ama bunu okudum, pişman değilim. Soğuk diyar polisiyesi dediğim polisiye türü aslında sadece kuzey avrupa polisiyesi değil, ben bir histen de bahsediyorum aslında. Ragnar Jonasson'da o his var mesela. Jo Nesbo'nun da çoğu eserinde var. Asıl aradığım ise belki hiç bulamayacağım Henning Mankell'deki his. Gerçekten ne zaman bir polisiye okusam kendimi Wallander'ın muhteşemliğini özlemekten ve Mankell'i kaybetmiş olmanın yeri doldurulamaz efkarından alamıyorum. Bu bende efkar yaratıyor, Wallander'ı böylesine bana sevdiren de belki bu efkardı, şimdi artık onu kaybettiğimizin efkarıyla devam ediyoruz. 

The Torso'ya dönersek; Danimarka ve İsveç arasında gidip gelmelerle geçiyor roman. Irene Huss, İsveç'te çalışıyor tabi. Her şey bazı parçaları eksik bir vücudun bulunmasıyla başlıyor ve kimliğin tespiti yapılana kadar olaylara ek gelişmeler de yaşanıyor. Yeni kayıplar, yeni isimler. Kimliği belirlemek için çıkılan yolda daha sonra cinayeti kimin işlediği, geçmişteki benzer cinayetlerle bağlantısının ne olduğunu bulmaya çalışmakla devam ediyor roman. Aslında, bi üstte de dediğim gibi bu soğuk diyar polisiyesi değil. Sadece orada geçiyor. Mesela tam amerikan işi geldiği çok nokta vardı. Çünkü isimleri ve mekanı değiştirin, bu roman dünyadaki çoğu ülkede geçebilirdi. 

Bir Wallander romanı ise asla geçemez. Demek istediğimi anlatabiliyorum umarım.

Roman çok hızlı, duraklama, boş geçen zaman yok. Zaten oldukça oradan oraya sıçramalı, bazen çözüme hah geldik derken yine başka bir şeyin olduğu bir roman. Ancak bu, katilin ya da sebebin gizliliğini gizlerken, çok da matah bir kurgu yapmıyor eseri. Bir polisiye kurgudaki zeka nerede gizlidir, bu biraz da kişisel bir tercih aslında. Beni cezbeden parıltı ve karmaşa içinde kendisini gösteren, kurguyu kendisine hayran bırakan düğümler bu romanda yok. Ama birçok düğüm, bilinmez ve ters köşe var. Dediğim gibi, kişisel zevkler bunlar galiba.

İyi bir polisiye mi, evet. Helene Tursten'in bu serisinden bir romanı daha bu yıl okur muyum? Sanmıyorum, belki sonra. Yola devam etmeli ve soğuk diyar polisiyesi aramalıyım çünkü. Başka romanları, serileri keşfetmek daha cazip geldi.

Bir de bazı yerlerde İsveççe-İngilizce çeviride olan sıkıntılar çok göze batıyordu, gıcıklığına demiyorum, çok battı. Özür dilerim.

8 Haziran 2020 Pazartesi

Benzer Diziler: 1

 Başlık mecburen sadece "Benzer Diziler: 1" gibi kısa bir başlık oldu çünkü benzer diziler adlı yeni serimizin (serimizin, kurumsal ifade) ilk iki konuğu (ciddi ifadeler devam ediyor) Elma ve Soğan adlı cartoon network dizisi ve en sevdiğim dizilerden biri olan flight of the conchords.

Yeni bir seri, yeni bir heyecan. Kareler ve Sayfalar benzer diziler özel serisi de tıpkı kareler ve sayfalar soğuk diyar polisiyesi özel turu gibi kimsenin ilgilenmediği içeriklerle dolu olacak, şimdiden bunun heyecanını yaşıyorum evet. Ayrıca konu açıldığında sıklıkla bahsederim, ben pek dizi izlemem. Herhangi bir şey izlemeyi sevmem. Yemek yerken yemek yiyebilmek için ekranda ise en sevdiğim dizilerden herhangi birini açarım. Bunu küçük çocuk sahibi olanlar eminim çok iyi anlar burada küçük çocuk göndermesi kime, açıklamaya gerek yok.

Flight of the conchords'u sanırım ilk kez bundan 7-8 yıl önce izledim, televizyonu evde ses olsun diye açtığım için ekranda ne olduğuna pek bakmıyordum. O dönem e2 adlı bir kanal vardı, bu dizi de oradaydı. Bir şekilde dikkatimi çekmiş ki izlemeye başladım, tam da beğeneceğim türde karakterlerde zekasızlık akan saçma sapan bir diziydi. Yani zekice bir diziydi. 

Dizi ne anlatıyor derseniz; gerçek hayatta da benzer hikayeleri olan iki arkadaş, kendi isimleriyle dizide yer alıyorlar zaten. Bret ve Jamaine. Yeni Zelanda'dan ünlü olmak büyük rock starlar olmak için Amerika'ya kaçak yollardan giriş yaptığını öğrendiğimiz ikili, müzik yapıyor, elçilikti sanırım orada çalışan ve bu ikilinin menajerliğini üstlenen murray, dalavereci gıcık dave, tek dinleyicileri ve sapıkça hayranları olan mel dışında çevreleri yok. Günübilirlik işlerde çalışarak hayatta kalmaya çalışıyorlar, bir ya da maksimum iki kişiye konser verebilecekleri büyük organizasyonlar ayarlayan murray'nin önderliğinde büyük bir umutla çalışmalarına devam ediyorlar. İkiye varan dinleyicinin olduğu konserlerinde diğer dinleyici mutlaka mel oluyor ya da mel zaten daimi tek dinleyicileri ve sapıkları. Bildiğiniz sapık. Sek sapık. Konserleri de genelde abuk subuk yerlerde oluyor, konser mahiyeti olmayan yerlerde büyük bir ciddiyetle ikili sanatlarını icra ediyor. Üç kişilik asansör ya da akvaryum vb.

İkilinin düz, dümdüz, saf insanlar olduğunu, dizinin çoğunluğunda akıl almaz derece saçmalıklara maruz kalacağınız için artık gülemeyeceğiniz kadar eğlendiren karakterler olduğunu da ekleyim. Bir de ortalama bir arabanın içinden biraz daha büyük bir dairede yaşıyorlar. 

Yeni Zelandalı oluşları da ayrı bir komiklik katıyor bence özellikle konuşmaları. Yeni zelandada hala 1980'lerde yaşanıyor göndermeleri... Koyunlar... Dişfırçası çiti... Şarkılar ise... hala açıp dinliyorum zaten kendileri aynı zamanda gerçekte de bir müzik grubu. Şarkıların içeriği için youtube'a flight of the conchords yazın. 

Elma ile Soğan... evet çocuklar için diyecekler size, evet elma ve soğan da ne diyecekler... Ama burada da elma ve soğan, bret ve jamaine'e benziyor; evlerinden, yataklarına kadar, şarkılarından başlarına gelen saçmalıklara ve ikilinin genel haline kadar. Her şey flight of the conchords'un o kadar benzeri ki. 

Elma ve soğan'da hangisi bret hangisi jamaine peki derseniz, emin olamıyorum. Karakterler bir adet elma ve bir adet soğan olarak bile zihinsel potansiyel kabiliyetleri bakımından bret ve jamaine ile öylesine örtüşüyor ki. 

Ayrıca tarz olarak da benziyorlar, fark ettim synth-pop sevgisi mevcut ve hafif rap. 

13 Mayıs 2020 Çarşamba

2020 Yazında Ne Okuyacağını Bilemeyenler İçin Öneriler

En az Kareler ve Sayfalar kadar güzel bir başlık attım, konuyu orada özetledim. Yanlış özetledim. Bu liste benim de henüz okumadığım kitaplardan oluşuyor. Yani önerdiğim bir kitabı bakarsınız okurum, ben de beğenmem. Sorumluluk almıyorum neden alayım.

2020 yazında okuyacak daha çok zaman olacak çoğu kişi için, olmazsa  da yapacak bir şey yok. Dikkatim dağılınca biraz merak ettiğim, bunu okurum diye ayırdığım ama okumadığım kitaplara bakarken dikkatim yine dağıldı ve başka kitaplara ve onlardan da başka kitaplara atlarken uzun bir liste oluştu. Genellikle polisiye, gerilim türündeki kitaplar oldu. Soğuk diyar polisiyesi de var içlerinde ama sadece onlardan ibaret değil, soğuk olmayan diyarlardan da kitaplar var.

A.J. Finn "The Woman In The Window": Çok satanlardan, ben de merak ettim. Merak etmemin başka bir sebebi yok. Yeni komşularında görmemesi gereken bir olaya tanıklık eden bir kadın baş karaktermiş. Alfred Hitchcock bu furyayı başlattı suçlu ben değilim.

Cass Green "The Woman Next Door": Merak ettiğim ikinci kitap da bir kadın içeriyor. Kadınların kapıda bacada olduğu kitapları merak ediyorum demek ki. Uzun süredir birbirine komşu olan iki kadının bir gün bir diğerinden yardım istemesi ve bunun aslında bir hata olduğunu fark etmesi de kısaca konusunu oluşturuyor kitabın.

Sophie Draper "The Stranger In Our Home": Bu kitap henüz satışa çıkmadı, yakında çıkacak sanırım. Geçmişiyle yüzleşen/tanışan bir kadının hikayesi sanırım. Hala bir erkek yazarın kitabını önermediğimi fark ettim hemen müdahale ediyorum.

Ragnar Jonasson "The Mist": Sürekli Ragnar Jonasson'dan bahsetmek istiyorum sürekli. Dimma'nın devamı olan kitap bu da, Hulda ile devam edecek hikaye. Haziran 2020'de çıkacak sanırım. Euro düşsün, erken sipariş fiyatına baktım da az önce. Moraller bozuk.

Ruth Ware "The Lying Game": Utanç içindeyim bu kitabı yarım bıraktım ve bu yaz tamamlarım diye düşünüyorum. O arada kitap Türkçe'ye çevrilmiş. Ruth Ware'in daha önce iki kitabını okudum, ikisi hakkında da blog'da yazı var, kitapları Türkçe de mevcut sanırım bakarsınız. Konusu şöyle; okul arkadaşları geçmişlerinden hortlayan bir şey sonucu bir araya, gençliklerinin geçtikleri küçük kasabaya geliyor ve bu geçmişte yaşanan nedir, biz de sürekli geri dönüşlerle onu öğrenmeye çalışıyoruz. Ayrıca olaylar şimdiki zamanımızda da devam ediyor. Devamını okuyunca öğreneceğimi umuyorum....

Ruth Ware: "In a Dark, Dark Wood": Bu kitap Kapkaranlık Ormanda adıyla Türkçe'ye de çevrilmiş. Konusunu bilmiyorum, bende vardı okumadım duruyor hala. Sırf Ruth Ware yazdım bi üstte diye hatırladım. 

Lucy Foley "The Hunting Party": Çok duydum bu kitabı okuyayım artık. 

Tana French "Benzerlik": Tanıtım yazısı ilgimi çekti diye listeye girdi. 

Helene Tursten "The Torso": Inspector Huss serisinin üçüncü kitabı bu, ben birinciyi okumadım ama bunu daha çok merak ettim. Bende bu yok birinci var bir de. Çok doğru seçim.

Yrsa Sigurdardottir: Ya Tora Gudmunsdottir serisinin ikinci kitabı olan My Soul To Take'ı okurum ya da diğer serisinin (Children's House) ilk kitabını. 

Julie Buntin "Marlena": Bu kitabı beğendiğim için yarıda bırakmıştım bunu da tamamlarım diye umuyorum.


Ve daha bir yığın süreli yayın taranacak, günlük demeçler takip edilecek, ayrıca okumalar yapılacak, geriye dönük araştırmaya başlanacak. 

12 Mayıs 2020 Salı

Sally Rooney "Normal People"

Soğuk diyar polisiyesi olmayan bir kitapla biraz uzun bir aradan sonra yeni bir yazıyla blog'da yaşam belirtisi. Çok da okumadığım bir türden bir kitap olan Sally Rooney'nin Normal People'ıyla dönmüş oldum.

Bu kitap çıktığından hatta yavaş yavaş fazla popüler olmaya başladığında kitabı ben de edinmiştim, conversations with friends'le beraber ikisini uzun zamandır okumamıştım, öylece duruyorlardı. Hem kolay okusun çerez gibi olsun hem de çok çerez olmasın niye okuyorum zamanıma yazık dedirtmesin türünde düşündüğüm kitaplar arasında kaderine terk edilmişti açıkçası. Adeta bir karaktersiz gibi, kendi başına karar verme gücünden yoksun bir insan gibi kitabı okumak için çok sevdiğim yazarlardan biri olan ve kendisini ne kadar sevdiğimi her fırsatta her yerde göze soktuğum Ragnar Jonasson'un yazarı övmesini bekledim sanırım. İzlanda'nın ve yakın zamanda daha da fark edeceğiniz üzere dünyanın yaşayan en iyi polisiye yazarlardan biri olan Jonasson, Instagram'daki bir hikayesinde conversations with friends'i övdü, aynı günün akşamı da ben normal people'ı okumaya başladım. Bu uzun girişten sonra romana geçiyorum.

Marianne ve Connell ana karakterler; bu ikilinin liseden başlayan ve üniversiteye uzanan ilişkilerine tanık oluyoruz. İlişki dediğimde sevgililik ilişkisinden ibaret bir şey gelmesin aklınıza hatta o bile gelmesin; iletişim, etkileşim, ilişki vb. o anlamda düşünün. Ve bu iki genç arasındaki ilişki oldukça yorucu, inişli çıkışlı, gerilimli, sinir bozuculuğa sık sık ulaşan tavırlar içeren, bazen karakterlerin bazı yönlerini fazla sivriltmekten yazarın bence sıktığı türde bir ilişki. Bu roman şimdi sanırım diziye uyarlanmış, kesinlikle çılgınlar gibi bu dizi izlenecektir ve kitabı daha da çok satacaktır. Asla kötü bir roman demiyorum, üstelik sevmediğim bir tür olmasına rağmen sonuna kadar okudum. Ancak; kitabın bir doruk noktası var; oraya kadar bu iki insan arasındaki ilişkinin gidişatı okuru, kendi adıma konuşayım doğrudan, beni sıkmadı, hatta yüksek tempolu olduğu için dikkatimi de çekti. Yani kitabı hadi kapatayım artık okumaya gerek yok demedim. Şimdi ne olacak, bu işin sonu nereye varacak, bakalım ikili şu konuda şunu yapınca ne olacak derken okunabiliyor rahatlıkla. Çünkü bu doruk noktasına kadar, ki bence kitabın ortası, yazar dikkat çeken yönlerin, karakterlerin kendilerini kendileri yapan özelliklerini sivriltip, hatta abartıp neredeyse gerçekdışılığa evriltecek bir adım atmıyor. Bu garanticilik olmamış, aksine kitabın ilk yarısını bence kitabı okutan şey yapmış. Ama ikinci bölüm, bu abartı kişilik özelliklerinin sürekli biraz daha abartılarak ilerlemesi ve bunu ilginçmiş gibi sunmanın yanlışına düşülmüş. O noktada da ikilinin yaptığı her şey boğucu, sıkıcı, tekrara düşen ama bu tekrarı kurtarmak için daha da sivriltilen hareketlerden oluşuyor. 

Çok satan, çok sevilen bir roman ama ne diyebilirim. Bir de şimdi dizi olduğunda karakterlerin kıyafetiydi, saçıydı, ses tonuydu derken iyice hedef kitleyle özdeşleşsinler ve daha da çok kitabı da tıpkı karakterlerin bir hırkası ya da ceketini tüketir gibi gidip alsınlar diye fırsat çıkacak. Tam bir çerez değil bu kitap, ama sanırım çerez hatta dümdüz eşyalaşsın diye üzerine daha da oynanarak yazık edilecek daha da. 

Normal people'daki karakterlerin kendi meseleleri, ikili arasındaki ilişkiyle görünür kılınan doğruları, yanlışları, kendilerini kendi yapan noktalar ise abartılarak sürükleyici olsun diye üzerine yüklenildiğinde yazık edilen noktalardan bu arada. Mesela lisedeki ilişkinin biçimi, üniversitede girdikleri durumlar ve her birinin hayat boyu üzerlerine yapışmış olan tüm özellikler bence ciddi sorunlara da dikkat çekebilecek güçte. Harcanmadığı takdirde.

İkili arasındaki ilişki ise tam günümüz kültürü içindeki gençlere ulaşabilecek yapıda, bu da ilk kısmın başarısı ya da ikinci kısmın başarısızlığını kimseye umursatmadan, eserin bence mevcut başarısını da yok ederek onu tam bir normal people içeriğine hapseden şey olmuş.

Okumak isteyen bence kesinlikle okusun, bir günde bitirirsiniz. Beğenirsiniz de. Zaten kötü bir roman değil, sadece yazık edildiği noktalarıyla şeyleşmesi kötü olmuş.

Fikir ve sanat eserleri kanunu madde 34, ek fıkra 3 uyarınca eser sahibinin izni olmadan kullanılması yasaktır. 
Lütfen yazılarımın tamamını ya da bir bölümünü kullanmayınız.

2 Nisan 2020 Perşembe

Thomas Enger "Burned"

Kareler ve Sayfalar soğuk diyar polisiyesi özel turu ara vermiş gibi dursa da ara vermemişti, ancak yazacak zaman bazen de okuyacak zaman olmamıştı. Şimdi devam edelim.

Norveçli yazar Thomas Enger'in okuduğum ikinci kitabı oldu Burned. Bu kitap Henning Juul serisinin ilk kitabı, seride de toplam 5 kitap var. Daha önce Engerek adlı kitabını okumuştum, blog'da yazısı var, bakmak isterseniz bakarsınız.

Henning Juul bir gazeteci, dedektif değil. Burned, Henning Juul'un yaşadığı felaketten sonra işe dönmesiyle başlıyor. İki yıl önce evinde çıkan bir yangında oğlunu kaybeden, tüm bunları eşiyle ayrılma sürecinde yaşayan Juul ilk sayfalarda karşımızda yıkılmamaya çalışan ancak çoktan enkaza dönmüş bir karakter olarak çıkıyor. Bunu romanın giriş kısmı için söyleyebilirim; sonrasında karakterin hayatına ve içinde bulunduğu zor duruma dair uzun uzun anlatımlar yok. Ancak karakteri tanımanıza, ailesini anlamanıza yetecek kadar satır da mevcut. Bir giriş romanında karaktere fazla da uzak kalınmamış ama karaktere çok da yaklaşılmıyor.  Serinin bundan sonrasında da belki böyle devam ediyordur diye düşündüm, çünkü yazar iç dünya turları da düzenlemiyor, bir karaktere dair derin bir şeyleri anlama imkanı verecek kısa şeylere de yer vermiyor. Asıl sürüklenmekte olduğumuz nokta kesinlikle cinayet ve cinayetin peşinden gitmek.  

Genç bir öğrenci, recm edilmiş ve elleri kesilmiş halde bulunur. Norveçli bir öğrenci ve bunlar ne alaka sorusu akıllara ilk kez geldiğinde de genç öğrencinin sevgilisinin Pakistanlı olması tam bir oryantalist gibi romanın akışına dahil olur. Kuzey Avrupa ülkelerinde göçmenlere bakışın iki ayrı uçta, asla ortasını bulamayan bir biçimde yansıtılmış olduğu sizin de dikkatinizi çekiyor mu bilmem. Katili bulmak için bir yandan polis bir yandan ise Juul uğraşmaktadır. Çünkü bu dikkat çekici bir cinayettir ve kendisini işle meşgul ederek yaşadığı felaketi unutmaya çalışan Juul için bir fırsattır.  

Katili bulmanız imkansız değil, çok şaşırtıcı bir kurguya sahip değil. Sonlara doğru biraz kafa karıştırabilir ama kendi adıma çok da karanlıkta kalmadığım bir roman oldu.

Yazar önyargılara değindiği kadar bir önyargıyı da beslemiş. Bunu belirtmeden geçemem. Okuduğunuz zaman fark edersiniz zaten. 

Seriden başka bir kitabı yine okurum herhalde, ama yine bilmediğim bir yazarla seriyle tanışmak için başka bir yazarı okurum diye düşünüyorum ilk tercih olarak. 

Fikir ve sanat eserleri kanunu madde 34, ek fıkra 3 uyarınca eser sahibinin izni olmadan kullanılması yasaktır. 
Lütfen yazılarımın tamamını ya da bir bölümünü kullanmayınız.

17 Mart 2020 Salı

100 Years Of Christie: Agatha Christie's Marple

Bir başka dizi uyarlaması ile devam edeyim mini-tur'a. Agatha Christie's Marple. Görüldüğü gibi Marple uyarlaması, toplam 23 bölümden oluşuyor. İlk üç sezonda Miss Marple'ı Geraldine McEvan, sonrasındaki sezonlarda ise Julia McKenzie canlandırıyor. Bu dizinin bir sezonunda, bir bölümde Tommy and Tuppence romanı uyarlamasıydı diye hatırlıyorum, şu an kontrol etmeye üşendiğim için merak ediyorsanız siz kontrol edersiniz. Bizde böyle... Şaka. Ama siz edersiniz yani ben yapmayacağım. Bu  cümleleri yazana kadar kontrol etmiş olabilir miydim, elbette. Ama o zaman tadı çıkmaz, ben olmam.

Miss Marple romanlarını sevmiyorum gibi anlaşılmasın ama asla bir Poirot olmuyorlar nedense. Onun haricinde hepsinin Agatha Christie'nin zekasının eseri olduğu belli, diyecek lafım yok. Miss Marple romanları da toplam 15 roman, şimdi tekrar baktım. 

Bu uyarlamayı toplamında iki farklı oyuncu tarafından canlandırılan başkaraktere rağmen sevdim. Ancak Poirot'da olan romanlara sadakat burada o kadar yok. Öncelikle romanların birinde katil bile değişik. Hangisi olduğunu söylemeyeceğim elbette, ancak düşünün yani. Öte yandan, toplumsal çeşitlilik, eşitlik derken araya yine romanlarda olmayan detaylar eklenmiş, karakterlerin hayatlarına, kişiliklerine böyle müdahaleleri ben yobaz bir Agatha Christie sever olarak hoş ya da doğru bulmuyorum. Gidin sosyal mesajlarınızı başka yerde verin. Böyle dediğim için dizide herhangi bir değişiklik olamaz çünkü 2004-2013 yılları arasında yayınlanmış.

Poirot'ya bakarak bu dizinin biraz daha kıpır kıpır olduğunu söyleyebilirim. Tam ne anlatmak istediğimi şöyle ifade edeyim; mesela dizinin müziğinden, müzik seçimlerinden, hakim olan genel bir neşeden bu kıpır kıpır hal yansıyor. Kasvet burada pek yok; evet cinayet, ölüm, sinsilik, kin, nefret her yerde var ama burada ağır basan şey, ekrana yansıyan kısım için söylüyorum, kasvet değil. Romanlar böyle değil bu arada, bu hal orada yok. Tamamında ya da sürekli, yoğun biçimde yok diyebilirim.

Elbette, her sorumlu insan gibi, romanları okumadan diziyi izlememeniz gerek. Gerçekten sinirlenirim.

Fikir ve sanat eserleri kanunu madde 34, ek fıkra 3 uyarınca eser sahibinin izni olmadan kullanılması yasaktır. 
Lütfen yazılarımın tamamını ya da bir bölümünü kullanmayınız.

14 Mart 2020 Cumartesi

100 Years of Christie: Poirot

Bir önceki yazıda "yazıları belki yazmam" diye umutsuzluk aşıladım, herkes çok üzüldü, bir seri beklentisiyle 24 saat blog'da nöbet tutan milyonlar kahroldu biliyorum ama işte yeni yazı, şaşırın.

Poirot dizisinden bahsetmek istiyorum. Dizi ve film izlemek çok ilgimi çekmiyor özellikle film izlemek, filme uyarlanmış bir eser varsa kitabını okumayı tercih ederim örneğin. Yazılarımın gereksiz bilgi detayını hemen doldurmuş olarak devam edeyim. Ama Poirot'yu izlemesem olmazdı. Beğendiğim için onlarca kez izlemesem hiç olmazdı. Ben de olması gerekeni yaptım ve yapıyorum. 

Poirot, toplam 70 bölüm, 13 sezondan oluşan, 1989 ve 2013 yılları arasında yayınlanmış İngilitere yapımı bir dizi. Adından da anlaşılacağı üzere Agatha Christie'nin Poirot serisindeki öykü ve romanların televizyona uyarlanmasından oluşuyor. İlk sezonlar ağırlıklı olarak, hatta tamamı öykülerin uyarlaması. Sonrasında romanların uyarlaması var ki burada da geçen yıllar içinde ekibin karaktere ve romanlara nasıl şekil verdiğini, geçen yıllar içinde uyarlamalarda nasıl değişimler olduğunu görüyoruz. En basitinden giriş müziği, Poirot'nun evi (evinin iç dekoru aslında), gittikçe nedense basan bir hüzün, gerilim. Bunları romanlarda böylesine hissetmemiş biri olarak yazıyorum, bazen bölümler fazlasıyla hüzünlü ve depresif gelebilir. Buna etki eden sadece kurgu değil, onu demek istiyorum. 

Poirot karakterine hayat veren David Suchet dışında hiçbir insan Hercule Poirot'yu böylesine güzel aktaramazdı ekrana eminim. İlk izlediğimde "ha o oynuyormuş" diyor gibi oldum; yani kitapları okurken kafamda canlanan kişi oynuyor, iyi başkasına oynatmamışlar - gibi. Kendimi çoğu hareketinde, tutumunda gördüğüm Poirot karakteri, yeri geldiğinde tüm inatçılığıyla, yeri geldiğinde tüm naifliği ile ekrandaydı. Bir de Hugh Fraser'ın canlandırdığı Hastings var, Miss Lemon'u canlandıran Pauline Moran var, C.I. Japp'i canlandıran Philip Jackson var. Hastings'in tüm kafası durmuş halleri, Poirot'ya bozulmuş halleri o surattan başka bir suratta olmazmış gibi; büyük dosyalama sistemini geliştirmek için kendisini işine adayan Miss Lemon, başka bir kadının görüntüsünde olamazmış gibi; tuvaletle girdiği keşif sürecinden gururla çıkan başarılı ya da başarısız dedektif Japp, Jackson'dan başkası olamazmış gibi. Dizide her şey Agatha Christie hayranı birini sadece kafasındakini görebilmesi için yaratılmış gibi. Bu kadar çok gibi kullanıyorum çünkü böyle uygun gördüm gibi. Madam Oliver ve oraya buraya dökülen saçılan elmaları; elmalar da romanlardaki elmaların aynısı - gülelim.

Seri olduğu gibi mi aktarılmış derseniz; evet, ancak bazen küçük detaylarla farklılaştırılmış. Kurguda bir farklılığa gidilmemiş. 

Poirot'nun o küçük bıyık tarağını, tek tek eşit parçalara böldüğü üçgen ekmeğine eşit biçimde koyduğu reçeli, iyi büyümediği ve zaten kare olmadığı için hayli sinirlendiği kabağını görmek ne kadar mutlu ediyor inanamazsınız - inanmazsanız da yapacak bir şey yok. Bu arada bahsettiğim kabak, romanda karpuz. Poirot onların kare olmadığı için mutsuz. Dizide ise bir kabak; gördüğü bakımı nankörce iten bir kabak.

Bu arada, romanlarda sıcak kakao, yerini dizide daha çok ıhlamura bırakıyor. 

Dizi övdüm. Ama bu dizi değil, bu Poirot. 

Fikir ve sanat eserleri kanunu madde 34, ek fıkra 3 uyarınca eser sahibinin izni olmadan kullanılması yasaktır. 
Lütfen yazılarımın tamamını ya da bir bölümünü kullanmayınız.

10 Mart 2020 Salı

100 Years of Christie: En Sevdiğim Beş Eseri

100 Years of Christie'yi fırsat bilip ne zamandır yazmak isteyip de yazmadığım Agatha Christie yazılarına başlamak istedim. Muhtemelen devamı gelmez diye düşünüyorsunuz, evet, ben de öyle düşünüyorum ama düşünmeyin. Size uyarlama filmleri hakkında kısa bi yazı daha yazmak boynumun borcudur. Çünkü burada kaç kişiyiz, üç mü altı mı?

Gereksiz girişten sonra, Agatha Christie'yi ne kadar sevdiğimi birkaç cümle ile özetleyim. İlk olarak 1999 Ağustos'unun 25'inde Noel'de Cinayet adlı eseriyle tanıdığım yazar, en sevdiğim yazarlardan biridir. Polisiye küçümsenir, çerez görülür, aşağılanır, yerden yere vurulur ya da bunların hiçbirine tenezzül edilmez. Aksini düşünüyorum; iyi bir polisiyede iyi bi kurgu, iyi bi mesele vardır çoğu zaman. Noel'de Cinayet bana küçük yaşımda kin nedir, gerçekten öğreten eserdir. Kinci oldum demiyorum, sadece kin nedir öyle öğrendim. Uygulamalı ders işlemek gibi düşünün, ya da bir örnek olmadan anlamadığınız bir konuyu. Kin nedir biliyordum ama o kitap aslında bilmediğimi öğretti. O kitabı okuduktan kısa süre sonra da Nil'de Ölüm'ü okudum; yine kin ve nefret nedir diye küçük bir insana öğret deseler, bu iki kitabı rahatlıkla öneririm galiba. 

Ayrıca bir şekilde kafayı kullanmayı öğretiyor diyebilirim; boşuna metodoloji dersinde yıllar sonra bu fikrim pekişmedi sanırım. Onu da fark edince elimde kalem kağıt, ipuçlarını bulmayı ve katili tahmin etmeyi görev bildim. Her şeyi görev bilirim, görev değilse yapmam çünkü özür dilerim.

Sonrası da çabuk geldi; hemen her kitabını okumak gibi bir amacım oldu o yaşta, Poirot'yu daha çok sevdim hep, Miss Marple bana pek benzemiyordu çünkü. Onu da seviyorum - çok. Ama Poirot'ya bakınca kendimi görüyorum. Yıllardır böyle, hatta Poirot dizisini izlediğim zaman da o ruhu o kadar vermişler ki, kendimi izledim. Çoğu uyarlamasını beğenmiyorum - bunları diğer yazıda yazarım.

Şimdi en sevdiğim romanlarını hiç okumamış olanları da düşünerek yazayım, umarım okumamış olanlar için de bir bahane olur. 

Roger Ackroyd Cinayeti (The Murder of Roger Ackroyd): Agatha Christie'nin resmen dalga geçtiği, şov yaptığı roman. Okurla dalga geçerek okuru ayıltmak diye bir şey varsa bu o romandır. Romanın ardından okumanız gereken, bu kitap üzerine yazılmış bir kitap var. Onu okumazsanız neyden bahsettiğimi yarım anlarsınız. Böyle bi kurgu yok ya.

Noel'de Cinayet (Hercule Poirot's Christmas): İlk okuduğum ve sonrasında herhalde 50 kere okuduğum romanı. Konuyu internetten doğrudan bulursunuz; ben neden sevdiğimi girişte yazmıştım, bunda tekrar olmasın.

Ve Perde İndi (Curtain): Hercule Poirot'lu son roman bu. İnsan psikolojisi diye tüm romanlarında Poirot üzerinden konuyu işleyen Christie'nin ne demek istediğini anlatıyor aslında. 

Doğu Ekspresinde Cinayet (Murder on the Orient Express): Bir üstte yaptığım yorumla benzer bir yorum buna da yapılabilir; Hercule Poirot karakteri hakkında da çok şey anlatan bir roman. 

On Küçük Zenci (And Then There Were None): Christie'nin nasıl bir insan olduğunu ve benim nasıl bir insan olduğumu en beğendiğim beş kitaptan çıkarmanız mümkünse, bazı şeylerin neden gerekli olduğuna koşulsuz inandığımı bu romanı da listeye yazmam çok işe yarayacaktır. 

Fikir ve sanat eserleri kanunu madde 34, ek fıkra 3 uyarınca eser sahibinin izni olmadan kullanılması yasaktır. 
Lütfen yazılarımın tamamını ya da bir bölümünü kullanmayınız.

21 Şubat 2020 Cuma

Jean-Christophe Grangé "Ölü Ruhlar Ormanı"

Yıllardır artan popülerliğinin de etkisiyle sürekli adını duyduğum, hemen her dönem popüler bir kitabından mutlaka haberdar olduğum Grange'ı ilk kez okudum. Başlangıç da Ölü Ruhlar Ormanı ile oldu.

Soğuk diyar polisiyesi değil evet, Fransa'dan; romanın içinde ise değil soğuk diyar, bizzat sıcak diyarlara yolculuk var. 

Fransa'da yaşayan sorgu yargıcı Jean Korowa, bir hatası yüzünden tesadüfen bir cinayet itirafına, cinayetin geldiğine dair bir bilgiye ulaşır. Aynı dönemde de korkunç cinayetler işlenmektedir; şöyle korkunç; belirli bir ritüel çerçevesinde yapılmış gibi duran fazlasıyla vahşi cinayetler. Yer değiştirmiş kollar bacaklar, duvarlarda kanlı yazılar, aralarında nasıl bir bağ olduğu bir türlü ortaya çıkamayan, bu yüzden de tesadüfi olarak mı bilinçli olarak mı öldürüldükleri anlaşılamayan kadınların bu vahşet içinde kendilerinden arta kalanları. 

Başkarakter Jean, sonrasında doğrudan olaya dahil oluyor; bu insanlar neden öldürülmekte? Genetik bilimi, antropoloji, tarih, yakın tarihin kanlı darbe ve devrimleri, otizm... Kitapta çok fazla şey birbirine bağlı, her birini daha da derine ine ine aktarıyor yazar. Tabi bir de katil kim, sorusu var. 

Kendi adıma, katili neredeyse ilk belirdiği anda bulduğumdan emin biçimde okudum romanı sonuna kadar. Buna karşılık merak ya da yarattığı etkiden pek bir şey kaybetmedim. Çünkü katili bulduğuma her sayfada daha da emin oldum. Yanılmamışım da. Cevabını kendi başıma bulamadığım, bulamayacağım detayları da finalde öğrendim. Açıkçası beni şaşırtan yazarın bunu bu kadar açık etmesi oldu; daha gizli saklı bir şeyler ve daha dolambaçlı yollardan katile ulaşmaya çalışmayı bekliyordum. Dolambaçlı yollarla ulaşılan sebep oldu. Okur olarak herkesin beklentisi farklıdır; ben daha zorlayıcı ve şaşırtıcı kurguları seviyorum, evet Ölü Ruhlar Ormanı'nda da bu var ama dediğim gibi katili bu kadar çabuk bulmama izin vermemeliydi yazar. Ne kadar bilmiş bilmiş konuştum yine. 

Yazarın üç kitabını daha edindim, fırsatım oldukça onları da okurum. Dediğim gibi benim yakındığım katili çabuk bulmak, bir an bile sıkılmadan okunacak bir roman olduğu gerçeğini bu değiştirmemiş. Çünkü elde cevapsız sorular ile finale dek beklemek gerekiyor. 

Fikir ve sanat eserleri kanunu madde 34, ek fıkra 3 uyarınca eser sahibinin izni olmadan kullanılması yasaktır. 
Lütfen yazılarımın tamamını ya da bir bölümünü kullanmayınız.

17 Şubat 2020 Pazartesi

Ragnar Jonasson "Whiteout"

Bundan bir yıl önce tanıştığım, okuduğum için mutlu olduğum, çok sevdiğim ve bir yıl boyunca mümkün olan her yerde kendisini övdüğüm yazar Ragnar Jonasson'un Dark Iceland serisinden bir kitapla kendi başına ilerleyen Kareler ve Sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turu devam etsin. 

Serinin İngilizce'ye çevrilme sıralaması ve İzlanda dilinde akışa uygun biçimde yayınlanması sırası arasındaki fark yüzünden kafam fazla karışmıştı bir ara, hatta özellikle sıraya uygun gideyim derken elimdeki iki kitabın sırasını da karıştırıp iyice gıcık olmuştum. Bu sefer Whiteout'ta bu olmadı; zaten sıraya yanlış devam ediyordum; okuduğum son kitabın bir kitap öncesi bu... Gerçekten yazarken yoruldum şu an.

Whiteout'ta serinin başkarakteri Ari Thor Arason, Noel öncesi coşkusunda. Kendisine hayatında eşlik eden başka heyecanlar da var ama belki sırasıyla okuyacak biri çıkar (ben çok övdüğüm için), bozmak istemem. Romanın tamamına sinen bi Noel vurgusu var, Ragnar Jonasson'u da takip ettiğimden gördüğüm kadarıyla İzlanda gelenekleri, Noel adetleri kendisi için önemli. Tam da bu yüzden yine Ari Thor'u da diğer karakterleri de Jonasson'un yarattığı karakterler olduğu için aslında olağan, normal, kendime yakın bulabildim. Aşırı uç ya da çok yakın karakterler zaten hiç olmuyor, sadece şu an orada yaşamakta olan böyle insanların varlığından ve bağlı oldukları ritüellerin normalliğinden emin oluyorum okurken. Bu da hem sürükleyici, hem merak uyandıran hem de gerçek olmayan bir şeyi okurken neden her şeyin böylesine sıradan ama böylesine ilgili çekici olmayı aynı anda başardığıyla ilgili sanırım. 

Yıllar önce annesini ve kız kardeşini kaybettiği yere dönen bir karakter ve geçmişteki iki ölümün üzerindeki örtünün açılmaya çalışılması Whiteout'ta karşımıza çıkıyor. Yine kapalılık hissi, Snowblind'daki gibi olmasa da sıkışmışlık ve aslında olduğu yere yapışmışlık, tutunmuşluk hissi Whiteout'ta da çok belirgin. Coğrafyanın etkisi.

Gördüğümüz, daha çok geçmişi ve geçmişten başka hiçbir şeyin çok da etkileyemediği şu anı anlatan bir hikaye. 

Jonasson'da bu geçmişin etkisi çok fazla, diğer serinin ilk kitabında da böyleydi. İkinci kitap da zaten bir geriye dönüşmüş; onu henüz okumadım. Dimma'nın devam kitabı yani. Neyse, yazı bu kadar. 

Fikir ve sanat eserleri kanunu madde 34, ek fıkra 3 uyarınca eser sahibinin izni olmadan kullanılması yasaktır. 
Lütfen yazılarımın tamamını ya da bir bölümünü kullanmayınız.

29 Ocak 2020 Çarşamba

Jo Nesbo "Bıçak"

Jo Nesbo artık Harry Hole serisini uzatmasın demiştim, o lafımı geri alıyorum. Bıçak'ta Jo Nesbo serideki ilk romanlar gibi yazmış. Ben her şeyin ilk halini daha çok seviyorum galiba, en sevdiğim grubun ilk iki albümü, en sevdiğim yazarın ilk bi şey bi şey... Bıçak, katil kim, olay ne, neler oldu gibi sorulara cevap vermek için okura hem ipucu veriyor ancak bunları birleştirip bir sonuca varmak biraz zor oluyor; özlediğim Jo Nesbo buydu açıkçası. Ancak finalde haaa doğru lan diyebilirsiniz. Yok zaten buldum katili o açıklamadan derseniz de helal olsun, ben bulamadım çünkü. Pardon, ben BİLE. Ancak bulunabilirmiş. Nasıl bulamadım diye sinirlenirken bu konuyu tekrar düşündüm...

Bıçak'a dair spoiler vermemek yaşamsal önem taşıyor.

Harry Hole serisindeki 12 kitap bu. son birkaç romanda nedense her şeyi açık etmiş, polisiyenin finale doğru giderken bile kalkmayan sır perdesini çok kez yerlere atmış gibi hissettirmesine, hikayelerden birkaçında çok klişe bulduğum şeyler olmasına karşılık Bıçak'ta beğenmediğim hemen hiçbir şey olmadı. Seri devam edecekse bu ayarda devam etse keşke.

Bıçak'ta olan biten ne derseniz; Harry uyanıyor ve bir gece öncesine dair hiçbir şey hatırlamıyor, kıyafetlerinde de biraz kan var ama bi gece önce girdiği bar kavgası bu kanlara dair açıklama veriyor. Alkolik dedektifimiz yine sık sık içtiği bir dönemde olduğu için, hatırlayamamayı alkole bağlıyor. Kıyamet de aynı gün kopuyor, serinin birçok seveni için de öyle sanırım.

Seriden aklınızda kalan olaylar, kişiler varsa onları yeniden hatırlamanız da gerekecek okurken, özellikle Harry Hole için artık takıntı haline gelmiş olan bir ismi.

Hakkında çok da bir şey yazmak istemiyorum; beğendiğim, çok beğendiğim bir roman oldu. Allah seni kahretsin diyerek okuduğum çok satır oldu, hatta Harry'nin içmeye yeniden başladığını anlayınca bu adamın (Hole, adeta varmış, yaşıyormuş gibi) bizi kalpten öldürmeye inat ettiğini düşündüm. 

Biraz da ağlamış olabilirim bu romanda.

Fikir ve sanat eserleri kanunu madde 34, ek fıkra 3 uyarınca eser sahibinin izni olmadan kullanılması yasaktır. 
Lütfen yazılarımın tamamını ya da bir bölümünü kullanmayınız.

11 Ocak 2020 Cumartesi

James Thompson "Snow Angels"

Şimdi kitabın yazısını yazacağım için James Thompson hakkında da bir şeyler ekleyeyim diye baktım da, bakmaz olsaydım. Kendisi 2014 yılında vefat etmiş, bilmiyordum. Ben kitabını okurken zaten ölmüş olan bir yazarla tanışmışım ve öldüğünü öğrenmek beni üzdü bunun neden olduğunu da bilmiyorum. 1964-2014 yılları arasında yaşamış, çok da genç ölmüş Amerikalı yazar.

Snow Angels, Dedektif Kari Vaara serisinin ilk kitabı. Seride şu ana kadar beş kitap yayınlanmış ve daha da yayınlanmayacak. Acaba devamı var mıydı, yoksa beşinci kitap serinin de sonu muydu onları bilmiyorum. İlk kitap 2010, yani Snow Angels 2010 tarihli. Finlandiya'da geçiyor eser. 

Kareler ve Sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turu için merak ettiklerimdendi; ne okusam diye bakarken üç beş soğuk diyar polisiyesine aynı anda başladım ama kendisini okumaya devam ettiren bu oldu. 

Kari Vaara bana Ari Thor'u hatırlattı, ama Snowblind'daki Ari Thor'u. O kapalılık hissi, sıkışmışlık hissi Snow Angels'ta da var ve ikisinin de ruhen benzeştiğini düşünüyorum. Yılın en karanlık günlerinin yaşanmakta olduğu Lapland'da bir yandan karanlığın (kaamos) karakterler üzerindeki etkisini, bir yandan da işlenen cinayetin de etrafını sarışını okuyoruz. Snowblind'da da olayların geçtiği mekan bir çığ yüzünden kapanmıştı; benzer şekilde kaamos o çığı rolünde burada. Kari Vaara'nın kendisinin, Amerika'dan göç etmiş eşinin bu döneme karşı verdikleri tepkinin farklılığı, Ari Thor'un ilk görev yerinde karşılaştığı karanlık ile örtüşüyor. Bir yandan yerlilerin uyum sağladığı (bir tür uyum diyelim ya da) öte yandan dışarıdan gelenin, yabancı olanın içine düştüğü çukur. Karanlığın, ışığı görmeden yaşamanın, dışarıda bir aydınlık olduğu için ifade edilmekten, dışavurulmaktan korkulmayan/çekinilmeyen duyguların ülkeleri ile karanlık ve soğuğun duyguları da sakladığı ülkeler arasındaki uçurum Vaara'nın eşi ve kendisi üzerinden okunabiliyor sık sık. Amerikan azmanlığının mikro ve sakin bir görüntüsü aslında.

Snow Angels'ta Somali'den göç etmiş bir ailenin popüler olmayan filmlerde oynayan kızı vahşice öldürülmüş halde bulunuyor. Vücuduna da ırkçı ifadeler kazınmış. Öldürülenin neden öldürüldüğüne dair ilk izlenim göçmen karşıtlığı, Finlandiya'da ırkçılık skandalı gibi görünse de, olayın gittikçe derinleştiğini okuyoruz. Yazar, Finlandiya'da hiç ırkçılık olmaz gibi bir havaya girmemiş, hangi ülkelerden gelenlerin neden ve nasıl bir ayrımcılıkla karşılaşabileceğine yer vermiş. 

Snow Angels sadece bir suç romanı, polisiye romanı gibi gelmedi bana. Aslında göç doğrudan işlediği bir süreç. Göçün farklı sonuçları bağlamını görmeden okumak mümkün değil. Bir yanda Somalili bir göçmen (ve ailesi), diğer yandan Amerika'dan iş için göç etmiş Vaara'nın eşi. Finlandiya ve "yabancı" olan kültürün çatışmasının sürekli yer aldığı Snow Angels, öte yandan dünyadaki fırsat eşitsizliğinin göç sürecinde kişilere nasıl yansıyabileceğine değiniyor. 

Karikatürize edilmeye yaklaştığı anlar var mı diye düşündüm karakterlerin, hayır yok. Müslüman bir aileye dair radikal tutumları aktarsa da kültürel göreliliği anlamış olduğunu düşünüyorum yazarın, bu yüzden okurun abartı bulabileceği birkaç noktanın aslında bunu anlatmak için hikayeye dahil edildiğini düşünüyorum. 

Göç süreci ve polisiye, Snow Angels böyle bir konu, süprizle biten, ama okurun aklına asla gelmeyen bir sonu olmadığı halde kesinlikle polisiyeden beklediğim çoğu şeyi bulduğum bir roman. Özellikle sürece dahil olmak; polis işinin tamamına dahil olabiliyorsunuz ve zaten anlatıcı da Kari Vaara olduğu için kafasında cinayetin çözümü şu an nerede, bir sonraki adım ne olacak, şu şunu yapmıştı acaba bununla ilgisi var mı o zaman bu nedir vb. tüm süreçleri okur da görüyor, beraber ilerliyor karakterle. Bu benim okurken görmek istediğim bir şey, o yüzden diğer romanları da okurum ve James Thompson'ın da bu beğenileri bir şekilde görebildiğini umarım.

Fikir ve sanat eserleri kanunu madde 34, ek fıkra 3 uyarınca eser sahibinin izni olmadan kullanılması yasaktır. 
Lütfen yazılarımın tamamını ya da bir bölümünü kullanmayınız;