25 Mayıs 2015 Pazartesi

Anne Phillips "Demokrasinin Cinsiyeti"

Biliyorsunuz, seçimlere çok az bir zaman kaldı. Aday listeleri belirlendikten sonra memnuniyetsizlikler ya da hoşnutluklar doğdu. Elbette benim de bir siyasi görüşüm, oy vereceğim bir parti var fakat (herhangi bir partiyi ima etmiyorum) aday listelerinde "kadın aday" sayısı verme durumu, sanki erkekler "lütfetmiş de kadınların siyaset yapmalarına olanak vermiş" gibi sunulmuyor mu? 

Listeler açıklanırken ya da hazırlanırken sürekli erkek egemen siyasetin içinde kadınlara "yüzde bilmem kaç kadın" kontenjanı açmakla iş biter mi sizce? Seçme ve seçilme, eşit olarak tüm vatandaşlarımıza verilen bir hak ancak kadın ve erkeğin seçilme hakkının pratikteki durumu hakkında düşünmeden geçemiyorum. 

Toplumsal cinsiyet rollerinin bireyler üzerine yüklediği, kamusal hariç özel alanda özellikle kendisini gösteren, açıkça ifade etmek gerekirse hanedeki iş yükünün kadın üzerinde daha fazla toplandığını vs. düşünürsek; işten çıkar çıkmaz koştura koştura eve gelip de okuldan gelen çocuğuna, işten gelen kocasına yemek hazırlamak için çırpınan kadın hangi ara ne yapsın? gibi... Aslında şu yazdığım, çoğunluğun aşina olduğu tablonun bile daha insani kalabileceği ne çileler çekiyor insanlar....

Siyaset ve toplumsal cinsiyet teorisi profesörü olan Anne Phillips "Demokrasinin Cinsiyeti" adlı kitabında her bir kurum ve topluluğuna sinmiş bulunan ataerkil düzenin siyaset içinde kadınları nasıl görmezden geldiğini, bu duruma karşı kadın çalışmalarının getirdiği eleştiriler ve öneriler eşliğinde irdeliyor.

Feminizm ve demokrasinin çatışan noktalarıyla beraber aynı çizgiye en çok yaklaştıkları farklı noktaları açıklayarak açılışını yaptığı metinde Phillips, politikanın ana sorununu her iki cinsiyeti de eşit olarak gözetmeden, erkek egemen ve erkek temelli bir biçimde oluşturmuş olması olarak açıklıyor ve sorunun çözümü için birinci adımı, "toplumsal cinsiyetin kör bir nokta olarak kalmadığı" yeni bir politika tanımı yapma gerekliliğini sunuyor. Bunu, politikaya sayıca daha fazla kadın dahil etmenin ötesinde bir adım olarak düşünmek burada önceliğimiz olmalı, ki yazar da buna değiniyor, zira en başta benim de belirttiğim gibi kadın sorunlarını erkekler - erkek odaklı politika çözemez belki ancak bunu yalnızca kadınlardan ibaret bir oluşumla da çözülemeyeceği muhakkak. Bir bilinç, farkındalık, gereklilik, sorumluluk... Her nasıl tanımlarsanız tanımlayın siyaseti erkek egemenliğinden ve kadını görmezden gelen bir halden çıkarmak için toplumun her kesimi el ele vermelidir.

Kadının özel alana ait, erkeğin kamusal alana ait olarak görünmesi, toplumsal cinsiyete dayalı mekansal ayrışmanın sorunun kökeninde yatan en etkili sebeplerden biri olduğu vurgusunu yazar kitaptaki her bölümde yapıyor.

Yazarın demokrasinin sorunları olarak tanımladığı noktalarda öne çıkan durumlardan biri de kadınların demokrasi içinde pasif kalmaya mahkum edilmesi ve bunun asında kamusal ve özel ayrımından da beslenen, kadın ve erkeği mekansal olarak ayıran ve buna da farklı yükümlülükler getiren -yine- ataerkil bakış açısı olarak karşımıza çıkıyor.

Farklı demokrasi modellerini kadın sorunları ile beraber ele alan yazar, liberal demokrasinin kamusal - özel ayrımına (politik olan ve toplumsal olan) dikkat çekiyor. Kitapta yazarın, farklı feministlerce tekrar tekrar vurgulandığı üzere liberalizmle ilgili ortaya koyduğu sorunlardan biri de liberalizmin erilliğinin her yana sinmiş olması. Katılımcı demokrasinin öne çıkan noktasının ise demokrasiye devlette verilen/devlete yüklenilen öneminin, toplumsal hayatın tamamında olması gerektiği vurgusu üzerinde topluyor.

Kadınların temsil haklarını kazanımları yolunda, kadın çalışmalarının belirmeye başladığı ilk dönemlerden başlayarak sürecin genelini, siyasi sistemler içindeki durumları ile beraber incelemeye devam eden yazar, farklı coğrafyalardaki kadın hareketlerinin başarılarına da sayısal veriler ile kitapta yer veriyor. Şaşırmayacağımız bir bilgi olarak İskandinav ülkelerinde kadınların temsil oranının yüksekliği dikkat çekiyor.

Demokratik eşitliği artırmak için yapılan girişimleri, bilinç yükseltmeden kadın toplantılarına, siyasi partiler içinde kadınların yer almalarına, toplumsal hayatın (kamusal ve özel ayrımına özellikle dikkat çekerek, bu soruna ısrarla değinerek) yeniden düzenlenmesi gereken hususlarına dek Anne Phillips, demokrasinin cinsiyetini göstererek, düşünmeye davet ediyor. 

22 Mayıs 2015 Cuma

Rene Descartes "Aklın Yönetimi İçin Kurallar"

Bilim, bilimsel bilgi gibi kelimeler kullanıldığında genellikle insanların kafasında deney tüpü, elektronik, DNA, matematik, biyoloji, ilaç sanayi gibi şeyler canlanıyor bence. Yani bu ilk çağrışım içinde mesela ne bir siyaset bilimini, ne tarihi, ne sosyolojiyi ne de iktisadı görebilirsiniz. Biraz iddialı bir cümle hatta yakınma oldu, ama olsun, olsun çünkü fen bilimleri dışındaki çoğu şeyin bilimsel eğitim gerektirmeyen, bilimle alakası olmayan, hatta yer yer cinsiyetçi ve kadın düşmanı bir tutumla "kadın işi" olarak tanımlanıp küçümsendiğini ben çok gördüm. Siz gördünüz mü ya da genel nasıl bir şey demeyim şu an hadi, ama benim gözlemlerinden bu sonuca varmam mümkün.

Öncelikle bilim nedir, bilimsel bilgi nedir, bilimsel bilgiye ulaşmak için kullanılacak yöntem ve araçlar nelerdir - ve daha fazlası - çoğu zaman sadece sınavda cevap kağıdına yazılacak (ya da artık sanırım sadece cevap kağıdında "işaretlenecek") bilgi olarak öğretildiğinden, zamanla ölen, anlamını kaybeden konular haline geliyor. Bu yüzden de günlük hayattaki basit bilgilerin bile yanlış temellerle çarpıkça yerleşmesi, çoğu yanlışın inatla doğru sunulması ya da doğrunun ne olduğunun merak edilmemesi gibi bir çok zararlı durum, bireyler ve doğal olarak toplum için büyük sorunlar doğuruyor diye düşünmekteyim.

Bilim denilince aklına sadece matematiksel bilgi gelenlerin, felsefeyi, mantığı bilim saymayanların pek zoruna gidebilecek şekilde Rene Descartes,  matematik ve felsefe eğitimi ile dünya tarihinde sonsuza kadar fikirleriyle yaşayacak olan, ünlü filozoflardan biri. Hemen herkes adını duymuştur diye düşünüyorum en azından. 1596 ve 1650 yılları arasında yaşadığını ve şu an 2015 yılında dahi üniversitelerin belli bölümlerinde temel kaynak kitaplar arasında yer alan eserleri olduğunu düşünürsek, Descartes ne diyor diye durup düşünmeden geçmemenin gerektiğini de görebiliriz bence.

1628 ve 1629 yılları arasında kaleme aldığı Aklın Yönetimi İçin Kurallar adlı eserinde Descartes, adından da anlaşılabileceği üzere aklı kullanmanın yollarını anlatıyor. Aklı neden kullanırız? Bilgi edinmek için. Burada önemli nokta, doğru bilgiye ulaşmak olduğuna göre, doğru bilgiyi araştırmanın yöntemleri, adımları nelerdir diye Descartes yirmi bir adet kuralı paylaşıyor ve açıklıyor.

Her bir kuralı elbet yazmayacağım ancak kısaca nasıl bir içerik ve yol izlemiş, bahsedeyim: Öncelikle bilgiyi araştırmanın yöntem ve düzenini neden önem verdiğini açıklayarak başladığı metinde yazar, insan aklının gelişmişliğinin ve sınırsızlığının altını ilk sayfalarda çiziyor. Kuşku duyulan konu üzerinde aydınlatmak için araştırmaya girişilmesinden önce, sonucu kesinliğe varmayacağı belli olan konular için uygulanacak hiçbir yöntemin başarıya - doğru, gerçek bilgiye - götürmeyeceğini vurgulayan Descartes, muğlak konular üzerine cesaretle gidilmesi sonucu elde edilen üstünkörü bilgiyle sahip olmakla övünmeyi de eleştiriyor.

Araştırmada yöntemin güvenilirliğini sıklıkla vurgulayarak adımları sıralamaya devam eden yazar, aynı zamanda yöntemin sırasının gerekliliğine de değiniyor. Bir adımda elde edilen bilgiye dair şüphe olmasına rağmen inatla diğer adıma geçilmesinin doğru bir yol olmadığını, sonucun yine gerçek ve doğru olmayacağını belirtiyor. Bir basamağı çürük olan bir merdivende ilerlemenin sona varamayacağı gerçeği gibi...

Gerçeği armaya başlamak için en karmaşık gerçeklerden ziyade en basit gerçekleri öğrenmeyi ilk koşullar arasında sıralayan Descartes, öğretilen değil aranıp bulunan bilginin kişi için daha önemli olduğunu kendisinin öğrenme isteği ve merakı üzerinden de örnekliyor.

Bilgi sadece sınavlarda çıkan, bir sorunun cevabı değil; bilgi yaşama yöntemi, yaşama sebebidir diye düşünüyorum.  Nasıl düşünmeyi öğrenmek, gerçeği ve doğruyu hayattaki her konuda, her şeyde, her zaman nasıl bulabileceğimizi öğrenmek için bizlere yöntemi sunuyor Descartes. 

20 Mayıs 2015 Çarşamba

Yuri Davidov "Özgürlük ve Yabancılaşma"

Özgürlük kelimesi sürekli, her yerde. Bireysel ya da toplumsal, evrensel bir çok konu hakkındaki yorumlarda, vaatlerde, yakınmalarda, isteklerde özgürlük kelimesi bir şekilde cümleye dahil oluyor. Kelime anlamı olarak üç aşağı beş yukarı muhtemelen çoğu insanın aklına bir tanım geliyordur; özgürlük nedir, sorusunun karşılığı bir cümle içinde akıllarında yer alıyordur.

İşte "Özgürlük ve Yabancılaşma", bir yandan adı geçen bu iki kavramı daha yakından incelemeye, bir yandan da farkında olmadığımız bu iki gerçekliğin hayatlarımızda nasıl ve neden yer aldığını öğrenmeye davet ediyor bizleri.

Hegel üzerine uzmanlaşmış olan, 1929 Ukrayna doğumlu felsefeci Yuri Davidov, özgürlük ve yabancılaşma kavramlarını ayrı ayrı ve birbirleriyle ilintili olarak incelerken, bir yandan da her iki durumun ortaya çıkışını da inceliyor.

Sınırları konusundaki çelişkilere değinerek özgürlük kavramını ele alan Davidov kendi ifadesi ile soyut "nereden özgürlük" sorununun "neye özgürlük" sorununa nasıl dönüştüğünü irdeliyor. İnsan doğasının, insan varoluşunun özgürlüğün sınırları ile olan ilişkisini de bunun ardından, insan özünün zorunluluklarına bağlıyor. İnsanın doğa ile olan mücadelesi ve elbette üretimin bireysel ve toplumsal -evrensel- yönü ile olan ilişkisinin özgürlük kavramından bağımsız incelemeyeceğinin vurgusunu yapan yazar, bireyin doğasına uygun yaratıcı gelişiminin özgürlüğün gelişimiyle paralel ilerleyecek bir süreç olduğunu vurguluyor.

Özgürlüğün idealize edilmiş, zorunluluktan ayrıştırılmış ve bu yüzden soyut kılınmış halinin karşısında somut ve pozitif olarak boyunduruk altına alınmış halini koyan Davidov, Marx ve Engels'in vurguladığı üzer tarihsel süreçte insanın neden ve sonuç olduğunu ve bu süreç içinde kendisini ve toplumu var edebilecek yegane güç olduğunun altını çiziyor. Yani, doğa karşısında yaratıcı özellikleriyle üstülük kurabilen insan, kendi varlığının maddesel ilerleyişini aslında bir çeşit zorunluluktan doğan kölelik ile yaratmaktadır. Ancak bu kölelik ifadesinin varlığına rağmen, insanın doğasıyla (yabacılaşmamış içimde) ilerleyişi de onu özgürlüğe götürecek yoldur.

İnsanın yiyecek üretimine başlaması ile "diğerlerinden" ayrılması sonucunda tahmin edersiniz ki toplum içindeki işbölümünün ortaya çıkması da özgürlük ve yabancılaşma kavramlarının arasındaki ilişkiyi daha sık karşımıza çıkarak bir dönemi başlatmasına değiniyor Davidov. İlkel toplumun kooperatife yani üretici güce dönüşmesinin arından, toplum içindeki bireylerin kendi ilerleyişlerini toplumsal ilerleyiş içinde gerçekleştirecekleri dönem de gelmiş oluyor: Tek tek değil, birlikte hareket ederek "özgürlüğe" doğru yol alan insanın bu şekilde madde-üretici halini, ilk karakteristiğini kazanmış olarak karşımıza çıkışmış olduğunu da ekliyor.

Çalışmanın varlığını insanlığın tamamının özgürlüğü için tek ve en önemli yol olarak gören Davidov (Marx'ın da ilgili fikirlerini düşünebilirsiniz burada aslında), insanın doğa karşısındaki mücadelesinde bir yandan doğasını değiştirirken bir yandan da kendisini değiştirmeye başlamış olmasını da belirtiyor.

Marksist teoride doğa ile el ele vermiş insanın yükselişi olarak görebileceğimiz bu durum, üretim ilişkilerinin olması gereken halinden uzaklaşma sonunda yabancılaşmayı karşımıza çıkarıyor aslında. Önceliği her daim insan olan Marksist teoride, insanın (bireyin) üzerinde "türün" sorumluluğunun da olduğunu hatırlarsak, evrenselliğe giden yolun ilk adımı olan bu "türünün ve kendinin bilincinde olma" durumu, tür içinde ve tür için doğa ile el ele çalışmanın neden yabancılaşmadan uzak ve ancak özgürlüğe yakın bir yol olarak gösterildiğini de anlayabiliriz.

İnsanın önce emeğine, sonra kendisine - türüne yabancılaşmasını, üretim sürecindeki amaç ve araçların işleyişindeki bozulmalara bağlayan Davidov, Marx'tan sıklıkla yaptığı alıntılarla yabancılaşmaya etki eden sebepleri, sanayileşmeye varana dek ilk üretim faaliyetlerinden itibaren irdeliyor.

Yabancılaşma kavramıyla tanışmak ve özgürlük üzerine düşünmek için atlanmaması gereken eserlerden biri.

16 Mayıs 2015 Cumartesi

Friedrich Engels "Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni"

Böyle söyleyince elbette kimse inanmıyor ancak (ben farklıyım ya da özelim demek için demiyorum, hiç kimse özel ya da farklı değil çünkü) 11 - 12 yaşında sosyoloji okumaya karar verdiğimde (ve sosyoloji okuyup reklam yazarlığı yapmaya karar verdiğim aynı dönemde) annemin bana önerdiği birkaç kitaptan biriydi Friedrich Engels'in genelde adı geçtiğinde illa ki anılan eseri Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni. (Sonucu merak eden varsa; reklam okuyup, reklam yazarlığı yaptım ve şimdi de tahmin edin ne üzerine çalışmaya çalışıyorum =) )

Antropolog Lewis Henry Morgan'ın Eski Toplum adlı eserinden yola çıkarak incelemesine başlayan Engels'in, toplum yapısını insanlığın ilk dönemlerinden itibaren gelişim ve değişimlerini aktardığı bu kitapta, toplumsal cinsiyet rollerinin geçirdiği değişim ve bu değişimdeki etkenlerin geçirdikleri aşamalar anlatılıyor. Ana soylu bir sistemin insanlık tarihinin başından beri var olduğunu vurgulayan yazar, üretim ilişkilerindeki değişimlerin toplum yapısında yarattığı köklü ve kadın için olumsuzluklar yaratan etkileri irdeliyor. Üretim sürecinde meydana gelen değişikliklerin evlilik, akrabalık üzerindeki etkisi ve sonucunda toplumsal cinsiyet rollerinin günümüzdeki (yazarın eseri yazdığı dönemdeki, demek daha doğru olur - ve aslında hala süregelen) durumu nasıl ortaya çıkardığını anlatıyor.

Morgan'ın araştırmalarını baz alarak kaleme aldığı uygarlık aşamaları ve bu aşamalar içindeki aile - akrabalık  - üretim - toplum yapısını aktarıyor Engels. İnsanın varlığını diğer canlılardan ayıran unsurun insanın ihtiyaçlarını üretebilen ve bu üretim üzerinde egemenlik kurabilen tek canlı olduğu gerçeğine değiniyor.

Yabanıllık, barbarlık ve uygarlık aşamalarını insanın ihtiyaçlarını karşılama yöntemlerine göre oluşturan Morgan'ın sınıflandırmasını aktaran Engels, zamanla doğa karşısında hakimiyeti artan insanın hayatındaki büyük değişimleri, avcı - toplayıcı günlerinden başlayarak sanayinin doğuşuna ve sonrasındaki etkilerine dek okura aktarıyor.

Anaerkil ve anasoylu aile yapısının ataerkil düzene geçişinin "sahip olma" ve "üretim" üzerinden açıklayan yazar, özel mülkiyetin ortaya çıkışının da bu basamaklar paralelinde belirginleşmesine değiniyor.

Devletin oluşumu eski çağlarda öne çıkan medeniyetler/devletler üzerinden aktaran metinde Engels, mülkiyet hakkıyla beraber beliren ve bunu yaratan değişen üretim ilişkileri sonucunda kadının, sömüren ve sömürülenin oluşturulduğu düzen içinde aşağı bir konuma itildiğini ve itildiği bu işçi sınıfı içinde de ayrıca haksızlıklara maruz kaldığını belirtiyor. Üretimin tamamen erkek için ve erkek önderliğinde yapılması ve mülkiyet hakkının erkek egemenliğine geçmesi sonucunda, toplumsal işbölümünün de ortaya çıkması ile beraber toplumun geldiği noktayı "sömürenler" ve "sömürülenler" sınıfı olarak açıklıyor.

Kadının ev içine hapsi ve kamusal alandan itilmesinin de hız kazandığı bu sınıflaşma ardından, aile ilişkilerinin tamamının da kökten değiştiğini göz ardı etmek elbette mümkün olmuyor.
Kitap, adından da açıkça anlaşıldığı üzere ailenin, özel mülkiyetin ve devletin oluşumunun insanlık tarihi içinde izlediği yol ve yolu oluşturan her bir aşamanın insanlık tarihi üzerinde yarattığı ve şu an çoğunlukla yarattığı zorluklarla anılan durumların temelini attığını gözler önüne seriyor.

Bu kitabı ara ara çıkarır okurum yıllardır, blog'da yazısının olmadığını fark edince eklemek istedim. Benim kısacak özetimden daha fazlası, hala okumayanlar için bence, cidden en önemli kitaplardan biri olan Engels'in eserinde sizleri bekliyor. 

6 Mayıs 2015 Çarşamba

Jo Nesbo "Kurtarıcı"

Jo Nesbo ile yıllar önce, cidden uzun yıllar önce, Eskişehir'de okurken, İnsancıl'ın dışarıdaki raflarından kitap seçerken tanışmıştım. İlk okuduğum kitabı, o zaman Koridor Yayınları'ndan çıkan Şeytan Yıldızı'ydı. Daha sonra Kızılgerdan'ın da aynı yayınevinden çıkan baskısını almıştım. (Henning Mankell ile de aynı Eskişehir günlerinde, aynı kitapçıda tanışmıştım zaten). Doğan Kitap Nemesis'i basarak Jo Nesbo kitaplarını yayınlamaya karar verene kadar baya zaman geçti açıkçası; ama iyi oldu, umarım bundan sonra serideki sıraya uygun bir şekilde yazarın kitapları yayınlanır. Ancak, şu an serinin ilk kitapları hala Türkçe yayınlanmadı. Bu da bana garip geliyor. Neyse.

Soğuk diyarların, demokrasinin ve adaletin yıkılmaz kaleleri olarak bildiğimiz, refah seviyesi pek yüksek ülkelerin, bu yönlerinin tam tersindeki durumları okuruz Jo Nesbo'nun romanlarında. Çoğu insanın hayallerinde en yaşanılası ülkelerden biri olarak yer alan bir diyara gideriz. Polisiye roman türünde olduğu için, elbette romanlarında bir suç, bir haksızlık, olmaması gereken bir durum vardır. Suçla, suçla ilgili hikayeye dahil olan karakterlerle, suçu araştıran ekiple ve bence Kurt Wallander gibi kendi efsanesini yaratan bir karakter olan Harry Hole'un yapayalnız yaşamı ile örnek ülkelerden biri olan Norveç'in mutsuz, yalnız insanlarına bakarız. Arka sokaklarına, o sokakları dolduran, sokakta yaşayan insanlara, katillere, uyuşturucu satıcılarına, uyuşturucu kurbanlarına, tecavüzcülere, yasadışı örgütlere bakarız.  

Harry Hole serisinin altıncı kitabı olan Kurtarıcı'nın hikayesinden bahsetmeyeceğim. Genelde polisiye romanlar hakkında yazarken bunu yapıyorum zaten eğer blog'un takipçisiyseniz fark etmişsinizdir diye düşünüyorum. Ve, bu açıklamayı da hep yapıyorum. Bunu da.

Neyse.

Birden fazla kez okuduğum, şu ana kadar okuduğum Jo Nesbo kitapları içinde kurgusu bence en kolay anlaşılan roman Kurtarıcı oldu. Sürekli Kuzey Avrupa polisiyesine maruz kalmaktan (ve bu durumdan bir hayli memnun olmaktan) dolayı "gri hücrelerim" (Selam Agatha Christie!) gelişmiş olabilir mi, ki düşük bir ihtimal, bilemiyorum ancak yorumum bu. Kesinlikle okuru çözüme rahat rahat götürecek bir anlatımı var. Az bir dikkatle olan biteni çok net anlayabilirsiniz.

Yakın dönem dünya siyasi tarihinin hikayeyi şekillendiren unsurlardan biri olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bunu Jo Nesbo sıklıkla yapıyor zaten. Avrupa'nın şiddetli değişimler/yıkımlar yaşadığı dönemleri gerek kendi belleğinde, gerekse coğrafyasının belleğinde nasıl bir yer tuttuğunu, günümüze etkilerinin nasıl olduğunu da görebiliyoruz bu şekilde.

Daha önce Harry Hole serisinden bir kitap okudunuz mu, hangi sırayla ve hangilerini okudunuz bilmiyorum ancak Harry'nin hayatının gidişatı yine acı içinde, yine kurum içinde ve özel hayatında yaşadığı sorunlar, çözdükçe daha da mutsuz ve rahatsız olduğu durumlar içinde.

Polisiyeyi küçümsemeyen okurlardansanız ve polisiyeyi kolay yazılan, kolay satılan, kolay okunan bir tür olarak görmeyen bir yazarı okumak istiyorsanız Jo Nesbo sizin için bir seçenek. Bu kitabı okuyacaksanız da, serinin başından başlamadan okumayın. Zira her kitapta ele alınan konu haricinde, Harry Hole serisinin tamamını etkileyen bir konu da her kitapta ayrıca ilerliyor. 

2 Mayıs 2015 Cumartesi

Karl Marx "Ücretli Emek ve Sermaye"

Dün 1 Mayıs'tı; gün bitmeden ben de Ücretli Emek ve Sermaye'yi okuyayım dedim. Günün kapanışından önce kitabın son sayfalarını kapatarak, amacıma ulaştım.

Bilim ve Sosyalizm Yayınları'dan çıkan, Friedrich Engels'in yer yer değişiklikler yaptığı metin, adı üzerinde, Karl Marx'ın emek kavramını ve emeğin ücretlendirilmesi - sermaye ilişkisine dair yazılarından oluşan, kısa diyebileceğim bir metin.

Engels'in kitabın girişinde de değindiği üzere metin içinde karşımıza çıkan ve işçinin işverene sattığı "emek" değil, "emek gücü" şeklinde ele alınıyor. Bu emek gücünün ücretlendirilmesinde etkin olan unsurların, metanın üretim, satış ve alış kısmında etkilediği her şey de Marx'ın analizinde açıklanıyor.

İşçinin ücretinin nasıl belirlendiği konusunu açıklayarak başlayan Marx, emek gücünün belirlenen süre içinde belirlenen ücret için kullanılmasını, işçinin kendi metasını yani "emek gücünü" satışı olarak ifade ediyor.  Bunun yanında, emek gücünün diğer metalarla değişme oranını da emek gücünün "değişim değeri" olarak tanımlıyor. Bu durumda da karşımıza, emek gücünün diğer metalardan tamamen ayrılan yanı, insanın varlığı temelli bir yanı çıkıyor aslında.

"O halde ücret, işçinin, kendisi tarafından üretilen metadaki payı değildir. Ücret, kapitalistin onlarla kendisi için üretken emek gücünün belirli bir miktarını satın aldığı, önceden varolan metaların bir bölümüdür." (Syf: 26)

Özgür emekçi ve köle arasında emeği üzerindeki denetimi konusuna da değinen Marx, bu noktadaki ayrımın özgür emekçinin kendi emeğini sattığı vurgusunu yapıyor.

Geçerli fiyatının her zaman üretim maliyetinden düşük ya da yüksek olacağını vurguladığı metanın ücretlendirilmesinde ise arz - talep ilişkisine bağlı olarak yaşanabilecek değişimlere değiniyor.

Sermayenin büyümesi ile işçi sınıfının büyümesi arasındaki ilişkiyi doğru orantılı olarak belirten Marx, bir yandan da büyüyen sermaye ile artan ücretli emek yığının da bir anlamda sermayenin daha fazla ücretlim işçi üzerinde egemenlik kurmasıyla ilişkilendiriyor.

Kısa bir metin, fiyatı da yayınevinin diğer kitapları gibi çok uygun. Okunmalı çünkü.

Çalışma hayatınız oldu mu, nasıl şartlarda çalıştınız ya da çalışıyorsunuz, nasıl bir çalışma hayatı umuyorsunuz, beklentileriniz neler bilemiyorum. Üç yıl süren çalışma hayatımda yaşadığım zorlukları, maruz kaldığım sömürüyü ve hakaretleri düşünüyorum. Aldığım parayı, yaptığım işi, insanlık dışı çalışma saatlerimi, sürelerimi düşünüyorum. Benden  daha zor işleri, daha zor şartlarda, daha zor çalışma ve yaşam koşullarında yapanları düşünüyorum. Söyleyecek çok şey eminim sizlerde de vardır, ama söyleyemiyoruz. Onu da görüyorum. 

1 Mayıs 2015 Cuma

Jean-Paul Sartre "Varoluşçuluk"

Düşünce alanında yirminci yüzyılın en büyük isimlerinden biri olan Jean-Paul Sartre, Varoluşçuluk'ta 29 Ekim 1945'te Paris'te yer aldığı bir konferanstaki metni ile karşımıza çıkıyor. Varoluşçuluğa yöneltilen eleştirilere karşı olarak fikirlerini sunduğu bölümde varoluşçuların gerçeği inkar ettiği, kötümserliği benimsediği gibi iddialara karşı çıkıyor. 

Sartre'ın ifadesi ile "aylaklık ve rezalete düşkün kimselerin" varoluşçuluğu anlamadan bu öğretiye sımsıkı sarılmasının sert bir eleştirisinin de yer aldığı bölümde, varoluşçuluğun iki türüne de değiniyor. Bu iki tür de karşımıza Hıristiyan varoluşçuluğu ve Tanrıtanımaz varoluşçuluk olarak çıkıyor. Sartre kendisini tıpkı Heidegger gibi Tanrıtanımaz olarak tanımlıyor ve öğretinin savunusunda bunu karşı tarafa da bu fikriyle çelişmez biçimde sunuyor.

Varoluşun özden önce geldiği iddiası üzerinde temellenen bu düşünce içinde doğa ve insanın konumlandırılması da başlıca, hatta asıl sorun olarak akıllara takılabiliyor. Sartre'ın konu hakkındaki açıklamasına kendi ifadesi ile şu şekilde yer verebiliriz: "İlkin insan vardır; yani insan önce dünyaya gelir, var olur, ondan sonra tanımlanıp belirlenir, özünü ortaya çıkarır."
İnsanın eylemlerinin kendisini yaratmada belirleyici ve yegane unsur olduğu görüşünü aktaran varoluşçulukta "insan kendisini yaratır", "insan yaptıklarıdır" gibi ifadeler bu durumda tutarlı çıkarımlar oluyor.

Aynı zamanda, Sartre ile birlikte sıkça anılan "bunaltı" kavramı da açıklanıyor; bireyin bunaltısının kaynağı, tüm insanlığın bunaltısıdır. Bireyin sorumluluğu yalnız kendi değil, diğerleridir de. Kendisini yaratırken diğerlerinin sorumluluğu da üzerindedir. Buradan da şu sonuca doğru gidebiliriz; bireyin eylemleri tüm insanlığın eylemidir. Aynı şekilde kişinin başkalarının varlığını anlamadan kendi varlığını göremeyeceği de vurgulanan  bir diğer nokta.

Metinde ve varoluşçulukta karşımıza çıkan "bırakılmışlık" da işte bu noktada, bireyin kendisini gerçekleştirmesinde bir fırsat yaratıyor bu durumda.  Heidegger'in "bırakışmışlık" ifadesinin de varoluşçuluktaki tabanı, insanın hayatında bir şekilde kendisini seçme özgürlüğüne sahip olması fikriyle bütünleşiyor. Burada tabi Tanrı konusundaki düşünceler belirleyici öneme sahip oluyor.

Varoluşçuluğun pasifliği yüceltmesine dair iddiaları da doğrudan eylemsizlik karşıtı oluşuna vurgu yaparak aktaran Sartre, bir insanın kendini kahraman ya da korkak yapmasının da yine insanın kendi elinde olduğunu söyleyerek, eylemsizliğe teşvik edermiş gibi sunulan varoluşçuluğun savunusu yapıyor.

İyimser bir öğreti oluşu metnin tamamında vurgulanan varoluşçuluk, kişiyi yaşatacak gücün kişinin edimlerinden geldiğinin ve hareket gücü ve cesareti sağlayacak bir öğreti olduğunun göstergesi olarak sunuluyor.

Kitapta ayrıca Asım Bezirci'nin bilgilendirici bir önsözü, Jean-Paul Sartre ve P. Naville "Tartışma" metni, Laffont Bompiani'nin "Varoluşçuluk Bir İnsancıllıktır" metni, Gaetan Picon'dan "Jean Paul Sartre" yer alıyor.